4.06.2007

SPİRİTOLOJİ, PARAPSİKOLOJİ, UFOLOJİ
TEMEL ALT YAPI KİTAPLARI
CİLT : 9
BİLİM ARAŞTIRMA MERKEZİ YAYINLARI

PİRAMİTLER

Arap tarihçisi Abu Zeyd el Balkhy, kadim bir yazılı kaynağa dayanarak Büyük Piramit’in Çalgı takımyıldızı (Lyre) Yengeç burcundayken, yani Hicretten 2 kere 36.000 yıl önce inşa edildiğini yazar. Bu da yaklaşık olarak günümüzden 72.000 yıl öncesine denk gelmektedir. Hem Madam Blavatsky bu tarihi Mısırdaki Danderah Burçlar Kuşağı’na dayanarak doğrulamakta, hem de Piramit üzerinde yapılan karbon-14 tarih belirleme çalışmaları MÖ. 71.000 yılına işaret etmektedir.
Senyor Garcia Cubas’a göre Teotihuacan piramitleri Mısır’dakilerle aynı amaca yönelik olarak inşa edilmiş olup birçok bakımlardan benzerlik arz etmektedir. Piramitlerde seçilen inşaat malzemeleri özdeştir. Yapılar pek az farklılıkla kuzey-güney doğrultusunda yönlendirilmişlerdir. Yapıların merkezinden geçen hat astronomik meridyen üzerindedir. Kademeler ve basamaklar halindeki inşaat tarzı aynıdır. Her iki yerde de en büyük piramit Güneş’e ithaf edilmiştir. Nil’de bir Ölüler Vadisi, Teotihuacan’da bir Ölüler Sokağı vardır. Her iki yerde de bazı anıtlar berkitme niteliğindedir. Daha küçük höyüklerin nitelikleri ve amaçları aynıdır. Her iki Piramit’in yüzeylerinden birine ufak bir höyük bitiştirilmiştir. Ay Piramitinde keşfedilen giriş yerlerine bazı Mısır piramitlerinde de rastlanır. Piramitlerin iç düzenleri benzerlik gösterir.
Kadim dünyanın en büyük harikası, Himalayalardaki gözden ırak bir vadide saklı dev bir piramit olabilir. Nitekim, İkinci Dünya Savaşına pilot olarak katılan New Orleanslı James Gaussman, Himalayalar üzerinde uçarken böyle bir piramit gördüğünü ileri sürmüştü. 1942 yılında uçağı arıza yapan Gaussman başından geçenleri savaş sonrasında şöyle anlatmıştı: “Hindistan Assam’daki üssümüze dönüyorduk, motor teklemeye başladı. Gaz borularının donmakta olduğunu fark ederek alçaldım. Dağların arasında zikzaklar çizmeye başlayınca motorlar açıldı. O sırada bir dağa çarpmamak için yan yatmıştım ki, birden kendimi düz bir vadinin üzerinde buldum. Altımda sanki bir peri masalından çıkmış gibi devasa bir beyaz piramit belirdi. Parlak, beyaz bir malzemeyle kaplıydı, metal de olabilirdi, taş da, her yanı bembeyazdı. En harika kısmı ise bir mücevheri andıran ve büyük bir olasılıkla kristal olan kapak taşıydı. Piramidin üzerinde üç tur attım. Oraya inmeyi çok isterdim ama bu imkansızdı. Yapının dev boyutları karşısında şaşırıp kalmıştım. Dağları aştıktan sonra aşağıda Brahmaputra Nehrini gördüm ve Assam’daki alana indim. Üsteki istihbarat subayına beyaz piramitle ilgili gözlemimi anlattım ve bir rapor verdim, ama o bu raporu gerekli yerlere iletmedi. Birkaç hafta sonra da oradan ayrıldım.”
Amerikalı kahin Doc Anderson, Asya’daki gezisi sırasında Çin piramitlerini gördüğünden bahseder. Anderson’a göre Sian’ın batısındaki bir bölgede tam 7 tane piramit var. Dev boyutlarda olan üç tanesi grubun dış kenarlarında yer alıyor. Günümüzde hem Mısır hem de Çin piramitlerini gören yegane kişi olduğunu ileri süren Anderson, Keops Piramidinin iki misli büyüklüğünde olan en büyük Çin piramidinin bilindiği kadarıyla dünya üzerinde insanoğlunun inşa etmiş olduğu en iri yapı olduğunu ifade etmektedir.
Tibetli rahiplere göre, Asya’nın bu gizemli piramitlerinden mabetlerdeki kadim tomarlarda bahsedilmektedir. Yaşlı bir lama bu yapıların en az 6 bin yıllık olduğunu, ancak kimler tarafından niçin ve nasıl yapıldıklarının bilinmediğini söylemiştir. Ayrıca lama Çin piramitlerinin altında tünel girişleri olduğunu ve bu tünellerin Mısır’daki piramitlerle, dağlardaki manastırlarla, hatta deniz aşırı kıtalarla bağlantılı olduğunu da belirtmiştir. Tibetli rahipler, Kutsal Yer altı Krallığı Agarta’nın sırlarının, Shensi’nin 7 piramiti açıldığı zaman çözüleceğini söylüyor ve şöyle diyorlardı: “Dünyanın Kralının sırları Çin piramitlerinde gizlidir. Halkımızın, ondan önceki halkların ve daha öncekilerin kayıtları burada depolanmıştır. Zamanı gelince Dünya Kralı varlığını açığa vurduğunda bu yerler de açılacaktır.” (Sayfa: 10-24)

Teozofist A.P. Sinnett “Piramitler ve Stonehenge” adlı kitabında piramitlerin yapımı hakkında şöyle diyor: “Büyük Piramidin yapımında kullanılan devasa taşların manipülasyonu, ancak insanların daha sonra yitirdikleri bir bilginin varlığıyla açıklanabilir. Doğanın gizemleriyle ilgili bu bilginin bekçiliğini yapan ermişler cisimlerin yapısını değiştirecek ve yer çekimini kontrol edecek sırlara sahiptiler. Dev yapıların mimarisi ancak böyle açıklanabilir. Piramitleri oluşturan devasa taşlar da tıpkı Stonehenge’deki gibi bir işleme tabi tutulmuşlardı. Ermişler bu taşları kısmen levite ederek işlemi kolaylaştırmışlardı. Majik asalar, gizli kelamlar ve vibrasyonel motor. Bu sözler bilimkurgu sayfalarından çıkmış fikirler gibi gelebilir, acaba o dönemde bu sözlerin dayandığı bir temel yok muydu? ”
Walter Owen, 1947 yılında sesin ezoterik kullanımı hakkında şunları yazmıştı: “Ses, avamın bilmediği türden imkanlar taşıyan bir kudrettir. Bu kudret, kadim ermişlerin bildiği, fakat günümüzün emekleyen biliminin yitirdiği veya karşısına geçip dudak büktüğü bir bilimdir. Kozmosun dokusu ses kudretiyle ayakta durmakta ve yine ses gücüyle çözülebilmektedir. Mısırlı rahipler bu bilime sahiptiler, “maht-heru” denilen kudret kelamları inisiyelere ölüler aleminin kapılarını açıyordu. Kral Odasına açılan ön odada yer alan granit varak, aday altında dururken Hierophant’ın onu yerinden kıpırdatmak için söylediği gizemli sözlerle yukarı kalkıp aşağı inebiliyordu. Granit varağın adayı un ufak etmesini rahibin söylediği bu gizemli sözler engelliyordu.”
Ünlü fizikçi Albert Einstein bile piramitlerin yapımıyla ilgili bir soruya şu karşılığı vermişti: “Bizim bilmediğimiz bazı sırlara eskilerin vakıf olduğunu kabul etmek zorundayız. 600 tonluk taş blokların üst yüzeylerinin konkavlaşmış olduğu dikkati çekiyor. Bu ancak muazzam bir çekim veya emme gücüyle meydana gelebilecek bir tesirdir.” (Sayfa: 31-33)

Madam BLAVATSKY (Teozofist) : “4.320.000 yıllık her Büyük Siklusun başında Yedi Yüce Tanrı eşyanın yeni düzenini belirlemek ve yeni siklusa hız kazandırmak için dünyaya iner. Dzyan Kıtalarının yorumunda şöyle denir: “Kudretliler maya niteliğindeki perdemize nüfuz ettikleri her seferinde yüce görevlerini yerine getirirler ve arkalarında ziyaretleri anılsın diye ölümsüz anıtlar bırakırlar. Büyük Piramit de onların denetimi altında inşa edilmiştir.” (Sayfa: 38)

MANLY PALMER HALL’e Göre Piramitler : “Kadim dünyanın inisiyeleri çok uzak görüşlüydüler. Ulusların gelip gittiklerini, imparatorlukların yükselip çöktüklerini, sanat, bilim ve idealizmin altın çağlarını batıl inançların egemen olduğu karanlık çağların izlediğini gayet iyi biliyorlardı. Her şeyden önce gelecek nesillerin ihtiyaçlarını düşünen kadim ermişler, bilgilerinin korunmasını garantiye almak için inanılmaz yollara başvurdular. Bilgilerini dağların yamaçlarına kazıdılar ve her biri geometrik birer harika olan dev heykellerin boyutlarında sakladılar. Kimya ve matematik bilgilerini, cahillerin sürdürecekleri mitolojilerin içinde veya zamanın tam olarak yok edemediği mabetlerin kemerlerinde gizlediler, ne insanın barbarlığının, ne de doğanın acımasızlığının silebileceği harflerle yazdılar. Günümüzde insanoğlu Mısır’da kumlar üzerinde yükselen kudretli piramitlere ya da Palenque’in setli piramitlerine huşu ve saygı ile bakmaktadır. Bunlar kadim dünyanın kayıp sanatları ve bilimlerin dilsiz tanıklarıdır! Şimdiki ırk (Aryenler) Evrensel Dili, sembolizmi okumayı öğrenene kadar bu bilgelik de saklı kalmak zorundadır!” (Sayfa: 38)

RAYMOND BERNARD’a Göre Piramitler : “Atlantis kendi zamanında dünyanın kalbiydi. Koloniler kapasiteleri oranında bilgi alırlardı. Ermişler Kolejinden yetişen inisiyeler gizli bilgeliğin bekçileriydiler ve diğer ülkelerle bağlantıları vardı. Bu bağlantı, Kolejin Atlantis’teki merkezini oluşturan Yüce Piramit’in suretinde yapılmış piramit biçimindeki mabetlerle gerçekleşirdi. Sadece tek bir piramit değişik ölçülerde de olsaYüce Piramit’in kopyası olarak yapılmıştır, bu Keops Piramidi dediğimiz yapıdır. Öteki piramitler Atlantis bilgeliğinin sadece bir kısmını barındırırken, Keops Piramidi bu bilgeliğin tümünü dünya insanının gözleri önüne sermektedir. Yakın bir gelecekte insanlığın hayrına yönelik keşifler yapıldığında bu konudaki tartışmalar da sona erecektir.
“Atlantisliler, dünyaya ait güç akımları başta olmak üzere kozmik güçlerin de niteliğini biliyor ve bunları dikkatli bir şekilde tarıma uyguluyorlardı. Ayrıca doğal afetleri bertaraf etmek için bu güçlerin dengesini uyumlu bir şekilde ayakta tutuyor, çok iyi bir incelemeyle saptanmış olan piramitlerin kurulduğu yerler bu işlevi de görüyordu. Piramitler evrensel enerjinin odaklandığı yerler olduklarından içinde çok etkili ayinlerin yapılmasına da olanak sağlıyorlardı.
“Atlantis yer altı tünelleri vasıtasıyla doğudaki Mısır, batıdaki Brezilya ve İnka kolonileriyle birbirine bağlanmıştı. Büyük olasılıkla piramitlerin bir özelliği de yer altı tünellerini gizleyen giriş kapıları olmalarıdır. Piramitleri inşa edenler tufanın Atlantis’i sulara gömeceğini bildiklerinden bu yer altı sistemini suların basamayacağı şekilde yapmayı düşünmüşlerdi. Mısır ve Yucatan düz araziler üzerinde oldukları için buralarda yer altı tünelleri gerekliydi. Oysa Brezilya gibi dağlık bölgelerde böyle bir önlem alınmasına gerek yoktu.” (Sayfa: 39-40)

Madam BLAVATSKY’ye Göre Piramitler : “Dzyan Kıtalarında şöyle denir: “Büyük Ejderhaya Bilgelik Yılanları sayesinde saygı duyulur. O Yılanların inleri şimdi üçgen biçimli taşların (piramitlerin) altındadır.” Bu cümle bize açıkça göstermektedir ki üç ırkın, yani 3. 4. ve 5. ırkların üstatları veya bilgeleri ya gerçekten bir piramit altında ya da genellikle piramit türü bir yapı altındaki yer altı mekanlarında yaşamışlardır, çünkü bu tür piramitler dünyanın dört bir yanında mevcuttu ve hiçbir zaman firavunlar ülkesinin tekelinde olmadı. Ne var ki, balta girmemiş ormanların bitki örtüsü altında, ovalarda ve vadilerde olmak üzere Amerika kıtasının her yanına dağılmış durumdaki piramitler ortaya çıkarılıncaya kadar piramitlerin sadece Mısır’a özgü olduğu sanılıyordu.
“Dördüncü kök ırkın, yani Atlantisli inisiyelerin müritleri bilgilerini Kikloplar’a, yani “Siklusların Oğullarına” veya Sonsuzun Oğullarına nasıl aktardılarsa, Beşinci kök ırkın (Aryenler) Rishileri ve Devaların öğrencileri de bilgilerini Mısır’a ve Grek dünyasına öyle aktarmışlardı. İşte bu mimari orantısının mükemmelliği sayesinde kadim atalarımız sonraki çağların tüm harikalarını, yani piramitleri, mağara mabetlerini, sunakları, dikili taş anıtları, kurganları ve tapınakları inşa edebildiler.” (Sayfa: 44-45)

Dr. Joseph L. İntelisano piramitlerin işleviyle ilgili olarak şunları söylemektedir: “İnsanlar piramitlerin işlevi konusunda iyice şaşkınlığa düşmüşlerdir. Bu konudaki görüşler firavun mezarından tahıl ambarına kadar geniş bir skala içinde değişmektedir. Bu düşünceler ancak olgunlaşmamış bir zihin için geçerli olabilir. Her şeyden önce piramit sözünün anlamına bir bakalım. Kadim Sami dilindeki piramit kelimesi, yani ehram, ışık mabedi anlamına gelir. Piramitler, coğrafik yerleşim yerine ve kullanılan kuvartz taşının veya manyetik taşın içindeki yapıya bağlı olarak ışığın ve eterik güçlerin uyumlu rezonatörleri gibi işlev görsünler diye inşa edilmişlerdir. Demek ki, ışığın ve eterik güçlerin manipülasyonu vasıtasıyla maddenin geometrik matrisi üzerinde boyutlar ötesi yolculuklar yapmak için plezoelektrik – paramanyetik rezonatörler olarak faaliyet gösteriyorlardı. Işık hızına hakim olan kişi, ışığın fonksiyonu şuurla ters orantılı zaman olgusuna da hakim olacaktır. Sonuç olarak piramitler, ışığın kontrollü manipülasyonu vasıtasıyla boyutlar ötesi yolculuğun kapılarıdır.”
George Van Tassel, Büyük Piramidin yapılmasına nezaret edenlerin, dünyadan ayrılma vakti geldiğinde önce Kral Odasına girerek bedenlerini nasıl şarj ettiklerini anlatır ve şöyle der: “Sonra uzay araçlarıyla tam piramidin üzerine gelip araçlarını da şarj ettiler.Tepe noktasından çıkan pozitif enerji sütunu dünyanın yer çekiminin dışında kaldığı için uzay araçları uzaya fırladı ve hedeflerine doğru müthiş bir hızla yol aldılar.”
Bazı okültist ve araştırmacılar, ürettiği, odakladığı ve depoladığı enerji alanları sayesinde şuuru yükseltici bir özelliği olan Büyük Piramidin Mister Okulları için bir inisiyasyon merkezi olarak işlev gördüğünü söylemektedirler.
Los Angeles’deki Felsefi Araştırma Derneği’nin başkanlığını yapmış olan Manly Hall, Keops Piramidini Ebedi Bilgelik ile dünya arasında görünür bir akit olarak nitelemiştir. Hall’e göre Büyük Piramit ‘Misterlerin İlk Mabedidir’ ve gizli gerçeklerin deposudur. Piramidin kapısından girenler o çağların aydınlanmışları olarak çıkarlardı. ‘İkinci Ölüm’ olayının Kral Odasında sahneye konduğu ve sembolik olarak çarmıha gerilen inisiyasyon adayının lahit’e yatırıldığı söylenir. Aday o sırada fizik dünyadan öteki varoluş düzeylerine geçişi deneyimlerdi. Törenin bir yerinde lahit’e bir asa ile vurulur ve olağandışı bir ses çıkarılırdı. Mistik törenler tamamlandığında inisiye yeniden doğar, ‘ikinci doğumu’ deneyimleyerek iki alemde birden yaşayan varlık haline gelirdi. İşte ancak o zaman inisiye aydınlanmış ve dünya bilgisini edinmiş olurdu
Hall, ‘Tüm Çağların Gizli Öğretileri’ adlı kitabında şöyle yazıyordu: “Büyük Piramidin mistik geçitlerinden ve odalarından eski çağların aydınlanmış kişileri geçerdi. Oraya insan olarak girerler inisiye olarak çıkarlardı. Büyük Piramit ‘ikinci doğuşun’ yeri ve sırların rahmiydi! Tanrı nasıl insanların kalbinde ikamet ediyorsa, orada da bilgelik ikamet ederdi. Modern insanlar bu kadim ayinler hakkında pek bir şey bilmezler. Hem bilim adamları hem de teologlar bu kutsal yapıya hayretler içinde bakarak yapımı için gerekli devasa faaliyeti hangi temel dürtünün esinlendirdiğini düşünüp dururlar. Eğer iyi düşünebilselerdi, gerekli motivasyonu insanın canında sağlayacak tek bir dürtü olduğunu idrak edebilirlerdi. Kısaca bu dürtü, ölümlü olmanın sınırlılığı yerine aydınlanmanın sonsuzluğunu koyma isteğiydi. İnsanlar ondan dünyanın en mükemmel binası, ağırlıkların ve ölçülerin kaynağı, dillerin ve alfabenin kökeni diye bahsederler. Ne var ki onun Ebedi Olana Açılan Kapı olduğunu idrak eden pek az insan vardır.”
Ünlü uyuyan kahin Edgar Cayce, Keops Piramidinin Yüce Beyaz Kardeşliğin bir kadrosu tarafından bir inisiyasyon mabedi olarak yapıldığını ve tepesinde altın, pirinç ve bakırdan oluşan bir kapak taşı bulunduğunu söylemişti. Cayce bu kapak taşının sadece Atlantislilerin bildiği kozmik bir ateşle nasıl parladığını da anlatmıştı. Ona göre kapak taşı yakın zamanlarda hüküm süren bir firavun tarafından yerinden sökülmüştür. Cayce ayrıca Büyük Piramitte Hz. İsa da dahil olmak üzere birçok spiritüel dünya liderinin inisiyasyondan geçtiğini söylemiştir.
Madam Blavatsky piramidin işlevi konusunda şunları yazıyor: “Tüm kadim ulusların mabetlerinde bir ‘Kutsal İç Oda’ bulunurdu. Museviler dışındaki tüm uluslar bu iç odaya bir lahit koyarlar ve mabedi adadıkları Güneş Tanrısının heykelini yerleştirirlerdi. Lahit yeniden dirilişi sembolize ederdi. Keops Piramidindeki Kral Odası da Mısırlıların Kutsal İç Odasıydı. İnisiyasyon Misterlerinin uygulandığı dönemde, Güneş Tanrısını sembolize eden inisiyasyon adayı lahite girerek doğanın doğurgan rahmine giren enerji veren ışını temsil ederdi. Ertesi sabah lahitten çıktığında yeniden dirilmiş olurdu. Büyük misterlerde adayın sembolik ölümü iki gün sürer, son derece ağır deneylerden geçtiği üçüncü günün sabahında güneşin doğuşuyla birlikte ayağa kalkardı. Aday, her sabah her şeye hayat veren güneşi temsil ederken, lahit de dişi prensibi sembolize ederdi. Bu Mısır tradisyonlarında böyleydi, ama ezoterik esaslar tüm geleneklerde aynıdır. Büyük Piramidin yapımında kullanılan ölçülerle Hz. Süleyman’ın mabedinde, Nuhun Gemisinde ve Ahit Sandığında kullanılan ölçüler hep aynıdır. Kadim uluslar için Kral Odasının girişi ve içindeki lahit yeniden diriliş anlamına geliyordu. Burası ölümsüz Hierophantlar’ın ve Tanrı Oğulları’nın yaratıldıkları bir Kutsal İç Odaydı, yani en yüce semboldü.
“Gize Piramidinin inşaatçıları astronomi bilgisine sahiptiler. Misterlerin programı ile inisiyasyon serileri de bu bilgiye dayanıyordu. İşte bu misterlerle inisiyasyonların dünya üzerindeki daimi kaydı ve yok edilemez sembolü piramitlerin yapımı da bundan kaynaklanıyordu. İnisiyasyon siklusu, astronomların tropik veya güneş yılı adını verdikleri o yüce kozmik değişimler dizisinin küçük çaptaki bir kopyasıydı. 25.868 yıl süren güneş yılı siklusunun sonunda göksel cisimler başlangıçta işgal ettikleri rölatif pozisyonlara nasıl geri dönüyorlarsa, inisiyasyon siklusunun sonunda da içsel insan İlahi Arınmışlık ve Bilgiye tekrar kavuşmuş olurdu. Gize Piramidi dışsal olarak doğanın yaratıcı prensibini sembolize ediyor, ayrıca geometri, matematik, astroloji ve astronominin prensiplerini sergiliyordu. İçsel olarak mabedin loş ve gizli odalarında misterler sahneye konuyor ve duvarları sık sık kraliyet ailesi üyelerinin inisiyasyon sahnelerine tanık oluyordu. Kral Odasındaki lahit ise ‘vaftiz kurnası’ görevini yapıyor, lahitten çıkan aday yeniden doğmuş oluyor ve bir ermiş haline geliyordu. Kral Odası, muhtemelen inisiyasyon adayının dar Çıkış Geçidinden ve tavanı alçak Büyük Galeriden geçtikten sonra kabul edildiği son yerdi. Kral Odasına açılan bu ‘dar kapı’ ise (ön oda) Hz. İsa’nın İncil’de sözünü ettiği ‘yeni spiritüel doğuş’ anlamına gelen ‘hayata götüren dar kapı’ dır.
“Tüm deneylerden başarıyla geçmiş olan inisiye bir sedirin üzerinde bir tau (T) haçına bağlanmış (çivilenmiş değil) vaziyette derin bir uykuya dalardı. Buna Siloam’ın Uykusu denirdi. Üç gün üç gece boyunca bu halet içinde bırakılır ve dendiğine göre bu zaman zarfında spiritüel benliği Tanrılarla konuşurdu. Daha sonra adayın bedeni Kral Odasındaki lahitin içine yatırılırdı. Üçüncü günün gecesinde onu bir galerinin girişine götürürlerdi. Belirli bir saatte doğan güneş ışınları yüzüne çarpar, aday Osiris ve Bilgelik Tanrısı Thoth tarafından inisiye edilmek üzere uyanırdı. Daha sonra Hierophant İnisiyatörler ortaya çıkar ve görünüşte Güneş Osirise, ama aslında içteki Ruhsal Güneşe hitaben kutsal sözler söyleyerek ‘yeniden doğanı’ aydınlatırlardı.”
Bruce Cathie, Büyük Piramitteki lahitle ilgili son derece ilginç bir açıklamada bulunarak şöyle demektedir: “Büyük Piramidin en önemli yeri elbette Kral Odasıdır. Piramit hangi bilimsel amaca yönelik olarak yapılmış olursa olsun, geometrik tasarımın topladığı güçler bir zamanlar odadaki bir tek noktada konsantre olmaktaydı. Odadaki taş lahdin pozisyonu, tasarımın ardındaki bilimsel sebebin en güçlü belirtisidir. Yapılan hesaplar göstermektedir ki, piramidin topladığı doğal güçler odaklanmış bir halde lahdin içinde yatan kişinin başına rastlayan bir noktaya yönlendirilmiştir. Bu durumda başın bulunduğu yer, ışığa, kütleye ve yer çekimine uyumlu bir şekilde akort olan dalga formları tarafından bombardıman edilecektir. Bundan ne gibi bir sonuç çıkarabiliriz? Bunu ancak piramidi tekrar inşa ettiğimiz takdirde bileceğiz. Eğer piramit orijinal haline gelecek şekilde restore edilebilseydi, acaba lahdin içinde bir süre yatan kişinin şuur hallerinde bir değişiklik meydana gelecek miydi? Onda kainata ilişkin bilgiler çoğalacak mıydı? Acaba aniden kainattaki zeki varlıklarla bağlantı kurabilecek miydi? Bu konuda bir sürü fikir yürütebilir, ama hiçbirinden emin olamayız.”
Bir okült kaynak, Piramidin içinde depolanan kitaplar hakkında şöyle diyor: “Kral Thothma filozoflarını bir araya topladı ve aralarından 1.200 kişi seçti. Onları 100 kişilik gruplara bölerek yanlarına yeterli miktarda hizmetkar verdi. Her gruba 16 yıl süre vererek dünyanın dört bir yanına gönderdi. Gördükleri her şeyi kayda geçireceklerdi. 16 yıl sonra yolculuk sırasında ölen bazıları dışında hepsi geri döndü. Harika bilgiler toplamışlardı. Thothma bu bilgilerin özetini çıkarttırıp kitap haline getirdi. Tüm kitaplar emniyet içinde olacakları Piramidin güney odasında depolandılar. Thothma ve filozofları getirilen malzemeyi tekrar gözden geçirerek yeni bir kitap hazırladılar ve bu kitaba “Tanrının ve Dünya Kralı Thothma’nın Felsefeleri” adını verdiler. Kitabın kopyaları yapıldı ve dünyanın çeşitli ülkelerine, Tanrının rahiplerine gönderildi. Fakat orijinal kitap Osiris mabedindeki (piramitteki) Kutsal Odaya yerleştirildi.”
Himalayalı bir üstadın müridi olan İngiliz teozofist A.P. Sinnett, bir kitabında Büyük Piramit hakkında şunları yazmıştı: “Keşfedilen üç oda dışında kesinlikle başka odaları da bulunan Büyük Piramit başlangıçtan itibaren bir inisiyasyon mabedi olarak tasarlanmış ve kullanılmış olmasına rağmen, okült gizemlerle ilgili çok önemli bazı objeleri koruma amacına da hizmet ediyordu. Denildiğine göre bu objeler kayalık zeminin içine gömülmüş, piramit de bunların üzerine inşa edilmiştir. Piramidin formu ve büyüklüğü, onu deprem felaketinden ve su baskınlarından koruyacak şekilde düşünülmüştür.”
Ünlü kahin Edgar Cayce’a göre Büyük Piramitle Sfenks arasında bir Kayıtlar Piramidi inşa edilmiştir. Bu yer altı mekanı insanlık nefsini yeninceye kadar saklı kalacaktır. Kayıtlar Holü, insanlık spiritüel amaçlarının gerçek idrakine vardığı zaman açılacaktır. Cayce, Keops Piramidinde geometrik, matematiksel ve insanlığın gelişimine ilişkin daha başka kayıtların da mevcut olduğunu söylemiştir. Cayce’ın kehanetine göre bu kayıtlar şimdiki uygarlığın sonunu belirleyecek olan 1998 yılında son bulmaktadır. 1932 yılında başlayan bir alt ırkla birlikte yeni bir ırk ortaya çıkmıştır. Cayce bu yeni ırka Atlantis, Lemurya ve diğer kayıp uygarlıklardan gelen canların enkarne olacaklarını da açıklamıştı.
Uzaylılarla ilk temas kuranlardan George Adamsky, piramitlerle uçan daireler arasındaki ilişkiye dikkat çekerek şunları söylemiştir: “Piramitler uzaydaki kardeşlerimizin bir sembolüdür. Onlar, bir gün herkes tarafından anlaşılacak kozmik şuuru temsil ederler. Piramitlerin içinde bir uçan daire saklıdır. Dünya hazır olduğunda o gizli odadaki sırları keşfedeceğiz.”
Uzaylılarla bağlantı kuran Dr. George Hunt Williamson da 1950’li yılların başında aynı konuya temas etmiş ve şöyle demişti: “Büyük Piramidi inşa edenler, büyük uzay gemilerinden birini bu yapının yakınındaki bir yere gömdüler. Büyük Piramidin içinde gizli odaların bulunduğu, girişinin de Sfenks’in altında yer aldığı kuşkusuz yakın bir gelecekte ortaya çıkarılacaktır. Sfenks sessizliğini kısa bir süre sonra bozacaktır.”
(Sayfa: 51-64)

Aşağıda, ünlü kahin Doc Anderson trans halindeyken, araştırmacı-yazar Warren Smith’in piramitlerle ilgili olarak kendisiyle yaptığı görüşmenin bir bölümü yer almaktadır.

S- Piramitler ne zaman inşa edildi?
C- Çalışmaların ilerlediğini, büyük taşları bir yerden başka bir yere götüren ve uygarlıklar için bir anıt yaratan insanları görüyorum. Birçokları öyle zannetseler de bu bir mezar anıt değil, bu bizden önce var olan ileri düzeydeki uygarlıkların anısına dikilen bir anıt. Bazıları hem maddi hem de manevi yönden bizden çok daha ileriydiler.

S- Piramitleri planlayanlar kimlerdi?
C- O dönemde kadim Mısır’da bu konularda bilgi sahibi olan birçok kişi vardı. Piramitlerin nasıl yapılacağı, Atlantis sulara gömülmeye başladığında kıtadan kaçanlar tarafından biliniyordu. Atlantisliler bilimlerini, metafizik öğretilerini koruyabilecekleri emin bir yer arıyorlardı, tufanın olacağını önceden kestirmişlerdi. Bilginin emniyetli bir şekilde binlerce yıl saklanabileceği bir yere ihtiyaçları vardı. İşe Gize platosunun altında muazzam bir yer altı odası inşa ederek başladılar. Orada kayıp uygarlıkların kayıtları var.

S- Kendinizi o odaya projekte edebilir misiniz?
C- Birçok oda var. Piramidin altında muazzam odalardan oluşan şebekeler var. Kayıtlar aynen 12.000 yıl önce yerleştirildikleri gibi duruyor. Yapı bittikten sonra kayıtları inceleyenler pek az. Dünyanın spiritüel kişileriyle bazı büyük din adamları inisiyelere yanaşarak bu odalarda çalışma yapmayı başardılar, dünyada bu bilgiyi yaymalarına izin verildi.

S- Bu odaları tarif eder misiniz?
C- Duvarlarından ölümsüz ışınlar yayılan taştan oyulma tüneller. Tüneller önce kayalık katmanlar oyularak yapılmış, daha sonra metalle kaplanmış. Bodrum katındaki bir duvarı kaplamak için biz nasıl lambri döşüyorsak, bu tünellerin duvarlarında da aynı şekilde metalik panolar var. Panolara çeşitli desenler ve resimler oyulmuş. Tüneller platonun bir ucundan öteki ucuna kadar uzanıyor. Tünellerle bağlantılı çeşitli odalar var. Toplantı salonuna ya da kütüphaneye benzeyen birçok büyük salon var. Salonların bazıları müzelerimizde görebileceğimiz türden çeşitli objeleri barındırıyor. Bu objeler söz konusu uygarlıkların halklarınca kullanılan eşya ve makinelerden oluşuyor. Işığın sabit tutulması objelerin bozulmasını önlüyor.

S- Işıklandırma sistemi hakkında bilgi verebilir misiniz? Bunlar nasıl oluyor da ebediyen ışık verebiliyorlar?
C- Bu Atlantis’te yaşamış kişilerce bilinen bir işlem sayesinde oluyor.

S- Daha fazla bilgi verebilir misiniz?
C- Şu dönemde daha fazlasını açıklamam doğru olmaz. Bu tür enformasyon ancak arayan kişi hazır olduğunda verilebilir.

S- Daha ayrıntılı açıklama yapamaz mısınız?
C- Atlantislilerce bilinen kimyasal bir işlem sayesinde çalışıyorlar.

S- Salonlardaki makineler hakkında bilgi verebilir misiniz?
C- Oraya yerleştirilmiş birçok makine var.

S- Bunların işlevi nedir?
C-Atlantislilerin geliştirdikleri ‘ölüm ışını’ makinesi var. Mutantların oluşturulmasında kullandıkları makineler de var. Mutantlar insanla hayvan karışımı yaratıklardı. Büyük Atlantis toplumu dejenere olmaya başladığında bilimsel ahlak da çöküntüye uğramış ve bilim bu tür şeylerle ilgilenir olmuştu. Atlantisli bilim adamları gen şifresiyle ilgili bilgileri sayesinde bu zavallı varlıkları üretmeye başladılar. İnsan zihnine sahip olmamalarına rağmen bedenleri ışınlarla yönlendirilebiliyordu. Atlantisliler hücreleri birbirine aşılamayı da biliyorlardı.

S- Bunu neden yapıyorlardı?
C- Varlıklı kimselerin kullanabileceği hizmetçiler üretmek için. Çiftçilik yapabilecek yarı hayvan yarı insan yaratıklar üretmek için de bu bilgilerini kullandılar. Atlantis’in son dönemlerinde balık-insan tipi bir bileşim de geliştirildi. Karalar giderek parçalanıp sulara gömüldüğünden bu balık-insanlar denizlerde yiyecek üretmek için kullanılıyordu.

S- Orada daha başka neler sergileniyor?
C- Bir başka odada mücevherler sergileniyor. Bir camın altında kocaman elmaslar, yumruk iriliğinde yakutlar var.

S- Böyle bir hazinenin ebediyen oraya kilitlenmesinin anlamı nedir?
C- Piramidi inşa edenler hazinelerle ilgilenmezlerdi. Mücevherleri geçmişteki işçiliğe bir örnek olsun diye bıraktılar.

S- Yer altı yapısının büyüklüğü hakkında bir fikir verebilir misiniz?
C- Kilometrelerce uzunluğunda tüneller var. Galerilerden biri Kayıtlar Salonuna ayrılmış. Her kültürü layıkıyla temsil eden bilgilerin tümü orada. Tomarlar, tuhaf bir dille yazılmış kitaplar ve minyatür şeklinde yuvarlak kayıt kristalleri var.

S- Kayıtlar mı dediniz?
C- Ses kaydı yapan bir taş parçası kullanıyorlar.

S- Atlantis’te mi?
C- Atlantis’te de vardı, ama bunlar yok olmadan önce Lemurya halkından kalanlar.

S- Büyük Piramit konusuna dönelim. Piramit nasıl inşa edilmişti?
C- Önce platonun altında yer alan kayıt odaları tamamlandı, bunun için 40 yıllık bir süre gerekti. Sonra yer altı tonozlarının girişleri kapatıldı ve piramit inşa edilmeye başlandı. O devasa yapı tamamlanıncaya kadar 60 yıllık bir süre daha geçti.

S- Özel araçları var mıydı?
C- Atlantis’ten kalan birçok makine vardı. Bunlar yer altı depolarının yapımında kullanıldı ve çoğu piramidin altındaki salonlarda sergilenmek üzere bırakıldı. Taşları nakletmek ve traşlamak için kullanılan birkaç makine yukarda kaldı. Bunlar yer çekimini alt etmeye yardımcı olan makinelerdi. Bir taşı kaldırmak için 200 kişi gerekirken, bu makinelerin yardımıyla aynı işin yapılması için 20 kişi yetiyordu.

S- Piramidin içinde hala keşfedilmemiş odalar var mı?
C- Hizmet etme liyakati olanlara üstatların çağrıda bulunduğu İnisiye Odası var. İnsanlık bu bilgiyi almaya hazır oluncaya kadar kapalı kalacak. Bu odada piramidin altındaki yer altı odalarına açılan gizli bir kapı da yer alıyor.

S- Bu oda ne zaman bulunacak?
C- 2000 yılı gelmeden önce.

S- Dünyanın tepkisi ne olacak?
C- Hayrete düşecekler, birçok gizemler açıklanacak, birçok yeni kitabın yazılması gerekecek, birçok bilginin hatalı olduğu görülecek. Ama yine de dünya bu değişime hazır olacak ve kültürümüz bir Altın Çağ dönemine girecek. O doneleri orada bırakmalarının sebebi de bu, yani gelecek neslin ilerlemesini sağlamak. Elbet bu bilgilerle birlikte onların nasıl kullanılacağına dair kurallar da gelecek. Onların yaptıkları hatalardan ders alabilir ve dünyanın gerçek varisleri olabiliriz.

Doc Anderson ayrıca şunları da ilave etmiştir: “ Tibet’teki lamalar bana, Atlantik Okyanusu’nun ortasındaki büyük bir adadan çıkan yer altı geçitlerinin işaretlendiği bir harita gösterdiler. Bu tünellerin bir kısmı Avrupa’ya, bir kısmı Amerika’ya ve Asya’ya uzanıyordu. Bu kadim harita üzerinde, Afrika’daki tünellerin Mısır’daki Büyük Piramidin yakınında sona erdiği görülüyordu. Teksaslı petrolcü John Shaw’la birlikte kısa bir süre önce Gize’ye gitmiştik. Arap rehberlerimizden biri, Gize düzlüğünün altındaki bir tüneli aradığından bahsetti. Kendisinde bu tünelin girişini gösteren eski bir haritanın bulunduğunu söylüyordu. Rehbere göre söz konusu tünel bir yer altı krallığının girişiydi.” (Sayfa: 64-68)

Piramit biçimindeki bir yapı içinde oturan, yatan, uyuyan veya meditasyon yapan ve piramit enerjisiyle temasa geçenlerin deneyimlerinde bazı ortak noktalar vardır. Piramidin insan üzerindeki psişik etkisini anlamak bakımından incelenmesi gereken noktalar şöylece sıralanabilir: 1- Piramidin içinde insanlara rahatsız edici değil de, daha çok hoşa gidici nitelikte bir ‘soyutlanma duygusu’ gelir. Kendi dünyasına çekilen insan, bazen bu duyguyu bir ormanın derinliklerinde veya bir göl kenarında yalnız kalmaya benzetebilir. 2- İnsan piramide girdiğinde bir güvenlik duygusu egemen olur. Koruyucu bir varlıkla birlikteymiş gibi bir duygu oluşur. 3- Piramitte bir süre kalan birçok insan huzur, barış ve sükunet hali yaşadığını söylemiştir. Düşmanca duyguların ve öfkenin çözülüp yok olduğu görülmüştür. Piramitte kalan bir süje yaşamın tüm negatif sorunlarını aklına getirmeye çalışmışsa da, gerginlik yaratan düşüncelerin uçup gittiğini görmüştür. Bir başkası, piramide sorunlara gömülmüş bir halde girdiğini, fakat yaklaşık bir saat sonra piramitten çıktığında bu sorunların ne olduğunu bile hatırlamadığını söylemiştir. 4- Piramidin içinde gevşemek ve konsantre olmak çok daha kolay olmaktadır. 5- Piramit içinde düzenli meditasyon yapan kişi, bir sevinç ve kozmik güçlerle bütünleşme hali deneyimler. Bazen içerde spiritüel izlenimler alır, dışarı çıktığında da psişik deneyimler geçirir. 6- Piramitte bir saat da kalınsa, bir gece de kalınsa zamanın akışı algılanamamaktadır. Piramitte geçirilen zamanın doğru olarak değerlendirildiği olaylar çok enderdir. 7- Piramitteki uykunun dışarıdakinden çok daha derin olduğu ifade edilmektedir. Çoğu kez kısa bir şekerleme yapan kimseler uyandıklarında sanki saatlerce uyumuş gibi dinlendiklerini söylemişlerdir. 8- Süjelerin bir kısmı özellikle piramidin ortasında alışılmışın dışında bir enerji alanının varlığını fark etmiş, ellerini tepe noktasına kaldırdıklarında sanki derilerine ufak iğneler batırılıyormuşçasına karıncalanmalar hissetmişlerdir. Piramidin içindeki odaklanmış enerjilerin insan bedenindeki enerji akışını etkilemesi doğaldır. Bu etki, eterik düzeydeki enerji merkezleri, yani insan bedenindeki çakralar yoluyla oluşmaktadır. (Sayfa: 70-71)

Kral Odasının insan zihnini etkileyen paranormal nitelikteki tesirleriyle yüz yüze gelen ünlü kişilerden biri de Napolyon’du. 1798 yılında Mısır’ı fethettiğinde Keops Piramidini ziyaret etmek istemişti. Ancak bu istek kendisi için hiç de hayırlı olmayan bir sonuca yol açtı. ‘Büyük Piramidin Sırları’ adlı kitabın yazarı P.Tompkins bu olayı kitabında şöyle anlatır: “Dışarı çıktığında generalin yüzü bembeyazdı. Olağanüstü bir etki altında kaldığı her halinden belli oluyordu. Yardımcılarından biri alaylı bir ifadeyle gizemli herhangi bir şeye tanık olup olmadığını sorunca Bonapart söyleyecek bir şey yok diyerek kestirip attı, sonra adama bir daha bu konunun açılmasını istemediğini söyledi. Yıllar sonra imparator olduğunda, piramitte olup biten her neyse hala o konuda konuşmaktan kaçınıyordu. Sadece orada kaderinin bir bölümüne tanık olduğunu ima etmişti. Nitekim, sürüldüğü St. Helen adasında ölümü beklediği bir sırada yanındaki Las Cases’a tam içini dökecekken başını sallayıp “Hayır, yararı olmaz ki, bana inanmazsın!” demişti.” (Sayfa: 80)

BİLL SCHUL (Araştırmacı-Yazar) : “Piramit kelimesi Grekçe ‘ateş’ anlamına gelen ‘piro’ ile ‘merkezde’ anlamına gelen ‘amid’ kelimelerinden oluşur. Ateş, kadim öğretilerde hayatın tümünü besleyen hayat gücü olarak tanımlanırdı. Dolayısıyla piramit, yani ‘merkezdeki ateş’ biyokozmik enerjinin ta kendisidir.” (Sayfa: 83)

Piramitle ilgili enerji olgusunu, tezahür ve fenomenlerini belirlemek için kullanılan ‘Piramit Etkisi’ ifadelerine her nerede rastlarsak Dr. G. Patrick Flanagan’ın adını da aynı kaynakta görebiliriz. Çünkü Piramit Etkisiyle ilgili çalışmaların en ön safında bu genç dahi yer almaktadır. Aynı zamanda bir mucit olan ve bilimin her dalıyla ilgilenen Flanagan, bir piramidin yüzey yüklerindeki dağılımın tepe noktasında bir güç yoğunlaşmasına yol açtığını tespit etmiştir. Elektronik diferansiyel termometresi adlı bir alet geliştiren mucit, iki sonda arasındaki en ufak ısı farklarını bile saptayabilmektedir. Flanagan bu termometreyle ve geliştirdiği diğer aletlerle alışılmışın üzerindeki piramit enerjisinin kesin niteliğini yaklaşık olarak tespit edebildiğini ileri sürmektedir. Ona göre bir piramidin barındırdığı enerji; mevsime, hava şartlarına, Ay’ın içinde bulunduğu safhaya, içinde bulunduğumuz saate ve çevredeki iyonların polaritesiyle niceliğine bağlı olarak değişmektedir. Piramit etkisi açısından en önemli iki faktör, piramidin manyetik kuzeye bakacak şekilde hizalanması ve atmosferik elektrikiyetin serbest iyonlar bakımından polaritesi ve niceliğidir.

Aşağıda, araştırmacı-yazar Brad Steiger’in Dr. Flanaganla yaptığı ilginç söyleşinin bir kısmını aktarıyoruz:

S- Araştırmalarınız, piramit deneyimlerinde telkin gücünden başka şeylerin de rol oynadığını ortaya koydu mu?
C- Elbette, gözleri kapatılan süjelerin başlarına piramit ya da küp şeklinde kutular koyarak deneyler yaptık ve farklı sonuçlar aldık. Bu hayal gücünün de, majinin de ötesinde bir şeydir. Piramit, farklı radyo dalga frekanslarına göre biçimlendirilmiş bir antendir.

S- Sizce piramit bir tür filozof taşı, yani çözmek için çabalamamız gereken bir tür sembol olarak mı işlev görüyor?
C- Çoğu zaman Piramiti insanlığa yol göstermek için geçmişten kalan bir fener olarak görürüm! Sanki büyük bir felaket anında insanlığı kurtaracak keşiflere yol açacak bir fener! Kanımca Piramit, deşifre etmeye çalıştığımız birçok gizemi bünyesinde barındıran bir ‘bilgi kapsülü’ gibidir.

S- Tüm buluşlarınıza piramit enerjisinin yön verdiğini mi söylüyorsunuz?
C- Evet, bilimsel çalışmalarım açısından geldiğim nokta budur. Ancak size Mısır’a gitmeden evvel nelerle karşılaştığımı anlatmalıyım. Büyük Piramidi ziyaretimden dört ay kadar önce, nişanlım Eva Bruce’la Bell Air’deki bir köşkte bir tasavvuf mürşidiyle karşılaştık. Her şey onunla başladı, mürşit parmağını alnımın ortasına koyarak şöyle dedi: “Ne gelecekten haber veriyorum, ne de seni pohpohluyorum, fakat geleceğini görüyorum. Bir süre sonra Mısır’a gideceksin, orada hayatını büyük ölçüde değiştirecek bir olay meydana gelecek, büyük bir değişim geçireceksin.” Mürşit ertesi gün İstanbul’a dönüyordu, ayrılmadan önce “Söylediklerim doğru, inansan da inanmasan da bunlar gerçekleşecek, çünkü bu senin kaderin” dedi. Nitekim tam iki ay sonra önceden tanımadığım Amerikalı bir işadamı beni Mısır’a davet etti. Mısır’dayken Büyük Piramitte bir gece kalabilmek için bir yolunu bulup izin kopardık. 9 Eylül 1974 gecesi saat 11.30’da Gize düzlüğüne doğru yola koyulduk. Bazı kontrollerden geçtikten sonra girişteki bekçiler tarafından Kral Odasına götürüldük. Bekçilere içerde ışık istemediğimizi söyleyince flüoresan lambalarını söndürdüler ve piramitten çıkarak kapıyı üstümüze kapattılar. Artık ertesi sabah saat 7.30’a kadar piramitte mahsur kalacaktık. Esquire Dergisi’nden bir muhabir de bizimle birlikteydi. Nişanlımla “om” gibi bazı mantralar söyledik. Bir ara, oturmuş vaziyette meditasyon yaparken vücudumun her yanının titremeye başladığını hissettim. Kaslarımda ve güneş sinirağı bölgemde spazm şeklinde kasılmalar başladı. Belkemiğimde sanki bir elektrik şoku oluşuyordu. İnlemeye başlamıştım, sanki biri beni düşük voltajlı bir elektrik akımına bağlamış gibiydi!

S- Demek ki bu fiziki bir rahatsızlıktı.
C- Evet tamamen fizikiydi, daha önce böyle bir şey hiç başıma gelmemişti. Bu durum yarım saat ya da 45 dakika kadar devam etti. Sonunda üzerime uyku denebilecek bir ağırlık çöktü, uyku esnasında bedenimi terk ederek bir odaya girdim, burası gizli bir odaydı!

S- Daha önce hiç astral seyahat deneyiminiz olmuş muydu?
C- Evet. İşte o odaya girdim, tonozlu bir tavanı vardı, Kral Odasındaki gibi düz değildi. Odanın ortasında taş kürsüye benzeyen bir şey vardı. Üstünde iki altın levha gibi görünen bir obje duruyordu, levhaların üzerinde el kalıpları vardı. İnsan ellerini bu kalıpların üzerine koyduğunda sinir sistemi vasıtasıyla enformasyon edinebiliyordu. Sonra etrafıma bakınarak odaya nasıl girebileceğimi kestirmeye çalıştım. Yana kaydırılarak açılan taş bir blok gözüme ilişti. Kendime geldikten sonra el fenerini yakarak Kral Odasının içini aramaya koyulduk. Köşedeki taş sanki öte tarafta bir şey varmış gibi duruyordu, ancak oraya nasıl girebileceğimizi kestiremedik. Daha sonra nişanlımla karanlıkta meditasyon yapmaya başladık. Birden garip bir şey oldu, büyük bir gürleme işittik. Eve, bunu bir yük treninin gürültüsüne benzetti, bense bir jet egzozu gibi algıladım. Gürültü birkaç dakika kadar sürdü, sonra ses azaldı. İkimiz de şok geçirmiş birbirimize bakakalmıştık. Hemen ardından ilahiler söyleyen bir koro sesi işittik. Sanki duvarın öte yanında kadın ve erkeklerden oluşan bir koro vardı, oraya açılan bir kapı olsaydı söylediklerini tam olarak duyabilecektik. Az sonra o ses de kesildi ve kadın sesine benzer bir ses duyduk.

S- Duyduğunuz sesler arasında seçebildiğiniz herhangi bir kelime yok muydu?
C- İngilizce ya da Arapça değildi, nerdeyse bir kilise ilahisine benziyordu, aslında seçebildiğimiz bir şey yoktu. Daha sonra Ouspensky’nin bir kitabında aynı olaya rastladım, yazar da piramitte yalnız başına kaldığında bizimkine benzer bir deneyim yaşamıştı. Bu arada belkemiğimin ortasından başıma doğru çıkan şiddetli bir sıcaklık ya da soğukluk hissettim. Bu beni rahatsız etmemiş, aksine hoşuma gitmişti. Nişanlım da ben de ayaklarımızdan başlayıp yukarı doğru çıkan bir karıncalanma, bir ürperti hissetmiştik. Gecenin geri kalan kısmında pek kayda değer bir şey olmadı.

Flanagan bu deneyimden 1,5 ay sonra Üstat Kaskafayet adında bir ruhsal rehberle bağlantı kurmuş, tasavvuf mürşidinin kehaneti de böylece gerçekleşmişti. Üstat Kaskafayet’in Flanagan’a anlattığına göre, dünyadaki evrim onlar tarafından çok dikkatli bir şekilde planlanmış! Tarihin başlangıcından beri insanlığa sürekli bilgi verilmekte ve tek kişiye bel bağlanmamaktaymış. Aynı fikir 1000 kişiye verilmekte, bunlardan sadece 100’ü bu fikrin peşine düşmekte, 100 kişiden sadece 10’u fikri işlemekte ve 10 kişiden sadece 1’i onu insanlığa aktarmaktaymış. Yine Kaskafayet’e göre bizler dünya denen okuldaymışız ve uzaktan programlanmaktaymışız. Bir kişi alıcılığı oranında onlara aracılık edebilirmiş, eğer görevi yapamayacağı anlaşılırsa üzerinde durulmaz saf dışı edilirmiş! (Sayfa: 83-92)

Okült kaynaklarda, dünyada ibadet, meditasyon ve şifa amacıyla kullanılan özel yerler bulunduğundan bahsedilir ve bu yerlerin dünyayı kuşatan enerji alanları desenine bağlı olduğu söylenir. Bu alanların kesiştiği hatlar boyunca enerji ızgaraları oluşmakta ve bazı yerlerde enerji girdapları ortaya çıkmaktadır. Kadim halklar bu enerji hatlarının farkındaydılar, onların kesiştiği noktalarda mabetler ve okullar inşa etmişlerdi. Söylendiğine göre piramitler de enerji girdaplarının rastladığı yerlere yapılmıştır. Büyük Piramit bu enerji faaliyetlerinin en yoğun olduğu yerlerden biridir.
İngiliz mucit Sir W. Siemens, Keops Piramidinin tepesinde dururken elini yukarı kaldırıp parmaklarını açınca keskin bir çınlama sesi duymuştu. Aynı hareketi Arap kılavuzlardan birine yaptırıp kendisi de işaret parmağını ileri uzatınca ani bir elektrik şokuyla karşılaşmıştı. Daha sonra bir gazeteyi ıslattıktan sonra şarap şişesinin üzerine sararak bir ‘Leyden şişesi’ meydana getirdi. Başının üstünde tuttuğu şişe giderek elektrikle şarj oldu ve şişeden şerareler çıkmaya başladı. Arap kılavuzlar kendisini büyücülükle suçladılar, adamların giderek saldırgan hale gelmeleri üzerine Siemens şişeyi kılavuzlardan birine doğru uzattı, aniden şişeden yayılan bir enerji şoku adamı yere yıktı. Bu olay, Büyük Piramitte bol miktarda serbest enerji bulunduğunun bir kanıtıdır.
Gize piramitlerinin üzerinden geçen uçakların cihazları bu bölgede normal çalışmadığı için pilotların piramitlerin üzerinden geçişi yasaklanmıştır. Arap kılavuzlar zaman zaman Büyük Piramidi gizemli bir ışıkla çevrelenmiş gördüklerini söylemektedirler. Bir keresinde William Grof, Mısır Enstitüsü üyeleriyle birlikteyken Büyük Piramitten bir alevin çıktığına tanık olmuştu. (Sayfa: 94-97)

Keops Piramidinin orantıları, piramit formu ve kuzey güney ekseni esas alınarak yapılmış piramit modelleri pratik açıdan aşağıda sıralanan yararları sağlamaktadır:

1- Kararmış para ve mücevherler piramidin içinde bırakıldığında yeniden eski parlaklığına kavuşur.

2- Kirlenmiş suyu birkaç gün piramit içinde bırakarak arıtabiliriz.

3- Süt birkaç gün süreyle taze kalır ve sonunda bozulmadan yoğurt haline gelir, oysa dışarda bırakılan süt bu sürede kesinlikle ekşir. Bir Fransız şirketi yoğurt satmak için piramit biçiminde bir kap patenti almıştır. Bir İtalyan süt firması ise sütü piramit biçiminde kartonlarda satmaktadır.

4- Et, yumurta gibi organik maddelerin suyu çekilir ve mumyalaşır.

5- Koparılarak piramidin içine yerleştirilen çiçeklerin de suyu çekilir, ancak biçimlerini ve renklerini korurlar.

6- Bitkiler piramit içinde daha hızlı büyürler.

7- Piramitte bırakılmış su, beş hafta süreyle yüz losyonu olarak kullanıldığında yüz bakımı sağlanmış olur.

8- Aynı suyu hazımsızlığı gidermek, yaraları iyileştirmek için de kullanabiliriz.

9- Piramitte bırakılan alüminyum varak içinde et daha çabuk pişer. Aynı varağı şapka biçimine sokup takarsak baş ağrısı kesinlikle geçer ve gevşeme kolaylaşır.

10- Bir süre için piramit içinde bırakılan kahve, şarap, meyve suyu gibi içki ve meşrubatların tadı güzelleşmektedir. Kahvenin acılığı gider, şarap tatlanır, hatta sigaraların sertliğinin kaybolduğu, içiminin daha güzel hale geldiği söylenmektedir.

11- Piramit içindeki bir çöp bidonuna konulan yemek artıkları hiç koku yaymadan mumyalaşır.

12- Sıvılarda askıda kalan cisimler piramit içinde çökelmektedir.

13- Kesik, yanık, sıyrık gibi çeşitli yaralar büyükçe bir piramidin içine oturtulduğunda daha çabuk iyileşme eğilimi gösterir. Diş ağrısı, migren ve romatizma gibi rahatsızlıklar bir süre piramitte kalanlarda kendiliğinden yok olmaktadır.

14- Tıpta, bedenden alınan deri aşıları bir süre piramit etkisine maruz bırakıldıktan sonra transplantasyon işleminde kullanıldığında ameliyat sonrası dönemde deri dokularının hızla şifa buldukları görülmüştür.

15- Dişçilikte hastaların alt çenelerine yerleştirilen emplantasyon çerçeveleri, daha önce piramit enerjisiyle şarj edildiklerinde ameliyat sonrası iyileşme süresi akıl almaz derecede kısalmaktadır. Aynı işlem protezlere de uygulanmakta ve olumlu sonuçlar alınmaktadır. Bu uygulamaların yapıldığı odanın tavanında metal çubuklardan yapılma bir piramit ızgarası bulunmaktadır. (Sayfa: 112-114)

EVRENSEL YÖNETİCİ MEKANİZMA

İlahi İrade Yasaları, insanların yasaları gibi belirli zamanların belirli sosyal zorunluluklarına bağlı anlayışlardan doğan bir ruh halinin ifadesi değildir. Onlar, kainatın ezelden ebede kadar oluşumunun koşullarını ve bu koşulların birbiriyle ilişkisini tayin ve tespit eden hükümleri barındırır. Bu yasaların kesin olmadığını düşünmek, kainatın büyük düzensizlik ve anarşi içinde darmadağın olduğunu ve yerini yokluğa terk ettiğini kabul etmektir.
Doğa yasaları İlahi İrade Yasalarından bağımsız değildir, onların görece olarak sınırlı ve belirli bir aleme (üç boyutlu aleme) has kısmının insan diliyle ifadesidir. Bir fikir vermek için İlahi İrade Yasalarına örnek olarak nedensellik prensibini, evrim yasalarını ve ilgi yasalarını sayabiliriz. Bunlar sonsuz İlahi İrade Yasalarının, insan anlayış ve duyuşu içine şöyle böyle girebilen kısmi olaylara ait bölümleridir. Bunların dışında, bir sınırsızlık kavramı içinde gelişen olaylar ve o olayların bağlı olduğu yasalar vardır.
İlahi İrade Yasaları değişmez ve kesindir. Tanrının iradesinin tezahürleri herhangi bir etkiye bağlı olarak doğrultusunu değiştirmez, ters doğrultuda hiçbir hareketin onlar üzerinde etkili olması düşünülemez. Böyle düşünmek, insanı Tanrı’dan daha üstün bir kudretin varlığına inanmak gibi bir kuruntuya sürükler, ayrıca Tanrının mutlaklığıyla bağdaşmayan bir durum yaratır. (Sayfa: 10-12)

Yüksek Rehber Ruh KADRİ (Celse 15. 1. 1947) : “Varlıkların izlemek zorunda oldukları bir takım yasalar ve düzenler vardır. Bunlar adeta bir ders programı gibi birbiri ardınca yapılması gerekli kılınmış ve düzenli olarak meydana gelmesi sağlanmış yasalardır. Ne olursa olsun bu programdan sapmanın imkan ve ihtimali yoktur. Bazıları buna doğa yasası der. Kesin gerçek şu ki, bu hiç aksamadan meydana gelen bir harekettir. İşte tüm alemler bu düzene bağlı olarak sürekli kolaydan zora doğru bir takım ilerlemeler kaydederek akıp gitmektedir. Bu düzenli ilerleme ve gelişme varlıkların yükselmelerini ve alemlerin düzenlerini meydana getirir.” (Sayfa: 13)

İlahi İrade Yasaları uyarınca varlığını kanıtlamak ve hareket yeteneğini göstermekle yükümlü her varlık, herhangi bir doğa yasasının çizmiş olduğu doğrultudan ayrıldığı zaman başka bir yasanın gerekleri içinde faaliyet göstermek zorundadır. Aksi yönde bir faaliyet yapması söz konusu değildir. Bu düşünceler kader konusunun aydınlatılmasında büyük yararlar sağlayacaktır. İnsan iradesi bir ilahi yasanın gereklerinden ancak başka bir ilahi yasanın gereklerine uyarak kurtulabilir ya da ancak o şekilde faaliyet gösterebilir. Bunun aksine hareket eden insan, ne kadar çırpınırsa çırpınsın herhangi bir faaliyette bulunamaz. (Sayfa: 14-15)

Yüksek Rehber Ruh ÜSTAT (Celse 12. 7. 1936) : “Evvelce de söylediğim gibi, doğa yasası dediğiniz kurallar o kadar çok o kadar çeşitlidir ki, bunlardan birinin sonucu bir diğerinin sonucuna uymayabilir. Bu iki sonuç birbirine uymamakla birlikte yine de doğanın ürünüdür.” (Sayfa: 15)

Yüksek Rehber Ruh ÜSTAT (Celse 31. 5. 1936) : “Doğa yasaları kavrayamayacağınız kadar kapsamlı ve karmaşıktır. Bu yüzden, bir takım doğa yasalarına karşıt gibi görünen bir irade diğer doğa yasalarının etkisiyle gerçekleşir.” (Sayfa: 15)

İlahi İrade Yasaları varlıkları sürekli evrimleştirmeyi, son bir aşama koymaksızın hep ileri doğru yürütmeyi amaçlar. Ama bir varlığın iradesini başka bir varlığa teslim ederek evrimleşmesi mümkün değildir, iradenin esareti evrimi köstekler. İradesini bizzat kullanmayan ve başkasına devreden varlık yürümüyor, itiliyor demektir! Oysa evrim için itilmek değil, yürümek gerekir. Bu yürüyüş iyiye, güzele ve sonu gelmeyecek aşkın realitelere doğrudur. Eğer evrim itilerek mümkün olsaydı, yerde duran taş parçası da insan gibi evrimleşir, insanla ot arasında evrim bakımından hiçbir fark kalmazdı. Evrim bir ayrıcalık değil bir kazançtır. Her kazanç ancak belirli bir yolda sarf edilecek emek ve çaba karşılığında elde edilir.
Görüldüğü gibi, varlıkların evrimleşmek için İlahi İrade Yasalarına uyma zorunluluğuyla iradelerini serbestçe kullanma zorunluluğu aynı amaca yönelik yürüyüşün iki ayrı cepheden görünüşüdür. Bunlardan birinin varlığını inkar etmek diğerindeki anlamı yok eder, yani hem evrim hem de hür irade İlahi İrade Yasalarının zorunlu kıldığı konulardır. Öyle ki bunlar birbirine bağlı hareketlerdir. (Sayfa : 18-19)

Tanrıya küfredenler de vardır, bu kadar korkunç bir hareket de mi kaderdir? Kulun bu anlamsız hareketi yapmasını Tanrı mı istemiştir? Bu çok yanlış ve cüretkar bir düşüncedir. Oysa o insan sonuçlarını idrak etmeden kendi inisiyatifiyle bu yakışıksız hareketi yapan bir biçaredir! Buna rağmen o biçareyi yaptığı bu yakışıksız hareketten hiçbir ilahi kudret alıkoymuyor! (Sayfa: 23)

Yüksek Rehber Ruh MUSTAFA MOLLA (Celse 21. 2. 1948) : “Size daha önce de söylediğim gibi insan buraya (öte aleme) kendi iradesiyle geliyor, isabetli ya da isabetsiz karar ve istekleriyle geliyor. Hatta buradan daha yukarı gitmeniz ya da tekrar dünyaya dönmeniz yine sizin isteğinize bağlı.
“Tanrı nasıl olur da sizi kendi istek ve iradesi dahilinde çekip çevirir? O takdirde ne kişiliğinizin, ne de hayatınızın anlamı kalırdı. Dikkat etmiyor musunuz, sizin için Tanrının egemenliği değil, sadece yasaları vardır. Bu yasalar ne Tanrıdır ne de insan! Olayların meydana gelmesi ise ne Tanrıyla ne de peşin hükümlerle ilgilidir, insan sonsuza kadar özgürdür.
“İyiliklerin sizi ne kadar yücelttiğini, ruhen ne kadar derinleşip adeta sonsuzluğu teneffüs eder hale geldiğinizi pekala anlıyorsunuz. O halde niçin tekrar kötülüklere ve düşüşe razı oluyorsunuz? Bu da mı Tanrıdan? İyi halleriniz Tanrıya doğrudur, peki kötü halleriniz kime doğrudur? Tanrı size sonsuz özgürlük ve iktidar verdiği halde her işiniz için Tanrıyı öne sürüyorsunuz!
“Bu ezeli bir savaştır. Yaşayacaksınız, iyi ya da kötü, ama amaca uygun düzey ve idraki ille de kazanmak zorundasınız. İster bir kere dünyaya gelin, ister bin kere! Ne elde ederseniz kendiniz için edersiniz. Tanrı kendine küfredenleri yok ediyor mu ? Hatta onların sizden daha rahat yaşadığını görmüyor musunuz? Bu size ne ifade ediyor?” (Sayfa: 23-24)

İlahi İrade Yasaları hiç kimseyi zorla bir harekete sürüklemez, ama liyakat ve kazancını artırmak isteyenlerin önüne tüm imkanlarını serer. Gereksinimi oranında her türlü evrim vasıtalarından yararlanması için kolaylık sağlar ve insan kudretinin uzanabileceği noktalara kadar bu imkanları uzatır. Aşağıdaki mesaj bu düşünceyi güçlü bir şekilde vurgulamaktadır:

Yüksek Rehber Ruh MUSTAFA MOLLA (Celse 1. 4. 1948) : “İlahi bağış nedir? Bu soru size yöneltildiğinde ne tür bir yanıtla karşılaşacağımızı merak etmekteyiz! Bağışın insan üstü bir tecelli olduğunu unutmamalısınız. Öyle verimli bir idrake kavuşacaksınız ki, gerçek perdelerinin birer birer kaldırılması mümkün olacak ve bu uzun evrim yolunda şüphenin size zarar vermesine artık izin verilmeyecek.
“Bağış, yüreğinizde açmış ilahi dileklerin dua, yalvarma ve çalışmayla gerçekleşen bir armağanıdır. Böyle bir şeye erişmek ne kadar mümkün? Size açıklamak istediğim asıl nokta işte bu. İlahi bağışın tabiattaki varlıkların tümünü kapsadığını söylememe gerek yok sanırım. İnsan bunu ufak bir zihni çabayla anlayabilir.
“Biz bizden evvelkini ve sonrakini tayinden acizken, dünya ve ahiret işlerinde ilahi iznin en büyük uyumu teşkil etmediğini nasıl iddia edebiliriz? Elbette Hak bir tasavvurdur ve bizden üstündür. O halde kesin gerçeklerin ortaya çıkışı yine onun iradesine bağlıdır. Hangi imkan vardır ki Tanrı katında bir sır olsun? Bunun hiçbir sebebi olamaz. En ufak çabayla en yüksek irade arasında sonuç olarak büyük fark olduğunu anlamanız gerekir. Bir daldaki meyvenin alınması bile çaba gerektirir. Bu çaba işte size elmayı getirmiştir, fakat elmayı dala getiren kimdir? Siz sadece almaktasınız, ama düşünmelisiniz ki siz de kendinize göre bir şey meydana getirebilirsiniz. Doğa tüm gizli çalışmalarıyla neler veriyorsa, siz de öylece ruhen yükselme emeliyle dolmalısınız. İsteklerinize ancak bu yolla erişebilirsiniz.” (Sayfa: 27-28)

Her varlık bilerek ya da bilmeyerek doğa yasalarının uygulanmasında faal bir rol oynar. Onun İlahi İrade Yasaları karşısındaki özgürlüğüne anlam kazandıran zorunluluk da buradan kaynaklanır. Ruh dostlarımızdan Akın, 31.7.1948 tarihinde verdiği bir mesajda “Her ruh kendi yeteneği oranında ve ruhi düzeyine göre doğa yasalarının uygulanmasında yer alır” diyor. 14. 8.1948 tarihli bir başka mesajında ise, “Şüphesiz ruhlar doğa yasalarını uygulamaya memur değiller midir?” diye soruyor. Ve yine 28. 8. 1948’de verdiği özel bir mesajda şöyle diyor: “Her ruhun kendine göre bir görevi vardır. Ruhlar yükseldikçe doğa yasalarından yararlanma şekli de büsbütün değişir. Kainat düzeninin uygulanmasında en ufağından en büyüğüne kadar tüm ruhlar bilerek ya da bilmeyerek kendi imkanları dahilinde görev yaparlar.” Öte yandan, 10. 11. 1948 tarihindeki celsede sevgili rehber dostumuz Mustafa Molla’ya Yüksek Varlıkların İlahi İrade Yasalarını uygulamada bir rolleri olup olmadığını sorduğumuzda şu yanıtı aldık. “ Eğer bunu siz anlayabiliyor ve içtenlikle gerçeğin nüansına varabiliyorsanız hemen kesin olarak “evet” diye yanıtlayabilirim. Fakat bir şey anlamayan, sınırlı düşüncenin garabetinden kurtulamayanlar için yanıtımız “hayır” olacaktır.” (Sayfa: 32-33)

“Ben hürüm, evrimime elverişli olan kudret dahilinde her istediğimi yapabilirim” demek ne kadar saçmaysa, “Ben tabiatta ne düzen, ne yasa, ne de uyum tanırım. Ben bunların üstünde bir iradeye sahibim” demek de o kadar saçmadır. Her varlığın ancak kendi kudreti oranında bir irade özgürlüğü vardır. Aklının ermediği, duygu ve idrakinin kavrayamadığı ve ruh kudretinin yetmediği işlere burnunu sokmaması gerekir.
Görgü, deneyim ve bilgi eksikliği yüzünden nedensellik ilkesine vakıf olmayan ve her olayda bir tesadüf kavramına inanan insanların doğa yasalarından yararlanma alanları da daralır. Onlar kendi anlayışlarına göre gelişi güzel yaşamaya başlarlar. Dostumuz Kadri bir mesajında şöyle diyor:

Yüksek Rehber Ruh KADRİ (Celse 3. 9. 1947) : “Hiçbir kudret ezeli yasanın dışına taşamaz. Her şeyde bir tedriç kuralı vardır. Hayatta her varlık tüm isteklerine kavuşma fırsatını elde etseydi, diğer alemlerin hiçbirine gerek kalmazdı. Bunlar geçilmesi gereken sarp, bazen kayalık, bazen de güneşli yollardır.” (Sayfa: 36-38)

Prof. Dr. EDWİN FAUST (Fizik Bilgini) : “Biz eşyayı ne kadar analiz edersek edelim ve onu aslına, yani ana maddesine döndürmeye çalışırsak çalışalım, sonunda mutlaka kainatı meydana getiren atomların bağlı bulunduğu fizik kurallarının varlığını kabullenmek zorunda kalırız. İşte bu yasalar yaratıcı bir gücün, yani Tanrının kanıtından başka bir şey değildir. Kainatta meydana gelen her olayı O yaratıcı takdir buyurmuş ve planını çizmiştir. Elektron, proton ve nötronları yöneten Tanrı onlara belirli özellikler vermiş ve hareket tarzlarını belirlemiştir.” (Sayfa: 40)

Etrafımıza dikkatle baktığımızda, belirli amaçlara yönelik düzenli bir yürüyüşün varlığını açıkça görürüz. Her zerrenin kendi bünyesinde şaşmayan bir düzen, her organizmada aksamayan düzenli bir faaliyet ve doğada aynı düzen ve nizamlara uyan amaçlı bir İdare Mekanizması vardır. Olayları sırasıyla birbirine bağlayan bir sürü tesir ağı bu kudretli mekanizmanın vasıtalarıdır.
Dünyada meydana gelen tüm felaketler, mutlak surette bireyin ve toplumun evrimini hızlandıran bir etken olmuştur. İnsanların belirli yer ve zamanlarda evrimlerinin süratlendirilmesi aslında doğa yasalarının gereğidir. Tarihe bir göz attığımız zaman, toplumlar arasında meydana gelen büyük sosyal olayların insanlara büyük evrim hamleleri yaptırdığını görürüz. Bunlar rastgele meydana gelen olaylar değil, kainat yasalarına dayanan şuurlu ve idrakli bir İdare Mekanizmasının düzen ve tertiplerinin sonucudur. Bu İdare Mekanizması, elbette dünya üstü bir kudretin ifadesidir! (Sayfa: 45-48)

Prof. Dr. JOHN ADOLF BUHLER (Kimya Bilgini) : “Dünya dışındaki diğer yıldızlarda mevcut birçok elementi inceleme imkanına sahip olduğumuzu belirtmek isterim. Şimdiye kadar yapılan araştırmalar, yeryüzündeki elementlerin aynısının diğer gezegenlerde, hatta bizden çok uzaktaki yıldızlarda da mevcut olduğunu göstermiştir. Bilim adamları, bugün dünyamıza hükmeden yasaların en uzak gezegenlere de hükmettiğini kabul etmektedir. Yüzümüzü kainatın hangi köşesine çevirsek, orada Yaratıcının yarattığı uyuma tanık oluruz. İşte bu gerçekler, içimde hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın kudret sahibi bir Tanrının kainatı yoktan var ettiğini kabul ettirmiştir bana!” (Sayfa: 49)

Nedensellik prensibi, idrak ve şuur sahibi kaynaklardan gelen tesir ve vasıtalara bağlı mekanizmaların işlemesindeki sonuçlarla ifade edilir.Yani nedensellik prensibi altında yürüyen her işte, bilinen ya da bilinmeyen bir kasta yönelik idrakli tertipler ve düzenler vardır. Köpek neslini ele alalım. Erkek ve dişi köpek organizmalarının hiçbiri görevlerini yaparken bu sonucun, yani bir yavru dünyaya getirmenin idrakine asla varmış değillerdir. Onları bu yola sürükleyen görünürdeki sebep, her ikisine de musallat olan önüne geçilmez bir cinsellik dürtüsü, daha doğrusu otomatizmadır. Bu otomatizma elbette basit bir içgüdüden ibarettir, ne erkek ne de dişi köpekler bir yavru dünyaya getirmek amacındadır. Bu durumda, kör cinsiyet içgüdüsünün yavru dünyaya getirmek için alevlendirilmiş bir dürtü olduğu görülüyor. Sonuç elde edildikten sonra içgüdü bir süre için atıl hale geliyor.
Burada hiç şüphesiz dişi ve erkek köpekleri bir araya getirip onlardan yavrular meydana getirerek köpek neslinin devamını sağlayan şuurlu ve idrakli bir İdare Mekanizması vardır. Bu mekanizmanın idraki ve şuuru, dişi ve erkek köpeklerin duygularından da, hayvanların bedenlerindeki fiziko-şimik faaliyetlerden de, hatta dünyadaki bilim adamlarının idrakinden de üstündür. Eğer dişi köpek yavrusunu terk ederse yavru yaşayamaz, bu da İdare Mekanizmasının muradına ters düşer. O yavrusuna öyle bir bağnazlıkla sarılır ki, gerekirse onun için canını bile tehlikeye atar. Oysa ona bu sorumluluğu yükleyen otomatizma kör bir sevgi bağından ibarettir. Ama bu bağ belirli bir yaşa gelinceye kadar yavruyu ayakta tutar, sonra da biter. Peki ama bu idraksiz ve bilgisiz hayvana bu sevgi bağını kim vermiştir?
Diyelim ki bu dünyadaki ünlü bir kişinin kudurarak ölmesi gerekiyor. Bu ölümün meydana gelmesi için kuduz bir köpek tarafından ısırılması gerek. İşte bu köpeklerden biri bunun için hazırlanmış olabilir. Ünlü kişinin kudurarak ölmesi dünyadaki tüm doktorları kuduz aşısını bulmak için seferber eder ve aşı bu sayede bulunur. İnsanlık böylece tehlikeli bir hastalıktan kurtulur.
Görüldüğü gibi iç içe geçmiş bir sürü olay sonunda insanlık sürekli evrimleşmekte ve bunda hayvanların bile payı bulunmaktadır. Bütün bu olaylar bir nedensellik prensibi uyarınca Yüksek İdare Mekanizması tarafından yönlendirilmektedir. Olayların birbiriyle ilişkili bu akışını ve sonsuz çeşitliliğini insan aklı kavrayacak düzeyde değildir.
Kainatta tek bir hareket bile boşuna değildir, her hareket evrim ve gelişim için gereklidir. İnsanların aksaklık diye nitelediği bozucu ve yıkıcı olaylar bile kainattaki düzen ve uyuma hizmet ederler. Onlar büyük tablodaki unsurlardan biridir. Olumsuzluk ve aksaklık, ancak insanın bilgisizliği ve dar görüşlülüğünden kaynaklanan kısır bir değerlendirmedir.
Olayların sonsuz evvelini ve sonsuz sonrasını sevk ve idare eden üstün bir kudret vardır. Bu kudret, nedensellik prensibiyle olayları birbirine zincirleme bağlayarak onların kainattaki büyük uyuma hizmet etmesini sağlar. Bu yüzden dünyadaki her olayın ve hareketin anlamı, Yüce İdare Mekanizmasının tecellilerinde gizlidir! (Sayfa: 50-56)

PSİ–TIP ve Ruhsal Cerrahi

TOM VALENTİNE (1973) : “O sabah o evde yapılan ameliyatların el çabukluğuyla gerçekleştirilmediğinden eminim. Hipnotize edilmemiştik, telkin altında kalmamız da kesinlikle söz konusu değildi. Ruhsal cerrahi ne imkansızdır ne de sahtekarlık! Ne hipnotik bir telkin uygulaması, ne aldatmaca, ne de bir mucize! Bu fenomen sadece Filipinlere özgü de değil.” (Sayfa: 2)

ST. AUGUSTİNE : “Mucizeler olmaktadır, ama doğaya aykırı olarak değil de bizim doğa hakkındaki bilgilerimize aykırı olarak!” (Sayfa: 7)

Mucizevi şifalar insanlığın en eski tradisyonları arasında yer alır. Kadim dünyanın tanrıları, peygamberler, ermişler ve azizler çoğu kez hastalıklı ve sakat kişileri anında ve mucizevi bir şekilde iyileştirmiş, sağlığına kavuşturmuşlardır. Kadim Yunanistan’da kendine şifa gücü atfedilen tam 38 tanrı ve yarı tanrı vardı. Örneğin, kahin Amphiaraus’un Orupus’daki kutsal kaynağın yanında bir şifa mabedi vardı. Hastalar arınma ve oruç günlerinden sonra mabette uyurlardı. Bu uygulamaya “istiareye yatmak” deniyordu. Hastanın hayırlı bir rüya görmesi halinde şifa olayı gerçekleşiyordu.
Yunan dünyasında tanrı Asclepios’un şifa kültü sonunda diğerlerini geçti ve bu tanrının şifa mabetleri Akdeniz’in her yanına yayıldı. Amphiaraus gibi Asclepios’un hastaları da uzun hazırlıklardan sonra istiareye yatıyorlardı. Hastalar çoğu kez şifa tanrısının kendilerini muayene ettiğini, teşhis koyarak tedavi şeklini tarif ettiğini rüyalarında görüyorlardı. Bazen de Asclepios cerrahlık yaparak hastayı iyileştiriyordu. Üzerinde çift yılan sarılı asasıyla tasvir edilen bu ilahi doktor kendisinden şifa dileyen herkese karşı merhametliydi.
30 yıldır parapsikoloji ve parafizik üzerinde çalışmalar yapan Alman fizik profesörü Dr. Werner Schiebeler bir kitabında şöyle diyor: “Batıdaki cerrahi hastalığın mekanik nedenlerini ortadan kaldırır, böylece normal bedensel fonksiyonları eski haline getirir. Adına ruhsal cerrah dediğimiz kişilerin uyguladıkları paranormal cerrahi ise, hastalığın nedenini mekanik olarak ortadan kaldırmak yerine bugün aşina olmadığımız bir yöntemi uygular. Bu işlem kısa sürede kısmi ya da tam bir iyileşme sağlar.”
Eterik cerrahi bedenin eterik dublemanı, yani eterik maddeden oluşan kopyası üzerinde uygulanan bir şifa tekniğidir. Herhangi bir bedensel uyumsuzluğu düzeltmek için işe önce bedenin eterik dublemanından başlamak gerekir. Bir kez bu yapıldı mı eterik beden uygulamaya yanıt verir, astral beden, eterik beden ve fizik beden arasındaki uyum ve denge sağlanmış olur. Eterik ameliyat sırasında fiziki anesteziler uygulanmaz ve hasta uygulama boyunca bilinçli kalır, olup biten her şeyin farkındadır. Ameliyat sırasında eterik doktorun elleri hastanın bedenine değmez, cerrahi işlem sadece eterik beden üzerinde gerçekleştirilir. 12 bin yıl önce Atlantis’te eterik cerrahi şifacılık sanatının en çok uygulanan biçimiydi.
Ellerin temasıyla şifa metodu belki de en eski ve en yaygın şifa uygulamasıdır. Şifacı kendi ruhunun ve rehber ruhların şifa verici güçlerini davet edebilmeli ve şifa işlemi sırasında kendisi vasıtasıyla hastaya akmakta olan güçlerden hiç etkilenmeden bir katalizör olarak faaliyet gösterebilmelidir. Şifacılar ellerini bedenin hastalıklı bölgesi üzerine koyar ve şifa enerjilerini bu bölgeye zihnen yöneltirler. Bu teknik uygulanırken çoğu kez bir sıcaklık hissi meydana gelir.
Aura teşhisi, psi şifacılığı ve paranormal cerrahide önemli bir rol oynar. Bu tür şifacılar hiçbir mekanik araç kullanmaksızın hastanın sadece aurasını inceleyerek birçok hastalığı doğrudan tespit edebilmektedir. Aurayı algılayabilmeleri için sadece konsantre olmaları ve algılama fonksiyonlarını fiziki görme yeteneğinden durugörü yeteneğine kaydırmaları yeterlidir.
Psişik teşhis psişik şifadan önce gelir. Psişik teşhis, hastanın bedensel fonksiyon ve düzensizliklerinin telepatik olarak yoklanması ve iskandil edilmesidir. Zihni telkinin tersine bu kez alıcı olan şifacıdır. Bu paranormal teşhis türüne telemnezi denir. Alman şifacısı Dr. Kurt Trampler bu teşhis metodunu şöyle açıklıyor: “Hastayı düşünüyor ve kendimi onun içindeymiş gibi hissetmeye çalışıyorum. Bu zihni tavrı takındıktan sonra hastanın rahatsızlıklarını kendi organizmamda hissetmeye başlıyorum. Ağrısını, hastalıklarını hissediyorum ve hastalığın merkezini tespit ediyorum.” Psişik teşhisin en büyük üstadı belki de Amerikalı kahin Edgar Cayce’di. Cayce teşhis koymak için transa girerdi. Çoğunlukla başka kıtalardan mektupla kendine başvurmuş hastaların hastalıklarını tam bir doğrulukla teşhis ederdi. Transtan çıktıktan sonra trans altındayken söylediklerini hiç hatırlamazdı. Hiç tıp eğitimi almadığı için transta kullandığı tıbbi terimlerin hiç birini bilmezdi. Çoğu kez, doktorlar tarafından anlaşılamamış hastalıkları ortaya çıkarırdı. Cayce trans altındayken başkalarının bilinçaltından enformasyon alabiliyordu.
Antik çağlardan beri insanlar kıymetli taş ve minerallerin insan sağlığını etkilediğini biliyorlardı. Bu yüzden taşlardan tılsım, muska ve nazarlıklar yapmışlardı. Günümüz bilimi bu taşların belirli ışınlar yayarak insan bedenini etkilediğini tespit etmiştir. Dr. Bhattaracharya, kıymetli taşların kozmik ışınlar içerdiğini ve 7 esas taşın, evreni oluşturan 7 kozmik ışına denk düştüğünü söylemektedir. Bu 7 esas taş şunlardır: Yakut, İnci, Mercan, Zümrüt, Aytaşı, Elmas ve Safir. Bunların dışında birçok taş da insan bedenini etkilemektedir.
Müziğin psikoterapik etkisi, MÖ. 6. yüzyılda Fisagor ve müritleri tarafından gayet iyi biliniyordu. Suriyeli filozof Iamblichus bu konuda şöyle yazıyor: “Fisagorcular müziği iyeleştirici bir unsur olarak kullanırlardı. Psişik ıstıraplara karşı özel melodiler vardı. Özellikle depresyon ve iç sıkıntısına karşı olanlar son derece yararlı addedilirdi. Daha başka melodiler de şiddetli duygulara, ihtiraslara ve her tür psişik düzensizliğe karşı etkiliydi. Fisagor, kişilerin ruh hallerini düzenleyen ve psişik durumlarını normal hale getiren belirli türden ses tonları ve ritmler kullanmak suretiyle bedenin ve ruhun hastalıklarının yatıştırılabileceğine inanıyordu. ”
Renkler zihin ve duygular üzerinde güçlü bir etki yaratır. Renk dediğimiz şey sanıldığı gibi cansız ve statik bir fenomen olmayıp sürekli etkin olan canlı bir güçtür. Bilim bize renk olgusunun, ışığın vibrasyonunun bir fonksiyonu olduğunu söylemektedir. Tüm maddeler ışık yayarlar, bu yüzden hepsinin bir renk vibrasyonu vardır. Renk tedavisinde, bedenin belirli bir bölgesini iyileştirmek için uygun renk üzerinde konsantre olmak ve bu enerjiyi hasta bedene yöneltmek suretiyle hasta sağlığına kavuşturulabilir. Renkler de kıymetli taşlar gibi, yedi kozmik ışının temsilcileri olarak bedendeki çakralar yoluyla yönlendirildikleri bölgelerde etkili olurlar. Kişi, bedene akmasını istediği rengi tahayyül edip derin bir nefes almak suretiyle rengin etkilediği eterik beden üzerindeki çakrayı, dolayısıyla bu çakranın fizik beden üzerinde tekabül ettiği yeri güçlendirebilir. Kırmızı ve kavuniçi ışınlar hayatiyeti artırır, sarı ışın sinirleri güçlendirir, yeşil ışın yatıştırır ve enerji verir, mavi ışın ise sükunet ve spiritüel esinlenme sağlar.
Ayaklar üzerinde uygulanan tedavinin dayandığı teori, belirli kanalları izleyerek deveran eden bir eterik enerjinin mevcudiyetini var saymaktadır. Bu kanallar tıkandığında rahatsızlık ya da hastalıklar baş gösterir. Ayaklardaki belli bölgeler üzerinde basınç uygulamak suretiyle bu kanallar açılarak enerjinin organizmanın her yanına tam olarak aktarılması sağlanır.
Bugün kullanılmakta olan en eski şifacılık sistemlerinden biri de binlerce yıl önce Çin’de geliştirilen akupunkturdur. Çinli şifacılar, gökleri ve yeri yöneten iki büyük gücün insanları da yönettiğini düşünüyorlardı. Bu güçlere yin ve yang deniyordu. Yin ve yang dengede olduğu sürece kişi sıhhatli olur, uyumsuz olduğu zamansa hastalanırdı. Bu metotta bedenin tüm uzuvları yin ve yang olarak sınıflandırılır, ‘ki’ ya da ‘yaşam gücü’ olarak bilinen bir enerji sayesinde sağlıklarını korurlar. Söz konusu enerji bir organdan diğerine geçerek ve meridyen denen özel kanalları izleyerek deveran eder. Meridyenler üzerinde ise akupunktur noktaları yer alır. Noktalar iç uzuvların enerji sistemlerini dengelemek üzere uyarılabilir ya da yatıştırılabilir. Uygulama, akupunktur noktasına belirli bir derinliğe kadar belirli bir açıda batırılan ve elle manipüle edilen ince iğnelerle yapılır. Ayrıca bu noktalar dağlama ve basınç (akupresör) uygulamak suretiyle de uyarılabilir. Akupunktur, akupresör ve dağlama metotlarını uygulamadaki amaç, ‘ki’ enerjisinin engellenmeksizin bedende akmasını ve kozmostan bu enerjiyi almasını sağlamaktır.
Belkemiği manipülasyonuyla yapılan şifa bedenin enerji alanlarının düzenlenmesiyle ilgilidir. Vücuttaki belli başlı çakralar belkemiği boyunca uzanır. Omurgadaki herhangi bir bozukluk ya da dengesizlik çakraların gerektiği gibi çalışmasını engeller. Himalayalı Yüce Üstat Djwhal Khul, geleceğin doktorunun hastalıklarla ilgilenirken iki ana faktörü dikkate alacağını ileri sürmektedir. Birincisi, belkemiğinin tam hizada olmasını sağlamaktır, çünkü belkemiği insanın spiritüel gelişiminin olduğu kadar fizik biçiminin de temelini oluşturur. İkincisi, dalakta kan toplanmasını önlemektir. Bu yapıldığında bedenin kuvveden fiile çıkmamış güçleri güneşten gelen prana güçleriyle gerektiği gibi harmanlanabilir. Belkemiği metoduyla birlikte sık sık masaja da başvurulur. (Sayfa: 8-27)

Dr. Grad, yetenekli bir şifacı olan Macar asıllı Oscar Estebany ile bazı deneyler yaptı.
Bu deneylerden birinde, vücutlarında yaralar açıldıktan sonra üç gruba ayrılan fareler kullanılıyordu. İlk gruptaki fareler Estebany’nin iyileştireceği farelerdi. İkinci gruptakiler normal yoldan iyileşmek üzere kendi hallerine bırakılmışlardı. Üçüncü grubun farelerini ise kıyas yapabilmek için bir başkası iyileştirmeye çalışacaktı. Deney süresince Estebany günde iki kez 30 dakika süreyle birinci gruptaki farelerin kafesini elinde tutarak şifa uyguluyordu. Deney sonunda farelerin yaraları dikkatlice gözden geçirildi. Estebany’nin şifa etkisine maruz kalan grubun diğer iki gruba nazaran çok daha kısa sürede iyileştiği tespit edildi.
Dr. Grad ikinci deneyde bitkileri kullandı. Ekilen arpa tohumlarının bir bölümü Estebany’nin elinde tuttuğu kaplardaki suyla sulanırken, diğerleri normal suyla sulanıyordu. Deney sonunda, Estebany’nin elinde tuttuğu kaplardan sulanan tohumlar daha iri bitkiler vermiş, diğerleri normal boyda kalmışlardı. Estebany’nin suya kimyasal madde karıştırmış olabileceği düşünülerek ikinci deneyde mühürlenmiş laboratuvar şişeleri kullanıldı, ama sonuç yine değişmedi. Dr. Grad bir başka deneyde de psikiyatrik olarak normal sayılan bir kişinin tuttuğu suyla, bir akıl hastasının tuttuğu suyun farklı sonuçlar doğurduğunu tespit etmişti. Normal kişinin tuttuğu kaptaki suyla sulanan bitkiler, akıl hastasının suladığı bitkilerden daha kaliteliydi.
Sovyet araştırmacıları, güçlü bir manyetik alanın, H2O moleküllerinin hidrojen bağlantısını değiştirmek suretiyle suyun özelliklerini etkileyeceğini rapor etmişlerdi. Bir şifacının etkisine maruz bırakılan su örneği analiz için bir uzmana gönderildi. Analiz sırasında Sovyet bilim adamlarının tespitinin doğru olup olmadığını anlamak için bir enfraruj spektrofotometre kullanıldı. Analiz sonucunu Dr. Milner şöyle açıkladı: “Bir şifacının ellerinden yayılan enerjinin suyun moleküler yapısında değişikliğe yol açtığına dair pozitif kanıtlar elde ettik. Normal bir suyun, normal bir düzen gösteren birçok hidrojen bağlantısı vardır. Bu suya bir şifacı ya da bir mıknatıs kullanmak suretiyle enerji eklendiğinde bağlantı enerjileri değişir. Bu değişiklik suyun yüzey geriliminde bir başka değişikliğe yol açar. Ancak, bu yoldan enerji kazanan su giderek enerjisini yitirir ve normal hale döner. Bunun anlamı şudur: Şifa olgusu yaratan enerjiyi folklorun masalsı dünyasından çıkarıp modern bilimin keşif alanı içine almayı başardık. Şifanın nasıl oluştuğuna dair bilmecenin kayıp parçasını bulduk. Bu sonuca göre, şifacı ya bu enerjiyi hastaya aktarmakta ya da hastanın enerjiyi çevresinden soğurabilmesi için gerekli şartları zihnen oluşturmaktadır.” (Sayfa: 28-38)

JOHN KENT (Ruhsal Şifacı) : “Filipinli cerrahlar alçakgönüllü, dindar, kendilerini adamış kişiler. Tanrının iradesini yerine getirdiklerine inanıyorlar!” (Sayfa: 39)

Filipinlerde şifacılık konusunda kendisinden en çok söz edilen kişi Antonio Agpaoa’dır. Üzerinde araştırmalar yürütülen, gözlemler yapılan, filmleri çekilen ve sayısız röportaja konu olan bu genç şifacı bir efsane haline gelmiştir. Bir parmak hareketiyle ensizyon (yarma) yapan, üzerinden seri şekilde ellerini geçirmek suretiyle bu ensizyonları kapatan ve hemen hemen bir anda iyileştiren, ameliyatlarında eski bir çakı ya da paslı makas kullanan Agpaoa fakir hastalara ümit vermekte, araştırmacılarda ise şaşkınlık yaratmaktadır. Agpaoa Filipinlerin tek şifacısı değildir, Filipinlerde ruhsal cerrahi ve ruhsal telepatiyle uğraşan 35 şifacı medyumdan sadece biridir. Bu hassas kişilerin hepsi faal ve saygın bir kuruluş olan Filipinler Hıristiyan Spiritistler Birliği’nin listesinde kayıtlıdır. Onların söylediğine göre, şifacı medyumlar aracılığıyla faaliyet gösteren ruhsal varlıklar, kendilerini Yeni ve Eski Ahitte adı geçen çeşitli varlıklar, azizler, filozoflar, yerli ve yabancı bazı liderler olarak tanıtmaktadırlar.
Filipinler Hıristiyan Spiritistler Birliğinin Filipinlerin her yanına dağılmış 400’den fazla şifa merkezi vardır. Buralarda belirli günlerde dini faaliyetle bağlantılı olarak bir kilisede şifa çalışmaları yapılır. Yasaları yüksek ahlaki normlardan oluşur. Bu yasalara göre ruhsal cerrahların hiçbir karşılık beklemeden kendilerini hastalarına adamaları ve faaliyetleri karşılığında ücret almamaları gerekir. Bir zamanlar şifacılar gönüllü olarak verilen armağanları bile almazlardı. Ancak günümüzde kalenderce olmak koşuluyla her türlü ücreti kabul etmektedirler. Tedavi ettikleri hastaların hemen hepsi fakir kimselerden oluşan bu şifacıların kendileri de son derece fakir bir yaşam sürdürürler. Amerika’dayken yaptığı ameliyatlar karşılığında aşırı yüksek ücretler kabul eden Agpaoa bu davranışıyla şimşekleri üzerine çekmiş ve Birlik’ten ayrılarak faaliyetlerini tek başına sürdürmek zorunda kalmıştı.
Filipinli şifacılar, 1960’ların sonlarıyla 1970’lerin başlarında bilimsel deneyler için yeteneklerini teşhir etmeye, deneylere gönüllü olarak katılmaya arzuluydular. Bugün ise batı basınının olumsuz yayınları ve sahtekarlık suçlamaları karşısında bilim adamlarına ve gözlemcilere güvenmez oldular. Dahası, yabancı hastaların sayısı o denli arttı ki, artık bilimsel araştırmalara ayıracak vakitleri kalmadı.
Filipinli şifacıların gerçekleştirdikleri şifa faaliyetini genellikle şu üç kademede özetlemek mümkündür:
Birinci Kademe: Manyetik şifacılık denen uygulamadaki manyetik pas, yani ellerle sıvazlama ya da ellerin temasıyla uygulanan klasik bir metottur. Filipinli cerrahlar bu metodu özellikle ameliyat öncesi ve sonrası tedavide kullanırlar.
İkinci Kademe: Şifacı bazı iç hastalıkları, hastanın bedeninin içindeki karanlık bulutlar ya da şekiller olarak görür ve ellerini bedeni açmaksızın bu şekilleri vücudun doğal açıklıklarına doğru sürüklemek için kullanır.
Üçüncü Kademe: Psişik cerrah bedeni açar, hastalık yuvasını ortadan kaldırır ve hiçbir iz bırakmadan yeniden kapar.
Psişik bir ameliyat sırasında bu üç tedavi kademesinin hepsi bir arada tezahür edebilir ve iç içe geçebilir. Tedavi birinci kademeden üçüncü kademeye doğru ilerledikçe giderek artan miktarda psişik enerjiye gereksinim duyulur. Günümüzde ikinci ve üçüncü kademelerin birleştirildiği görülmektedir. Bu kademelerin geneli içinde elbette her şifacının kendine özgü bir tekniği olabilir. Bu teknikler o şifacının çalışma tarzını diğerlerinden ayıran bir özellik taşır.
Filipinli şifacıların hastalarda bazı değişiklikler meydana getirdiği su götürmez, ancak değişikliklerin her zaman fizik düzeyde olduğu da söylenemez. Dr. Stelter, “Acaba esrarengiz materyalizasyonların da birlikte görüldüğü biyoplazmik beden üzerinde yapılan ameliyatlara mı tanık olmaktayız? ” diye sormaktadır. Batı tıbbı bu ameliyatlarda hastada hiçbir değişikliğin meydana gelmediğini söylese de, çok önemli değişikliklerin meydana geldiği aşikardır. Çünkü ameliyatı yapan cerrahın dışındaki şifacılar normal insanın göremediği cerrahi yara izini derhal görebilmektedir. Şifacı Juanito Flores, aradan aylar bile geçse yara izinin şeklinden ameliyatı hangi şifacı cerrahın yaptığını anlamaktadır. Bir keresinde Juanito, aradan beş ay geçtiği halde ameliyatın Orbito tarafından yapıldığını hemen teşhis etmişti. (Sayfa: 39-45)

Yüksek Rehber Ruh WHİTE EAGLE : “Spiritüel şifacılık tamamen bilimseldir, yolundan sapmış fiziki atomları uyumlu hale getirmektedir. Kalp merkezinden yayılan ses emir verici bir sestir, bu ses önce şifacı sonra da hasta vasıtasıyla işlev yapar.” (Sayfa: 46)

1966 yılında Harold Sherman üç hafta süreyle Agpaoa’yı gözlemlemişti. Bu araştırma gezisinde Japon bilim adamı Dr. Hiroshi Motoyama da vardı. Doktor yanında tüm cihazlarını getirmişti, Agpaoa’yı deneye tabi tutmak istiyordu. Bir sedirin üzerine uzanmış olan ünlü şifacıyı aletleriyle irtibatlandırmak için tam bir saat uğraştı. Agpaoa’nın fiziki fonksiyonları tam bir gevşeme hali içindeyken kendisinden şifacılık güçleri üzerine konsantre olması istendi. Bir anda cihazlar kullanılamayacak şekilde bozuldular, çaresiz deneyin durdurulması gerekiyordu. Agpaoa gülerek “Aletleriniz bozulduğu için üzgünüm” demiş, ardından ellerini göstererek “benimkiler hiçbir zaman bozulmaz” diye eklemişti. Dr. Motoyama bugün bile cihazların neden bozulduğunu anlayabilmiş değildir. Büyük bir olasılıkla Agpaoa’nın konsantrasyonundan meydana gelen aşırı yük ya da bir psi etkisi cihazları kullanılmaz hale getirmiş olabilir. Dr. Motoyama aynı deneyi bu sefer Tokyo’da tekrarlamış ve Agpaoa’nın olağanüstü bir konsantrasyon gücüne sahip olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştı.
1968 yılında Dr. Motoyama, araştırmacı Hiram Ramos ve patolojist Prof Dr. David de Leon’dan oluşan ekip şifacı Juan Blance’ın yaptığı ameliyatları izledi. Bu ameliyatlardan birinde Juan hiç bıçak kullanmadan bir hastanın ensesindeki kistleri almıştı. Doktorlar ameliyat sırasında aldıkları kan ve doku örneklerini Tokyo ve Manila’daki üniversitelerde deneye tabi tuttular. Aynı hastadan daha sonra alınan kan ve doku örnekleriyle, ameliyat sırasında alınan örneklerin aynı hastaya ait olduğu ortaya çıktı. Doku örnekleri, Juan’ın ameliyatlarının gerçekliğini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kanıtlıyordu. Blance’ın göz ameliyatları sırasında ortaya çıkardığı maddelerin bilimsel araştırmalar için yararsız olduğu görülmüştü, çünkü bunlar formaldehit içinde hemen eriyorlardı. Büyük olasılıkla ilkel materyalizasyon oluşumlarından başka bir şey değildiler. Sonunda Dr. Motoyama Blance’ın ameliyatlarının gerçek olduğuna kanaat getirdi.
“Psi Şifacılığı” kitabının yazarı Dr. Alfred Stelter izlediği ruhsal ameliyatlardan bazılarını şöyle anlatıyor: “Avustralyalı bir doktorla birlikte ruhsal cerrah Romy Bugarin’in Filipinli bayan doktor üzerinde yaptığı bir alt karın ameliyatını izledim. Bugarin, karın duvarı içinden geçirdiği iç organları dışarı çıkarmıştı. Yanımdaki doktorun söylediğine göre bu organların içinde rahim de yer alıyordu. Bazen bana, karın duvarının oldukça büyük bir kısmı sanki demateryalize oluyormuş gibi geldi.
“Bir keresinde aynı doktorla Manilalı şifacı Alex Orbito’nun yaptığı bir göz ameliyatını izledik. Orbito Yunanlı bir hastanın gözünü yuvasından çıkarmıştı. Avustralyalı doktor, Orbito’nun hiç alet kullanmadan bu işi nasıl yaptığını anlayamadığını söylüyordu, ameliyat sırasında bazı fotoğraflar da çekti. Ben şifacının 25-30 cm uzağında duruyordum. Yuvasından çıkarılan göz akı incecik kırmızı damarlarla kaplıydı.
“1973 yılında Manila’ya yaptığım bir gezide Tony Agpaoa’nın bir beyin tümörü ameliyatını izledim. Asistanının hastanın başına ıslak pamuk yerleştirmesinin ardından Tony parmaklarını iyice açarak hastanın tıraş edilmiş kafasına masaj yapmaya başladı. Adamın kafasında birden kana benzeyen bir sıvı oluştu ve Tony’nin parmaklarının arasında bazı dokular belirmeye başladı, çiğ ete benziyordu. Sanki deriye benzeyen bir maddeye dönüşüyor gibiydi, kısa sürede kafa derisinin büyük bir kısmını kapladı. Ektoplazmik deri adamın kafatasına yapışmış gibiydi. Tony derinin kenarına hafifçe bastırdı ve deri yüzeyini ortaya çıkardı. Ara sıra gözlerini kapatarak yoğun bir konsantrasyona giriyordu. Deri daha gergin bir hal aldı, sanki katılaşıyor gibiydi. Kısa bir süre sonra derinin altında renkli, koyu bir kütle belirdi. Tony işaret eder etmez asistan bu kalın ve sert zarın yüzeyini yarmaya başladı. Az miktarda kana benzeyen bir sıvı ve çokça pıhtılaşmış, top top olmuş kan fışkırdı. En sonunda da yüzeye küçük bir et parçası çıktı. Tony’nin talimatı üzerine asistan forsepsle bu et parçasını kavradı, bunu yaparken biraz zorlanmıştı. Sonra et parçasını çekip dışarı çıkardı, eti tutan parçaları da makasla kesmek zorunda kaldı. Bu kanla kaplı yumuşak doku, ufak bir parmak boyunda ve biraz kalıncaydı. Tony parmaklarıyla ameliyat bölgesini sıvazladı ve kan pıhtısıyla karışık zar benzeri bir doku parçasını çöp sepetine attı.”
1972 Martında şifacı Bayan Sigrun Seutemann Agpaoa’ya bazı İsviçreli hastalar götürmüştü. Bunlar arasında 5 yıldır tekerlekli sandalyede yaşayan Karl Dobesh adında Zürihli bir işadamı da vardı. Bay Dobesh eklem yerlerinde meydana gelen bir tür kıkırdak hastalığıyla kemik yumuşamasından, ayrıca münisküsten muzdaripti. Diz eklemi kıkırdağı erimişti ve son 5 yıldır iki büklüm vaziyette tekerlekli sandalyede oturuyordu. Ameliyatta hazır bulunan İsviçreli tıp doktoru Dr. Hans Naegell Osjord sonradan bu ameliyatı şöyle anlatmıştır: “Agpaoa’nın ameliyat masasında yatan hastaya yaptığı ilk şey belkemiği üzerinde cerrahi bir uygulama gerçekleştirmek oldu. Bu işlem sırasında tendon ve kas açıkça görülüyordu. Bağ dokusuna benzer bir şey çıkardı. Daha sonra yandan diz kapağı üzerinde çalıştı. Bu işlemlerin hepsi 4-5 dakika sürmüştü. Sonra Tony odadan çıkarak bizi yalnız bıraktı. Dobesh birden ameliyat masasından kalktı, yere bastı ve dimdik yürümeye başladı. Odada bir tur atıp kollarını boynuma doladı ve ağlamaya başladı. “Tekrar yürüyebiliyorum” deyip duruyordu. Orada bulunanlar öylesine şaşkındılar ki, hiç kimseden çıt çıkmıyordu, hepimizin gözleri yaşarmıştı. Dobesh on dakika sonra yürüyerek merdivenlerden aşağı indi, yürüyüşü biraz dengesizdi, eklemleri gıcırdıyordu ama yürüyebiliyordu. Yedi ay sonra dağlarda dört saat süren bir yürüyüşe çıktı. Bütün gün çalışabiliyordu, müzmin deri hastalığı da hayret edilecek derecede azalmıştı. Klasik tıp bugüne kadar Dobesh’in nasıl iyileştiğini açıklayabilmiş değil.” (Sayfa: 46-57)

Filipinlerin ünlü ruhsal cerrahı Tony Agpaoa ilk ruhsal şifa uygulamasını 8 yaşındayken gerçekleştirdi. Bu yaştan önce bile başından tuhaf deneyimler geçmiş, başkalarının göremediği Yüksek Varlıkları daha çocukken görmüştü. Varlıklar Agpaoa’ya ilahi şifa gücünün bir aracı haline gelmesi için hazırlanması gerektiğini söylemişler ve onu dağlara çıkmaya teşvik etmişlerdi. Yüce Varlıkları izleyen Agpaoa dağdaki bir mağarada 8 gün süreyle meditasyon yapmıştı.
Henüz 8 yaşındayken arkadaşı Pedro Gonzales keskin bir cismin üzerine düşerek baldırını derin bir şekilde yaraladı. Çocuğun ana babası koşup geldiler, ama ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Agpaoa bir sesin “yarayı iyileştirebilirsin” dediğini duydu. Ellerinde sıcak bir seğirme hissetti, yavaşça ellerini yaranın üstüne koydu ve birkaç saniye sonra geri çektiğinde yaranın kapanmış olduğunu hayretle gördü, geride sadece bir parça pıhtılaşmış kan kalmıştı. Bu mucize tedavi hemen çevreye yayıldı, Agpaoa eve döndüğünde şifa arayan komşuların kapıda bekleşmekte olduğunu gördü. Dokunduğu kişiler hemen iyileşiyor, en azından kendilerini daha iyi hissediyorlardı. Agpaoa olağanüstü bir şifa gücüne sahip olduğuna artık kendisi de inanmaya başlamıştı.
Kısa bir süre sonra iç hastalıklarını da tedavi edebileceğini keşfetti. Bir gün genç bir kız ağrıyan karnını göstererek “çıkar şunu” dedi. Agpaoa önce tereddüt etti, ama içinden bir ses “iterek göbeğinden dışarı çıkar” deyip duruyordu. İşaret parmağıyla yumuşak nesneyi kızın göbeğine doğru itmeye başladı. Birden göbeğin içinden hiç de hoş olmayan bir nesne dışarı çıkıverdi. Kız, “artık ağrımıyor” diye sevinç çığlıkları atmaya başladı.
Agpaoa, hastaların bedenlerinde karanlık ve ürkütücü bulutlar ya da şekiller gördüğünü, bunları iterek bedenin doğal açıklıklarından dışarı aldığını söylemektedir. Vücuttan çıkan nesneleri analiz eden bir tıp doktorunun çıkarılanların insan dokusu olmadığını söylemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Büyük olasılıkla bunlar insanın biyoplazmik bedenine ait negatif nitelikli parçalardır.
Bir gün Agpaoa bir kadının karnındaki uru elleriyle göbek boşluğuna iterek çıkarmaya çalıştıysa da başaramadı, ur tekrar eski yerine kaçıyordu. Kadına yapacak bir şey olmadığını söyleyerek tedaviye son verdi. Ama kadın diretti, gittiği her yerde onu takip ediyor, uru çıkarması için zorluyordu. Agpaoa çaresiz kadını bir kere daha muayene etmek zorunda kaldı. Urun nerede olduğunu net olarak görüyor, ama bir türlü boşluğa itemiyordu. “Bir cerrah olsaydım karnı yarıp bu uru alırdım” diye düşündü. Düşüncelere dalmış bir vaziyette işaret parmağını urun üzerinden geçirdi. Beden birden sanki neşterle yarılır gibi açılmış ve çiğ bir et parçası dışarı fırlamıştı. Agpaoa dehşete düştü, yaradan kan fışkırıyordu. Yine aynı Koruyucu Varlığın sesini işitti. “Yarayı sol elinle aç, sağ elinle içeri gir ve karanlık şekilleri dışarı çıkar.” Agpaoa denileni yaptı, tümörü çekip dışarı çıkardı, elleri kan içindeydi. Ses yine müdahale etti. “Kanamayı durdur, yoksa kadın ölecek.” Agpaoa çok korkmuştu, “kanamayı nasıl durdurabilirim ki? ” diye inledi. Ses, “elini yaranın üstüne sürterek kapatabilirsin, açarken de aynı şeyi yapmadın mı? ” dedi. Agpaoa elinin ayasını yaranın üzerinden geçirir geçirmez hayretler içinde yaranın kapandığını gördü, geride iz bile kalmamıştı. Agpaoa Koruyucu Varlığa “bu işi ben değil sen yaptın öyle değil mi? ” diye sordu. Ses sakin bir şekilde yanıtladı. “Ne sen, ne de ben yaptık. Tüm ellerde olan El yaptı, çünkü Tanrı her şeydir evlat!” Agpaoa yalvardı, “lütfen izin verin de kansız ameliyat yapayım, kan görünce dayanamıyorum.” Koruyucu Varlık, “sadece sen değil Tony, hiç kimse kan görmeye dayanamaz. Ama unutma ki kan olmazsa hastalar tedavi edildiklerine inanmazlar. Pekala, bundan sonra daha az kan olacak” dedi.
Agpaoa böylece eğitiminin son aşamasına varmış, çaresiz hastalara şifa dağıtmaya başlamıştı. Artık eskiden olduğu gibi ameliyat öncesinde derin transa girmesi de gerekmiyor, kontrolünü hiç yitirmiyordu. Kendiliğinden hareket eden elleri kısmen de olsa zihni tarafından kontrol ediliyordu. (Sayfa: 58-61)

Dr. Alfred Stelter, Marcelo Jainar adlı şifacının yaptığı göz ameliyatlarını kitabında şöyle anlatmaktadır: “Masaya önce bir gözü hiç görmeyen bir hasta yattı ve başını bir İncil’e dayadı. Başının altına akan kanı çekmesi için bir havlu yerleştirildi, sonra hastanın kulakları pamukla tıkandı. Marcelo göz yuvasına işaret parmağını öylece sokuverdi. İşaret parmağıyla göz yuvasının içini öyle karıştırıyordu ki, hassas bir izleyici şok geçirebilirdi, kan durmadan akıyordu. Marcelo’nun yaptığı ikinci göz ameliyatı daha sarsıcıydı. Hastanın gözlerinden biri beyaz bir dokuyla örtülüydü, bir katarakt vakası olduğu aşikardı. Marcelo’nun parmakları göz yuvası içinde öylesine hoyrat dolaşmaya başlamıştı ki, göz çukuru sanki kanlı bir delik gibi görünüyordu. Ardından baş parmağıyla göze tekrar tekrar bastırdı ve itti. Adamın yüzünden sürekli kan akıyordu, öteki gözü de kanla dolmuştu. Bir yardımcı hemen pamuk ve havlu getirerek sağlıklı gözü kuruladı. Hastalıklı gözden bir şeyin çıkarılıp çıkarılmadığı bu kan ve pıhtı deryası arasında belli olmuyordu. En sonunda göz temizlendi ve ayağa kalkan hasta daha iyi görebildiğini söyledi. İlginç olan şuydu ki, Marcelo hoyrat bir teknikle çalışmış olmasına rağmen hastanın gözü hiçbir hasara uğramamış ve adam hiç ağrı hissetmemişti.” (Sayfa: 68-69)

SİRİUS MİSYONU (Bildirge)

İnsanlık Altın Çağ’da iyice görüp anlayacaktır ki evrende hiçbir şekilde kayırma, koruma, ayrıcalık ve benzeri uyumsuz ilişkiler yoktur. Kimse kimsenin yerine evrim geçiremez, herkesin evrimi kendine özgüdür. Kimse bir diğerine şefaat edemez, herkes yere kendi ayaklarıyla basacak, göklere kendi elleriyle tırmanacaktır. Başka türlü düşünmek ve inanmak gaflettir.
Kimse kendinde bir üstünlük ya da aşağılık vehmetmemelidir. Yaratılış bakımından herkes eşittir, ama evrim düzeyleri farklıdır. Kimin altta kimin üstte olduğu bilinemez ve hiçbir varlık sonsuza kadar diğerlerinden daha üstün bir düzeyi koruyamaz. Tüm varlıklar birbirlerini çeşitli evrim süreçlerinde ve mekanlarında geçerler. Bunun anlamı, varlıkların evriminin birbirine oranla görece olduğudur. Dolayısıyla, herkes hayranlık duyduğu bilge, rehber ve öğretmenlerden biri olmaya adaydır, yeter ki evrim yolunda içtenlikle ilerlemeyi bilsin.
İlahi İrade Yasalarına uyum sağlamayı öğreninceye kadar geçecek olan bu zorlu ve amansız uyumsuzluk dönemi, son anlarını yaşadığımız Demir Çağı’nı oluşturmaktadır. Dünya evrim okulunun son dönemi olan bu çağda geriliği oluşturan tüm ağırlıkların atılması gerekir. Önümüzdeki Altın Çağ’a bu ağırlıklarla girmemiz söz konusu olamaz. Günümüzde çekilen sıkıntılar yeni bir çağa girişin doğum sancılarıdır. Kuşkusuz bu sancıların ardından görkemli bir uyanış ve bilgelik gelecektir.
1800’lerde açılan bir göksel kanalla dünyaya ulaştırılan bilgiler insan kişiliğinde spiritüel bir yapının oluşturulmasına yöneliktir. Bu olgu, insanlığın yüce evren realitelerine doğru çekilmesi için bir başlangıçtır, dünya evrim okulunun sonu demek olan kıyamet aşamasını oluşturması bakımından da çok önemli bir gelişmedir. Spiritizm çığırının ortaya çıkışı hiç kuşkusuz dünya üstü bir organizasyonun plan ve programlarıyla ilgilidir. Bu organizasyon, Dünya Rab Mekanizmasına bağlı Yönetici Hiyerarşinin ilgili Bürosu tarafından oluşturulmuştur. Büro, çok yüksek düzeyli varlıklardan oluşan bir kadroyla yeryüzünü tamamen kuşatacak şekilde bu faaliyeti yürütmektedir. Parapsikoloji, insanları gelecek çağa hazırlamak için aynı Büro tarafından insan şuurunu kıyam ettirici bir unsur olarak kullanılmaktadır.
Öte yandan, uzaylı dediğimiz diğer planetlerden gelen varlıklar uzun bir süreden beri yeryüzünde görev yapmaktadırlar. Onların bu görevi yerine getirirken başına buyruk hareket ettiklerini sanmak büyük bir yanılgı olur. Organizasyon tarafından verilen emirleri hiç eksiksiz dünyanın her yanında yerine getirdikleri aşikardır. Bir de organizasyona bağlı olmayan başına buyruk bir takım uzaylı varlıklar vardır ki, onların tüm faaliyetleri Dünya Yönetici Mekanizmaları tarafından sürekli kontrol altında tutulmaktadır, yani hiçbir ufolojik fenomen bu mekanizmanın bilgisi dışında cereyan edemez.
Gelecekte de görüleceği gibi günümüzdeki en önemli ve acil konu insan kardeşlerimizin evrimlerine yardımcı olmaktır. Bu da ancak yüksek ahlaki değerlerin hayata geçirilmesiyle mümkündür. Ufoloji bu hizmeti, tüm evrenlerin meskun olduğunu, diğer planetlerdeki yaşam standartlarını ve oralardaki bilgeliği insanlara aktararak yapabilir. Parapsikoloji, varlığın çok görkemli ve kompleks bir yapısı olduğunu, bu yapının bilgece kullanılması gerektiğini öğreterek yapabilir. Spiritoloji ise, İlahi Hiyerarşileri, doğum-ölüm çemberinin hikmetini ve varlığın ilahi kökenini insanlara tanıtarak yapabilir.
Altın Çağ’da insanlık toplumcu bir yaşamın dünya düzenini kuracaktır, bu elbette tedricen oluşacak bir olgudur. Bu olay sırasında karanlık çağlardan kalan karanlık kişilikli insanlar bir göksel rahmet eseri olarak iyileştirilecekler, ıslah olmamakta direnenlerse dünyadan toplanarak bir başka planetin amansız sikluslarında sil baştan evrim okullarına alınacaklardır. Uygulamanın aynen böyle olacağı Göksel Hiyerarşi tarafından bildirilmiştir.
Altın Çağ spiritüel realitesinin insanı olmak, öyle kolay ve yapmacık uygulamalarla olmaz. Spiritüel realitenin insanı her şeyden önce vicdanlı ve elci olmak zorundadır. Kendi varlığını toplum varlığında bulan, kendinden önce başkalarını düşünen, bunu her koşul ve yerde kanıtlayabilen insandır. Spiritüel insan madde düşkünlüğünü silmiş, kişiliğini yardımlaşma, dostluk ve hizmetle yeni baştan donatmış kişidir. Çıkar duyguları körelmiş, art niyeti olmayan, karşılıksız veren, bilgi ve sevgi dolu insandır, anlamsız bir hoşgörüye kapılmadan doğrunun yanında savaşandır. Ama onun savaşı yakıp yıkmadan, can yakmadandır. Böylesine savaşmak sürekli galip gelmenin biricik yoludur, çünkü yenilemeyecek tek güç bilgeliktir.
Nazi artığı kafatasçılar ve halk düşmanı faşistler bilmelidirler ki, Türk ulusu denen toplum dünyanın her ulusundan ve etnik biriminden gelen çok sayıda insandan oluşmuş harikulade kozmopolit bir yapıdır. Halis Türk dediğimiz bireylerin ekmineziyle geçmiş hayatlarını kontrol ettiğimizde daha önce birçok ülkede yaşadıklarını saptayabiliriz. Bundan çıkan sonuç şu ki, hiçbir birey temelli o kavmin üyesi değildir. Her yaşam sonunda ya da birkaç yaşam sonunda her birey farklı bir ülkede doğar. Örneğin, 7. yaşamında Amerikalıdır, 8. yaşamında Rus, 9. yaşamında ise Türk. Son birkaç yaşamı ekmineziyle saptanan bir dostumuzun her yaşamında ülke değiştirdiği tespit edilmiştir, saf ırk, saf ulus diye bir şey yoktur! O ancak Nazi artıklarının kafasında vardır. İnsanların artık şoven ve bağnaz sınırları aşarak yaklaşan Altın Çağ’a layık bireyler olması gerekir. Emperyalist ve oligarşik talan çetelerinin günleri sayılıdır, kitleleri parçalama ve o yolla insanları yönetme taktikleri iflas ettirilecektir.
Türkiye’nin kozmopolit yapısından süzülüp gelen kozmik bir işlevi vardır. Bu yüzden Türk ulusu amansız deneyimlerden geçirilmektedir, ama işin sonuna gelinmiştir. Bu yüce görevin yerine getirilmesinde Atatürk halen görev yapmaktadır, çünkü o bu yüce görevin tamamlayıcıları olan Görev Kadrosuna dahildir. Çeşitli çağlarda aynı görev için gelen birçok yüksek varlık vardır. Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Atatürk ve Dr. Bedri Ruhselman bunlardan bazılarıdır.
Artık yüksek gerçeklere kapalı en katı kişileri bile yumuşatmaya başlayan yüksek enerjiler dünyanın dört bir yanındaki Altın Çağ misyonlarını harekete geçirmiştir. Kıyamet dönemi, insanların idrak ve vicdan sahibi oldukları, niteliksel dönüşümler geçirdikleri bir son aşamadır. Bu çabalar bir süre sonra indirilecek Bilgi Kitabıyla somut meyvelerini vermeye başlayacaktır. Bilgi Kitabının ilahi gerçeklerinin incelenerek sosyal ve özel yaşamlara uygulanmasıyla sözünü ettiğimiz enerjiler iyiden iyiye açığa çıkacaktır, çünkü bilgi enerjidir, yüksek bilgiyse insan uygulamalarıyla yüksek enerjileri oluşturur.
Bir kozmik üstadın yeryüzünün şu veya bu yerinde ortaya çıkması, tamamiyle Dünya Rab Mekanizmasının bu devre için saptadığı büyük evrim senaryosuyla ilgilidir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, büyük kozmik üstatların yeryüzünde yaptıkları ve söyledikleri her şey Dünya Rab Mekanizması tarafından uygulamaya konmuştur. Öyleyse her fonksiyoner, İdareci Mekanizmanın bir maşası, yeryüzü laboratuvarında çalışan bir laborantıdır. Çağımızda da Dünya Rab Mekanizmasının programına bağlı olarak çeşitli fizik ve spiritik konseylerden gelmiş pek çok büyük üstat ve bilge varlık dünyanın çeşitli yerlerinde enkarne olmuştur. Onlar göksel kıyamet işçileridir.
İnsanlık artık birleştirilecektir. Alemlerin Rabbinden indirilecek Bilgi Kitabı tüm insanları tek bir gerçek altında toplayarak Altın Çağı başlatacaktır. Ayrılıklar giderek ortadan kaldırılacak ve insanlık bir çatı altında toplanacaktır! (Sayfa: 12-43)

Kıyametin Bilgi Kitabı

İnsanlığın kıyameti, yani bilinçlenmesi, bilgeleşmesi ve vicdan sahibi olması ancak yüksek enerjili bilgilerle mümkündür. Bir rahmet kanalının bu bilgilerin yolunu insanlığa açması gerekir. Bilgi Kitabı, diğer adıyla gerçekler kitabıdır. O, dünya insanının bu evrim devresi içinde ulaşmak zorunda olduğu tüm bilgileri kapsar. Bilgi Kitabı çözümleyici, sentezleyici, tasnif ettirici ve yol göstericidir. Bilgi Kitabındaki gerçekler tüm devre evriminin ölçülüp biçilmesini, tahlil edilmesini, ilahi bilginin formüllerini, anahtarlarını, ilkelerini, yasalarını, yol ve yordamını kapsar. Bilgi Kitabı başından sonuna kadar göksel kelamdır. İçindeki bilgiler Alemlerin Rabbi Allah katından indirilmiştir. Rab Sistemi bu Kitabı kendi Levh-i Mahfuz’undan, yani Ana Kitabından derleyerek indirmiştir. Noktasından virgülüne kadar onun tarafından tanzim ve tertip edilmiştir.
Bilgi Kitabı hiçbir insan ve insanüstü varlığın ya da varlıkların eseri değildir. Hiçbir varlığın onun üzerinde bir katkısı, tasarrufu ve hakkı yoktur. Bilgi Kitabında gerçeğin bilgilerinin yanı sıra, dünyanın oluşumundan bu yana insanlığın geçirmiş olduğu evrim aşamaları da yer almaktadır. Bu kitaptaki bilgileri anlamak için ön bilgiler verecek olan spiritoloji, parapsikoloji ve ufolojiyle yeterince uğraşmak ve onların bilgilerini sindirmiş olmak gerekir.
İsrailli medyum Uri Geller’in olağanüstü güçleri Spektra adlı uzay gemisinden gelmektedir. Bu dev uzay gemisi binlerce yıldır dünya atmosferinde görünmeden dolaşmaktadır. Spektra uzay gemisi, yeryüzünde kendilerine verilen görevi yerine getiren Hoova isimli planetin yüksek varlıklarına aittir. Spektra’dan Uri Geller kanalıyla birçok mesaj alınmıştır. Bu mesajlarda, Bilgi Kitabının ortaya çıkışının insanlık için en önemli olay olacağı belirtilmektedir.
Dünya Rabbinin sağ kolu olan Sadıklar Planı Bilgi Kitabıyla ilgili birçok mesaj vermiştir. Sadıklar Planı’nın mesajları Bilgi Kitabının anlaşılmasında çok önemli bir işlev görecek ve kitap için insan bilincinde temizlenmiş bir alan oluşturacaktır. Bu arıtılmış alana daha sonra Bilgi Kitabı yerleştirilecektir. İnsanlık Sadıklar Planınca verilen mesajları çok iyi okuyup anladığı zaman, Bilgi Kitabının ilahi rahmet enerjilerini şuur alanına dahil edebilir.

Bilgi Kitabıyla İlgili Kuran Ayetleri

Kuran: 39/69
“Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanır, Kitap açılır, peygamberler ve şahitler getirilir ve onlara haksızlık yapılmadan aralarında adaletle hüküm verilir.”

Kuran: 17/13
“Her insanın boynuna işlediklerini dolarız ve kıyamet günü açılmış bulacağı Kitabı önüne çıkarırız.”

Kuran: 34/3
(…) Göklerde ve yerde zerre kadar olanlar bile O’nun ilminin dışında değildir. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de şüphesiz Apaçık Kitaptadır.”

Kuran: 10/37
“Bu Kuran, Allah’tan başkası tarafından oluşturulmuş değildir. Ancak, kendinden öncekini doğrular ve Alemlerin Rabbinden geldiğine şüphe olmayan O Kitabı açıklar.”

Kuran: 56/77-80
“Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilseniz bu ne büyük bir yemindir. Bu şerefli bir Kurandır ki, tamamen saf olmayanların dokunamayacağı ve Alemlerin Rabbinden indirilmiş bir Saklı Kitapta kaydolmuştur.” (Sayfa. 47-63)

ÖNCÜ-UFO (Genel Yapıları)

Howard Menger 1922 yılında New York’da doğdu. Çok küçük yaştayken New Jersey’deki kır evinde kardeşiyle defalarca gökte ışıklı cisimler gözlemlediler. 1932 yılında uzaylılarla ilk kez açık temas kurdu. İkinci Dünya Savaşında askerliğini yaparken uzaylılarla ilişkisi devam etti. 1956 Temmuzunda ilk kez bir ufoya bindi. Daha sonra değişik tarihlerde diğer planetlere yolculuklar yaptı. Uzaylılardan dünyanın geleceği hakkında çeşitli bilgiler aldı. Menger, tanınmış ufo araştırıcısı George Adamsky’den sonra uzaylılarla açık temasta bulunan, birçok ufo fotoğrafı çeken, konferanslar verip radyo ve televizyon konuşmaları yapan ciddi bir araştırmacıdır. Bu konuyla ilgilenen uzmanlar Menger’in çalışmalarına çok önem verirler. Aşağıda, Howard Menger’in bazı ufo temaslarından örnekler sunulmuştur.
Howard Menger 5 Temmuz 1956 gecesi uzaylı dostları tarafından telefonla arandı. Yine 1 nolu buluşma yerine gelmesi isteniyordu. Dostları birkaç güzel fotoğraf çekebileceğini de söylemişlerdi. Fotoğraf makinesini ve köpeği Tassy’yi de yanına alarak yola koyuldu. Daha sonra olanları Menger şöyle anlatıyor: “Az sonra tepelerin üstünde bir ışık küresi belirdi ve bana doğru ağır ağır yaklaştı, hemen bir resim çektim. Ufo başımın üzerine geldiği zaman alçalmaya başladı, tekrar resmini çektim. Araziye indikten sonra bir kapı açıldı. Köpeğim o yana fırladı, kapıda beliren sarışın eski dostumu hemen tanıdım, köpeği seviyordu. “Merhaba Howard seni gördüğüme sevindim, içeri gel” dedi. Dairevi büyük bir odaya girdik. Ortada saydam bir maddeden yapılmış bir masa ve masanın altında gayet büyük merceğe benzeyen bir şey vardı. Odanın her yanı yanıp sönen bir sürü aygıtla doluydu. Kontrol panosunun önünde ekrana benzer bir şey duruyordu. Bir uzaylı bazı elektronik aygıtlardan gelen bir haberi dikkatle dinliyordu. Sarışın dostum masanın bir yanına elini sallayınca zeminden iki sandalye çıktı, oturduk. Sesin bir başka planetten mi geldiğini sordum. Dostum hayır dedi, dünyanın bir başka yöresinden geliyormuş, her zamanki haberleşmelerdenmiş. Bir otomobilin yaklaştığını haber verdiler, uzaylı kapıyı açarak köpeği eve yollamamı söyledi. Tassy gittikten sonra kapı tekrar kapandı ve hemen havalandık. Masanın altındaki mercekler birden aydınlandı, altımızdaki otomobili o kadar yakından görüyorduk ki, insanların bütün hareketleri seçilebiliyordu, hatta yerdeki otları bile görebiliyorduk. Panonun başındaki uzaylı bir düğmeyi çevirince otomobildeki insanların sesleri ufoyu doldurdu. Merceğin büyütme gücü beni hayretler içinde bırakmıştı, çok yüksekte olduğumuzdan emindim. Ufo tekrar alçaldı ve yere indik. Bir süre sonra sarışın dostum gitme vaktinin geldiğini söyleyerek elini kapının yanındaki ışıktan geçirince kapı açıldı, ikimiz birlikte dışarı çıktık.”
1956 Ağustosunda Menger bir işadamından telefon aldı. Uzaylılarla sıkı ilişkisi olan biriydi, New Jersey’deki bir lokantada buluşmayı teklif etti. Menger lokantaya girdiğinde işadamının yanında genç bir çift gördü, Mars’dan bir hafta evvel geldiklerini söylüyorlardı. Yemek bittikten sonra bir otomobile binerek yola koyuldular. Bir süre sonra bir ufonun yanında otomobili park ettiler. Uzaylılar onları bekliyordu. Menger ufoya bindikten sonra olanları şöyle anlatıyor: “ Havalanırken keskin bir ıslık sesi duyduk. Nereye gideceğimizi bilmiyordum. Genç Marslılara sordum, Ay’ın etrafında birkaç tur atacağımızı söylediler. Kumanda panosunun önündeki uzaylı bazı düğmelere bastı, ışıklar biraz karardı ve ekran üzerinde Ayın yüzey görüntüleri belirdi. Sanki bizden 40 km kadar ötedeydi. Ay’a geldik mi diye sordum, genç kadın gülerek daha havalanmadığımızı söyledi. Hayretimi fark etmiş olacak ki, “Biz istediğimiz planeti çok uzaklardan görebilecek aygıtlara sahibiz” dedi. Tekrar ekrana baktım, önümde bir Ay krateri duruyordu, kraterin içinde mavi, yeşil ışıklar vardı. Hızımızın ne olduğunu sordum, pilot saatte 131.962 km olduğunu söyledi, bu hızı daha da artırmak mümkünmüş. Az sonra diğer uzaylı dönüşe geçtiğimizi haber verdi ve ekranda hızla yaklaşan Dünya’yı gösterdi. Havalandığımız alana konduğumuzda saate baktım, sadece iki saat geçmişti, yani iki saatte Ay’a gidip geri dönmüştük.”
1956 Ağustosunun sonunda her zamanki buluşma yerine giden Menger büyük bir ufoyla karşılaştı. Gemi daha önce gördüklerinden büyüktü. İki uzaylı tarafından içeri davet edildi. Masanın ortasında altın görünümünde yay gibi büyük bir aygıt vardı. Masanın altındaki mercekle bağlantılı olan bu aygıt birden saydamlaşarak çalışmaya başladı. Menger daha sonra olanları şöyle anlatıyor: “Uzaylı bir el hareketiyle açtığı yuvarlak pencereden karanlık uzayda hareketsiz gibi duran tenis topu iriliğinde sisli beyazımsı bir cisim gösterdi. Sonra kumanda tablosu üzerinde bir şeylere dokundu, masanın üstündeki aygıtta üç boyutlu görüntüler belirdi. Muhteşem bir gezegenin üzerinde, sanki birkaç metre yukarda dolaşıyor gibiydik. Bu Dünya değildi, hangi gezegen olduğunu sordum, Venüs dediler. Helezoni merdivenleriyle kubbe biçimli güzel yapılar gördüm. Doğal güzellikler içine özenle yerleştirilmiş ve büyük bahçelerle çevrilmişlerdi. Sonra ormanlar, göller, nehirler ve parlak renkli elbiseler giymiş insanlar gördüm. Pek tanıyamadığım dört ayaklı hayvanlar da vardı. Birden ekran bulandı ve görüntüler kayboldu, biraz sonra kapı havalandığımız yerde açıldı, Dünya’ya gelmiştik. Venüs’e yaptığımız tüm yolculuk yarım saatten fazla sürmemişti.” (Sayfa: 11-19)

George Adamsky 1891 yılında Polonya’da doğdu. Küçük yaşlarda ailesiyle birlikte Amerika’ya yerleşti. 1930’larda Long Beach ve Beverly Hills radyolarında konuya ilişkin programlar hazırladı, konuşmalar yaptı, konferanslar verdi. Kısa zamanda birçok taraftar topladı. 20 Kasım 1952’de ilk kez bir uzaylıyla karşılaşan Adamsky, 18 Şubat 1953’de bir ufoya bindirildi. Uzaylılarla son teması 1954 Ağustosunda gerçekleşti, 1965’de de Maryland’da öldü. Kendisine inananlar olduğu gibi, hayalperestlikle suçlayanlar da oldu. Ama çektiği fotoğrafları inceleyen bilim adamlarına ufoların varlığını tartışmasız bir biçimde kanıtladı. Aşağıda, Adamsky’nin bir ufo gözlemi sunulmaktadır.

George Adamsky 18 Şubat 1953’de yaşadığı dağ evinden anlamını çözemediği bir dürtüyle Los Angeles kentine yönlendirildi. Her zaman kaldığı otele yerleşti. Az sonra otelin salonunda iki kişi yanına yaklaştı ve içlerinden biri Adamsky’e adıyla hitap etti. Mükemmel İngilizce konuşuyordu. Uzaylılardan birinin kullandığı arabaya binerek yola koyuldular. Yolda uzun boylu olanı kendisinin Satürnlü, arkadaşının ise Marslı olduğunu söyledi. Fundalık bir alanda kendilerini bir ufo bekliyordu, bundan sonrasını Adamsky şöyle anlatıyor: “Ufoya girdik, doğruca kontrol odasına geçtik. Bir vınlama sesi duyuldu ve geminin içi iyice aydınlandı. İçinde bulunduğumuz kabinin çapı 5,5 metre kadardı. Yaklaşık 60 cm çapında bir kolon zeminin ortasından tavana kadar yükseliyordu. Sonradan bana bu kolonun doğal enerjileri toplamaya yaradığını ve geminin manyetik eksenini oluşturduğunu söylediler. Manyetik eksenin üst kısmı pozitif, alt kısmı ise negatifmiş, ama gerektiğinde bir düğmeye basılarak kutuplar değiştirilebiliyormuş. Kolonun taban kısmında 180 cm çapında büyük bir mercek vardı, merceğin etrafında iki yarım yuvarlak şeklinde oturacak sıralar yer alıyordu. Oturmam için yer gösterdiler. Girdiğimiz kapının iki yanında uzay haritaları ve grafikler vardı. Dünyadakilere hiç benzemeyen büyüleyici şeylerdi, üzerlerinde şiddetleri sürekli değişen ışıklar yanıp sönüyordu. Pilotun kumanda tablosu bir orgu andırıyordu, düğmelerle doluydu, beş düğmenin sürekli yandığını fark ettim. Geminin içinde karanlık bir tek köşe bile yoktu, ışığın nereden geldiğini bir türlü kestiremedim. Işığın rengini tanımlamak için bildiğimiz renklerin hiçbirine benzemediğini söylemeliyim, belki de bir karışımdı. Ayaklarımın ucundaki merceğe baktım, küçük bir kentin üzerinden sanki damlara sürtünürcesine geçiyorduk. Tahminime göre 30 metreden daha yüksekte değildik, oysa söylediklerine göre 2700 metre yüksekteymişiz ve yükselmeye de devam ediyormuşuz. Bu optik aletler gemi binlerce metre yüksekteyken yerdeki bir insanı görebilirmiş. Manyetik kolon ise hem uzaydan gemi için gerekli gücü sağlıyor, hem de teleskop olarak kullanılıyormuş. Makine dairesini göremediysem de tamir atölyesi olarak kullanılan ufak bir odayı gösterdiler. Az sonra ana gemiye inmek üzere olduğumuzu söylediler. Venüs ana gemisinde gördüklerimi anlatmama olanak yok. Bin yaşında olduğu söylenen uzaylı bir üstat, gelecekte karşılaşabileceğimiz muhtemel bir nükleer felaketten söz etti.” (Sayfa: 22-31)

Lester Rozas Porto Ricolu bir üniversite öğrencisidir. 1966 yılından beri ufolara ilgi duyan Rozas uzaylılarla telepatik ilişki kurmuş, 31 Mart 1967 yılında ilk defa bir uçan daireye binmiş ve Venüslü olduklarını söyleyen varlıklardan çeşitli bilgiler almıştır. Aşağıda, Rozas’ın yaptığı bir ufo gözlemi anlatılıyor.

Rozas bir ufo görmeyi arzuluyor, her akşam iki saat gökyüzünü seyrediyordu. Nihayet 31 Mart 1967 günü saat 19.00’da güçlü bir dürtü duyarak giyindi ve deniz kıyısına indi. Plajda gezinirken adının çağrıldığını duydu. Bir karaltı yaklaştı, uzun saçları omuzlarına dökülen bir erkekti bu. Adının Lean Deeka olduğunu söyleyen adam Rozas’ı kayalıkların arkasındaki ufonun yanına götürdü. Bundan sonrasını Rozas şöyle anlatıyor: “Ufo yerden 60 cm kadar havada asılı duruyordu. 12 m çapında, saydam metalden yapılmış bir gemiydi. Aniden bir kapı açıldı ve dışarı bir kadın çıktı. Tek parça bir elbise giymişti, çok güzel bir kadındı. “Adım Sharanna, Lean Deeka’nın nişanlısıyım” dedi. Lean Deeka birinin yaklaşmakta olduğunu söyleyerek ufoya girmeyi teklif etti. Deeka’nın bir düğmeye basmasıyla birlikte bir vınlama sesi duyuldu ve havalandık. Yerdeki merceğe baktım, epey yüksekte olmalıydık. Sharanna “Şu anda deniz seviyesinden 15 km yüksekte bulunuyoruz” dedi. Birkaç saniye içinde bu yüksekliğe nasıl çıktığımızı anlayamamıştım. Oturduğum koltuğun etrafında 35 cm çapında bir sütun vardı. Lean Deeka “Bu sütun manyetiktir, doğal güç alanından enerji çeker” dedi. Alttaki merceğin aynısı tavanda da vardı, buradan uzayın karanlık boşluğu içindeki yıldızları seyredebiliyordum. Sonra Deeka birkaç düğmeye bastı, büyük bir hızla alçaldığımızı hissettim, kısa bir süre sonra havalandığımız yere indik. Onlarla vedalaşıp araçtan indim. Ufo havalanırken meydana gelecek manyetik alandan etkilenmemem için mümkün olduğu kadar uzakta durmamı tembih ettiler.” (Sayfa: 48-50)

DURUGÖRÜ (Zaman ve Mekan Dışı Ruhsal Gözle Görme)

Parapsikolojide durugörü, normal duyuların sınırları dışında kalan, geçmiş ve şimdiki zamana ait fizik objelerin paranormal algılanışı olarak tanımlanır. Spiritolojide durugörü ise, görsel bir duyunun uzantısıyla edinilen, daha çok rehberlerin yardımıyla ve hepimize bahşedilmiş psişik mekanizma sayesinde gerçekleşen durugörmedir. Spiritolojide durugörü iki şekilde deneyimlenir. Objektif ve sübjektif ya da sezgisel. Objektif durugörü, medyumun bir ruhsal varlığı ya da objeyi sanki fiziki olarak mevcutmuş gibi görmesine denir, yani üç boyutlu fizik dünyada bir insanı gördüğü gibi görür. Bu yüzden sanki normal gözle görülüyormuş gibi bir izlenim uyandırır. Çoğu kez bu vizyon uzun sürmez, sönüp kaybolması 1-2 saniye sürer. Objektif durugörü az rastlanır bir yetenek olmasının yanı sıra, sübjektif (sezgisel) durugörüyle bir arada görülür. Durugörü kanalıyla algılanan vizyon türü genellikle sübjektif vizyondur.
Sübjektif durugörü ise, ruhsal bir varlığa ya da objeye ait bir düşünce resminin irtibat halindeki medyumun zihin aynasına, yani şuuruna medyumun ruhsal zihni vasıtasıyla aktarılmasına denir. Sübjektif vizyon medyumun hafızasından gelmeyip ruhsal bir kaynaktan projekte edilir. Herhangi bir resmi, örneğin bir çehreyi bizim bir fotoğrafı perde üzerine projekte edişimiz gibi zihin aynasına projekte etmek ruhsal varlıkların kudretleri dahilindedir. Projekte edilen çehrenin tanınması için canlı gibi olması, fizik yaşamda sahip olduğu özellikleri taşıması gerekir. Bu vizyonlar istisnasız öylesine nettir ki, medyum vizyonun gönderildiği kişiye apaçık bir tanımlama yapabilir.
Bir medyumun klervoyanlığını (durugörür) kabul ettirebilmesi, hiçbir şey katmadan sadece gördüklerine sadık kalarak yapacağı tariflere bağlıdır. Medyum, durugörü vizyonunun ne anlama geldiğine dair kendi yorumunu işin içine katmamalıdır. Hiçbir zaman arzuladığı durugörü tipini önceden aramaya kalkışmamalı, vizyon doğal olarak gelmeli ve gelişmelidir. Durugörü, medyumun zihin aynasının bir ruhsal varlık ya da rehber tarafından resimlere ve düşüncelere maruz bırakılmasıdır. Hiçbir medyum bunu kendiliğinden yaratamaz. Bu yönde bir zorlama olursa, gerçek durugörünün yerini medyumun hayal gücü alacak, bu da medyumun gelişimini engelleyecektir.
Durugörü medyumluğunun bağlı olduğu bedendeki enerji merkezi iki kaşın arasında yer alan üçüncü gözdür (ajna çakra). Bedenin 7 enerji merkezinin altıncısı olan üçüncü gözün, hipofiz bezi ve beyin epifiziyle bağlantılı olduğu kabul edilir. Eğitildiği ve doğru bir şekilde kullanıldığı takdirde psişik görüntüleri netleştirir, büyütür ya da küçültür. Bu merkezin ya da çakranın geliştirilmesi için kişi kendi üzerinde sıkı bir disiplin uygulamalıdır. (Sayfa: 10-13)

1780 yılında Bottineau adlı bir sivil Fransız Bahriyesinde görev almıştı. Adamın bahriyeye kabul edilmesinin sebebi, limana girecek gemileri günlerce evvelinden haber verme yeteneğiydi. Bahriyenin kayıtlarına göre Bottineau 4 senede 575 geminin limana gireceği günü tam olarak bilmişti. ‘Nauscopie’ adını verdiği bu melekesine doğuştan sahip olmadığını, fakat uzun yıllar çalışarak elde ettiğini söylerdi. Çalışmaya 1764 yılında başlamış, bıkıp usanmadan her gün sahile inip ufku gözetlemiş ve ancak seneler sonra hiç yanılmadan gemilerin limana gireceği günü saptayabilmiştir. Zamanın deniz kuvvetleri komutanı Mareşal Castires Bottineau’ya 10 bin frank nakit, ayrıca yılda 1200 frank maaş teklif ederek sırrını satmasını önermişti. Bu parayı azımsayan Bottineau sırrını açıklamak istemedi.
Olağanüstü bir durugörü olayına da felsefe edebiyatında rastlıyoruz. Olayı özellikle ilginç kılan ünlü filozof Kant tarafından yazılmış bir mektuptur. Kant, Charlotte von Knobloch’a gönderdiği bir mektupta, ünlü bir filozof, bilim adamı ve durugörür olan Emmanuel Swedenborg ile ilgili olarak şunları yazmıştı: “Bana öyle geliyor ki aşağıdaki olay Swedenborg’un olağanüstü yeteneğiyle ilgili iddiayı hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın kanıtlamaktadır. 1759 yılı Eylül ayının sonlarına doğru bir cumartesi günü saat 16.00’da Swedenborg 15 kişilik bir grupla İngiltere’den Gottenburg’daki (İsveç) Bay William Castel’in evine geldi. Saat 18.00’de dışarı çıkan Swedenborg az sonra rengi atmış ve endişeli bir halde tekrar içerdeki topluluğa katıldı. Stockholm Södermalm’da tehlikeli bir yangın çıktığını ve büyük bir hızla yayıldığını söyledi. Huzursuzdu, sık sık dışarı çıkıyordu. Arkadaşlarından birinin evinin yanıp kül olduğunu, kendi evinin de tehlikede olduğunu söyledi. Saat 20.00’de tekrar dışarı çıkıp döndükten sonra sevinç içinde bağırdı “Tanrıya şükürler olsun, yangın benim evimden üç kapı ötede söndürüldü” Bu haber tüm kentte ve özellikle de Swedenborg’un misafir olduğu evde büyük bir karışıklığa yol açtı. Aynı günün akşamı vali olaydan haberdar edildi. Pazar sabahı Swedenborg’u yanına çağıran vali yangınla ilgili sorular sordu. Swedenborg yangının nasıl başladığını, nasıl büyüyüp sonra da nasıl söndürüldüğünü baştan sona kadar valiye anlattı. Pazartesi akşamı Ticaret Odasının yola çıkardığı haberci Gottenburg’a ulaştı. Habercinin getirdiği mektupta yangın aynen Swedenborg’un söylediği şekilde anlatılıyordu. Salı sabahı Kraliyet kuryesi yangının verdiği zararın listesiyle vali konağına geldi. Listedeki kayıplar Swedenborg’un bildirdiği kayıplara tıpatıp uyuyordu, yangının söndürüldüğü saat de aynıydı. Bu olayın gerçekliği aleyhinde ne söylenebilir ki? Bunu bana yazan arkadaşım sadece Stockholm’da değil, Gottenburg’da da her şeyi incelemiş bulunuyor. 1759’dan bu yana fazla zaman geçmediği için olayın tanıkları hala sağdır.”
19. yüzyılda sahtekarları teşhir etmede uzmanlaşan ünlü Fransız sihirbazı Robert Houdini, bir klervoyan (durugörür) ve eski bir aktör olan Alexis Didier’in güçlerini denemeyi de üstlenmişti. Didier’in gözlerini büyük bir dikkatle bağlayan Houdini, ona yeni açılan bir deste iskambil kağıdı verdi. Didier hiç tereddüt etmeden destedeki tüm kağıtların cinsini tam olarak bildi. Daha sonra eline bir kitap alan Houdini kitabı rastgele açarak Didier’den açtığı sayfadan değil de onu izleyen sekizinci sayfadan ve parmağıyla işaret ettiği yerden okumasını rica etti. Burada Didier ufak bir hata yaptı, doğru satırdan başlamasına rağmen sekizinci yerine dokuzuncu sayfadan okudu. Buna benzer birçok deneyden sonra Houdini Mart 1847’de Didier’in yeteneğinin şans ve sihirbazlıkla ilgisi olmadığına dair bir deklarasyon imzaladı. Didier’in bir diğer başarısı da Chopin’e Bayan Erksine tarafından gönderilen fakat kompozitörün eline geçmeyen ve içinde 25 bin frank para bulunan bir paketin ortaya çıkarılmasıydı. Bir başka seferinde yazar Alexandre Dumas’nın evinde gözleri bağlı iskambil oynamış ve rakip oyuncunun elindeki kağıtların cinsini tam olarak bilmişti. Bir başka olayda, 200 bin frankını çaldıran Bay Prevost parasının bulunması için Didier’e baş vurmuştu. Kısa bir süre transa giren Didier hırsızın Brüksel’deki bir otelde kaldığını ve paraları Spa Gazinosunda harcadığını söylemişti. Gerçekten de polis hırsızı söylenen yerde yakaladı, adam tüm parayı kumar masalarında kaybetmişti.
Stefan Ossowievsky 1877 yılında Moskova’da paranormal yeteneklere sahip Polonyalı bir aileden dünyaya geldi. Stefan’ın telepati ve telekineziden başka paranormal iki yeteneği daha vardı. Bunlardan biri insanların aurasını sezme, diğeriyse kendi dublesini bedeninden ayırmaktı. Dostlarıyla yaptığı seanslarda kayıp eşyaları bulur, kayıp insanlar hakkında bilgi verirdi. Birkaç kez de cinayet davalarına ışık tuttu. Stefan bir gün masasında otururken Vistula Nehrinde boğulmak üzere olan insanlar gördü. Olayı önlemek amacıyla telaşla evden çıktı. Nehir uzak olduğundan at arabasına binerek olay yerine ulaştı. Bir sandala binerek adama kendisini karşı kıyıya götürmesini söyledi. Bir grup asker nehirde yüzüyordu, ama görünürde boğulan kimse yoktu. Sandal tam nehrin ortasına gelmişti ki, sudaki gençler arasında bir kargaşa oldu. Tam boğulmak üzereyken Stefan üç askeri sandala çekebildi, dördüncüsünü ise boğulmaktan kurtaramadı. Görgü tanıkları bu olayın gerçekliğini doğruladılar. 1923 yılında yapılan bir seansta, P.Szmorlo birçok kişinin bulunduğu kapalı bir odada ortalarında bir ok bulunan iki kılıç resmi çizdi. Okun başı yukarı doğruydu. Resmi zarfa koyan Szmorlo odaya dönerek zarfı Stefan’a verdi. Stefan zarfı eline alarak “çizilen resim keskin bir şey, iki kılıç ve ortalarında ucu yukarı bakan bir de ok resmi var” dedi. Stefan’ın kendi ölümünü önceden bilip bilemeyeceği merak konusuydu. 1940 Ağustosunda bir sabah arkadaşı Bay S. Pybowsky’nin evine giderek şunları söyledi: “Dün gece Varşova’nın geleceğiyle ilgili korkunç şeyler gördüm, keza kendim hakkında da! Anladığım kadarıyla trajik bir ölümle yüz yüze geleceğim, fakat ne olursa olsun şahane bir hayat yaşadım.” Bu kehanetten birkaç gün sonra 5 Ağustos 1940 gecesi Naziler S.Saviours Kilisesine sığınan halka saldırdılar. Stefan da kilisedeydi. Yakalananların tümü Gestapo karargahına götürülerek makineli tüfek ateşiyle tarandı, sonra da yakıldı. Stefan’ın o sırada yanında bulunan yayımlanmamış yazıları da makineli tüfek ateşiyle tarihe karıştı. O ömrü boyunca psişik güçlerini halkın yararına kullanmıştı. Yeteneklerinin kendisine hiçbir yararı yoktu. Herhangi bir şey direkt olarak kendini ilgilendirdiğinde paranormal gücü etkisini yitiriyordu. Başkalarının kayıp eşyalarını bulabiliyor, fakat kendi hakkında söylediği hiçbir şey doğru çıkmıyordu. Hep kendisiyle paranormal yetenekleri arasında karanlık bir duvarın bulunduğunu söylerdi. Bu yüzden hayatını mesleği olan kimya mühendisliğiyle kazanıyordu. (Sayfa: 14-20)

Gezici durugörü, kişinin bilincini uzaktaki bir yere göndermesi ve o yerde olup bitenleri ayrıntılı olarak algılamasıdır. Durugörüyle gezici durugörüyü birbirinden ayıran sınırlar pek kesin olmadığı gibi, bazı olayların ve deneylerin yorumlanmasında geçerli olan olgunun durugörü mü, yoksa astral seyahat ya da beden dışı deneyim mi olduğu bazen tartışma konusu olmaktadır.
Yeteneklerini yeterince iyi kullanabilen hassas kişiler, uzaktaki bir yeri zihinlerinde görmekle (gezici durugörü) bu yere astral bedenle gitmek arasındaki farkı rahatlıkla ayırt edebilirler. 20. yüzyılın başlarında, tanınmış hassas kişilerden biri olan Vincent Turvey hem gezici durugörü, hem de astral seyahat deneyimleriyle ünlüydü. Turvey bu iki paranormal olgu arasında nasıl ayrım yaptığını şöyle açıklıyordu: “Uzak mesafeden durugörü söz konusu olduğunda araya giren kasaba, orman ve dağ gibi fizik objeleri yarıp geçen bir tünelin içinden görürüm.” Öte yandan astral seyahat sırasında astral beden içinde olduğunun bilincinde olan Turvey, bıraktığı yerdeki fizik bedenini görebiliyor ve astral beden içinde yol aldığını hissedebiliyordu.
Gezici durugörü olaylarıyla ilgili elimizde mevcut olan kayıtlar sadece günümüze ve yakın geçmişe ait değildir. Örneğin Aulus Gellius, MÖ. 48 yılında Sezar’ın ordusunun Pharsalus’da Pompey’i yendiği gün, Patavium’daki (bugünkü Padova) bir rahibin savaşın gidişatını ‘izlediğini’ ve ayrıntılarıyla tarif ettiğini yazmaktadır. MS. 1. yüzyılda yaşamış olan ünlü Grek düşünürü Apollonius da durugörü yeteneğine sahipti. MS. 96’da zalim Roma İmparatorunun Roma’da öldürülüşünü Efes’deyken görmüş ve çevresindekilere anlatmıştı. 1571 yılında Papa V. Pius, İnebahtı deniz savaşında Osmanlıların yenildiğini Roma’da görmüş, dini ayin yapılması için emir vermişti. Aziz Alphonso de Liguori, 1774 yılında ağır bir oruçtan sonra çekildiği inziva hücresinden Roma’daki Papa XV. Clement’in ölüm döşeğini görmüş ve çevresindekilere tarif etmişti. Liguori’nin bulunduğu Arezzo’dan Roma’ya bir haftada gidilebiliyordu. Daha sonra Roma’dan gelenler Liguori’nin anlattıklarını onaylamışlardı. Tanınmış Fransız psikoloğu Pierre Janet, bir keresinde Leonie adındaki bir bayanı hipnotize ederek ondan Paris’teki profesör Richet’yi ‘ziyaret etmesini’ istemişti. Talimata uyan Bayan Leonie birden “Yangın var !” diye bağırınca Janet kadını sakinleştirmek zorunda kalmıştı. Tekrar transa giren Bayan Leonie bir kez daha “Yangın” diye çığlık atarak uyanmıştı. Sonradan tam o saatte profesör Richet’in laboratuvarında yangın çıktığı anlaşıldı. (Sayfa: 21-23)

Dr. Ryzl bir medyumun geleceği görüp göremeyeceğini merak ediyordu. Sekreteri Josefka’yı transa sokarak ondan bir arkadaşının geleceği hakkında kehanette bulunmasını istedi. Sonunda Ryzl’in yardımıyla Josefka transa girdi. Üzerinde konsantre olacağı kız arkadaşı Prag’ın 50 mil dışında oturuyordu. Dürüst ve hassas bir süje olan Josefka, Ryzl’in direktiflerini tereddütsüz uygulardı. Fakat bu seansta sinirlenmeye ve sesi kısılmaya başladı. “Gitmemeli, gitmemeli” diyor ve sanki birini engellemeye çalışıyordu. Dr. Ryzl, “sen ne söylemeye çalışıyorsun?” diye sordu. Josefka “onu görüyorum, üzerinde iki parçalı bir elbise var, bir lokantada tanımadığı bir adamla konuşuyor, adamı ben de tanımıyorum. Kızı motosikletine bindirmek istiyor, gitmemeli, gitmemeli.” Josefka daha sonra kızın motosiklete bindiğini ve adamla şehir dışında kırlık bir yere gittiğini gördü. Birden heyecanlanarak “tartışıyorlar, eteği yırtıldı, aman Allah’ım kıza tecavüz ediyor” diye bağırdı. Dr. Ryzl bu seansta tahmininden fazla kehanetle karşılaşmıştı. Josefka transtan çıktıktan sonra ağlamaya başladı, gördüklerinden çok sarsılmışa benziyordu. “Bunun ne derece doğru olduğunu bilmiyorum, ama arkadaşıma telefon edip gerçeği öğreneceğim” dedi. Josefka arkadaşına telefon ederek bir rüya gördüğünden bahsedip söz konusu olayı anlatmaya başladı. Arkadaşı onun sözünü keserek “çok geç kaldın, o olay geçen akşam oldu bile” dedi. Kız olayın olduğu akşam lokantada bir arkadaşını bekliyormuş. Gelen yabancı, kıza arkadaşını tanıdığını, kendisini ona götürmek için geldiğini söylemiş. Dr. Ryzl’in anlattığına göre olay aynen Josefka’nın dediği gibi gerçekleşmişti. Elbisenin biçimi ve rengi, tartışmalar ve sonra meydana gelen tecavüz hepsi tıpatıp aynıydı. Sadece bu deneyde Josefka Ryzl’in umduğu gibi geleceğe bakmamış, adeta canlı yayındaymışçasına olayı aktarmıştı, yani deney geleceğe ilişkin bir kehanet değil durugörüydü. (Sayfa: 50-51)

Moskova Psikiyatri Araştırmaları Enstitüsü profesörlerinden D. Fedetov, 11 yaşındaki Vera Petrovna’nın cilt teması yoluyla objeleri görebildiğini ileri sürmüş, bir gazeteye verdiği beyanatta bu ilginç yeteneği şöyle açıklamıştı: “Diğer arkadaşlarından görünürde hiçbir farkı olmayan Vera’nın gözlerini bağlayarak çalışmaya başladığımda hayretten donakaldım. Vera üç kalın cildin altına koyduğum çocuk dergisini hiç hata yapmadan okumakta, sayfaların rengini bile söylemektedir. Gözleri bağlıyken camına parmağıyla dokunarak saatin kaç olduğunu tam olarak bilmektedir.” Haberi yayımlayan Sunday Express gazetesi profesörün konuyla ilgili görüşünü şöyle özetliyor: “Cilt temasıyla görme, insanların ellerinden çıkan enfraruj radyasyonlarla mümkün olmaktadır.” Profesör Robkin ise, “Bazı insanların ciltleri basit bir fotoğraf makinesi gibi inşa edilmiştir” diyor. Yaygın olan diğer görüş ise bu olayı telepatik bir yeteneğe bağlamaktadır. (Sayfa: 55)

“Bedeninizin içinden akıp duran enerji alanlarını görebiliyorum. İşte fiziki durumunuz hakkında bilgi edinmemi sağlayan fiziki alan. Sonra ne düşündüğünüzü belirleyen zihni alan ve ne hissettiğinizi gösteren hissi alan var. Hissi alan, bedenin yaklaşık 45 cm kadar dışına taşmış olup değişen bir renk deseni gösterdiği için daha çok bir kaleydoskopa benzer. Yolda yürüyen birine odaklanarak hasta mı, yoksa sağlıklı mı olduğunu anında anlayabilirim.” Bayan Dora van Gelder yukarda sözünü ettiği durugörü yeteneğini daha 5 yaşındayken fark etmişti. Bayan Dora’nın bu yeteneği Los Angeles’de çalışan nöropsikiyatr Dr. Şefika Karagülle tarafından incelenmekte, özellikle hastalıklara teşhis koyma ve yaklaşan bir hastalığı önceden belirleme açısından değerlendirilmektedir.
Bayan Dora ‘gördüklerini’ ressamlara tarif etmeye çalışmış, fakat yapılan resimlerden genellikle memnun kalmamıştır. Bir kişi üzerine odaklandığı zaman ilk fark ettiği şey fiziki alan olmaktadır. Söylediğine göre fiziki alan sürekli hareket eden ışınlardan oluşmuş bir örümcek ağı gibi bedene nüfuz etmekte, üzerine görüntü odaklanmadığı zaman televizyon ekranında beliren ışıklı çizgileri andırmaktadır. Bu enerji alanı tıpkı bir ırmak gibi bedenin organları içinden akıp durur. Alanda tıkanmalar ya da kopmalar olduğunda bu bir hastalık belirtisidir. Bayan Dora bedenin 30-45 cm kadar dışına uzanan yumurta biçimli hissi alanı da görmektedir. Zihni alanı ise entelektüel bir konuşma dinleyen kişinin enerji alanlarında meydana gelen aydınlanma etkisiyle algılamaktadır. Konuşma ilerledikçe zihni alanın içine akan enerji hissi ve fiziki alanlara da yayılmaktadır. Bayan Dora ayrıca çakra denilen enerji merkezlerini de görebilmekte, bunların salgı bezleriyle olan ilişkisini ve gösterdikleri değişimleri de gözlemleyebilmektedir. (Sayfa: 57-58)

Yazar Leo Talamonti, 1961 yılında Fransa Turin’de karşılaştığı Dr. Gustavo Adolfo Rol’ün durugörü yeteneği hakkında şöyle diyor: “Evine gittiğimde elimde alelade deri bir çanta vardı. Oturmam için yer gösterdikten sonra “Görüyorum ki çantanızda telepatiyle ilgili iki makale var. Tamamlanmış, fakat henüz yayımlanmamışlar.Telepati oldukça ilginç bir konudur” dedi. Hayretimi dile getirmeme fırsat vermeden ekledi, “Fakat ikinci makaledeki Napolyon’la ilgili öykü birazdan size kanıtlayacağım gibi pek doğru değil.” Gerçekten de Napolyon devrini anlatan kendi kitaplarından birinde yer alan ilgili bölümü bularak bana gösterdi.” (Sayfa: 59)

Güney Afrika Cumhuriyetinin Cape Town kentinde yaşayan Nelson Palmer, hayatının tümünü insanlara hizmet etmekle geçirmiş bir durugörü medyumuydu. 1956 yılında kayıp bir kız çocuğunu bulunca tüm dünyada tanındı. Palmer’den önce güvenlik güçleri 8 gün boyunca çocuğu aramış fakat bulamamıştı. 18 yaşındaki Myrna J. Aken’in parçalanmış cesedi Palmer’in tarif ettiği yerde bulundu. Daha sonra kızın nasıl öldürüldüğünü de anlatarak cinayetin çözülmesine yardımcı oldu. Ceset Palmer’ın bulunduğu yerden 1 mil uzakta olduğu halde bunu nasıl başardığını soranlara “Titreşimleri alınca doğru yolda olduğumu anladım. Cesedin içinde bulunduğu kemerli lağımı da görmüştüm” diye cevap verdi. Bu işin mekanizması kendisine sorulduğunda “Öyle sanıyor ve inanıyorum ki, bu bilgi benim dışımdaki bir zekadan geliyor” dedi. Birkaç ay sonra başka bir olay meydana geldi. Bu sefer de Durban kentinde bir doktor kaybolmuştu. Doktorun karısı Palmer’a başvurarak kocasının hayatta olup olmadığını öğrenmek istedi. Transa giren medyum kadına doktorun sağ olmadığını söyledi. Palmer doktorun muayenehanesinde inceleme yaparken adamın kravatlarından birini eline alarak konsantre oldu ve cesedin kuzeybatı yönünde 5 mil kadar uzakta, bir akarsuyun yakınında olduğunu bildirdi. Ertesi gün 4 saatlik bir arama yapan polis doktorun cesedini tarif edilen yerde, bir derenin yakınındaki çalılıkların içinde buldu. Oysa Palmer’a başvurulmadan önce güvenlik güçleri iki Avrupalı dedektifle birlikte yörede tam 11 gün araştırma yapmış, ama bir sonuç elde edememişti. (Sayfa: 60-61)

Turinli (Fransa) bir güvenlik görevlisi olan Lanfranco Davito aynı zamanda tanınmış bir klervoyandı. Bir keresinde üstleri kendisinden bir suçluyu bulmasını istediler. Transa giren Davito “O sandığınız gibi erkek değil, kılık değiştirmiş bir kadın. Üstelik yalnız da değil, iki kişi ona yardım ediyor. Birkaç gün önce Turin’i terk ettiler” dedi. Daha sonra bir kasabanın adını veren Davito şöyle devam etti, “yakınlarda, nehrin kıvrım yaptığı yerde ahşap bir ev var. Üçü de orada saklanıyor.” Gerçekten de suçlular Davito’nun tarif ettiği yerde ele geçirildiler. (Sayfa: 61)

Klervoyan Grahame W. Barratt yeteneğini ve yaşamındaki durugörü deneyimlerini şöyle anlatıyor: “Henüz 20 yaşındayken beni çok telaşlandıran psişik bir vizyon gördüm. Çevremdeki insanların bedenleri sanki saydam hale gelmişlerdi, auralarındaki kahverengimsi lekelerden hasta olup olmadıklarını anlayabiliyor, metrelerce öteden bile bu lekeleri görebiliyordum. Bunu ilk kez sırtı bana dönük bir adamda fark ettim. Adama yaklaşıp sırtındaki bir noktaya dokundum, hafifçe irkilerek bana döndü ve “Oramda geçirdiğim kazadan kalma bir yara var” dedi. Yıllarca önce motosikletten fırlayarak kaza yapmıştı. Bir başka sefer değerli bir okültistin aurasında tuhaf bir geometrik şekil gördüm. Bunu kendisine anlatmak zorundaydım. En ufak ayrıntısına kadar gördüklerimi anlattım, ciddi bir tavırla beni dinledikten sonra, bunu kendisine anlatan üçüncü kişi olduğumu söyledi. Yeteneğim beni hem şaşırtmış, hem de sevindirmişti. Sonradan öğrendiğime göre bu karışık şekil ‘Fisagor inisiyelerine’ ait bir alametti ve ancak belirli düzeydeki üstatların auralarında görülebiliyordu. O zamanlar auralara ait bu tür özelliklerden haberim yoktu. Daha sonra Fisagor’un yorumcusu Iamblichus’un yazılarında aynı alametin varlığına rastladım.” (Sayfa: 62)

12 yaşlarında bir çocuk bazen hastalanıyor, ateşi yükseliyordu. Ateşin nedeni bir türlü anlaşılamadı. Bir gün yine hastalandı, okulun revirine yatırdılar. Çocuk vakit geçirmek için yatakta kitap okuyordu. Yüksek sesle okuduğu için hemşire kitabı elinden alarak dinlenmesi gerektiğini söyledi. Ama o yatağa uzanıp okumaya devam etti. Hemşire, “yoksa kitabı ezberledin mi? ” diye sorunca, “hayır, koca kitabı ezberlemek güç olur” dedi çocuk. “Öyleyse kafadan uyduruyorsun” diye üsteledi hemşire. “Hayır okuyorum” diye diretti çocuk. Bunun üzerine hemşire kitabı açtı ve çocuğun yüksek sesle tekrarladığı satırların kitapta aynen yazılı olduğunu gördü. Gülümseyerek, “sen şakacı bir çocuksun, kitabı ezberlemişsin” dedi. Çocuk Nuh diyor peygamber demiyordu, “hayır okuyorum.” Hemşire kızmaya başlamıştı, “odanın öbür tarafında kapalı duran bir kitabı nasıl okuyabilirsin? Sen bir yalancısın ve yalancılık kötü bir huydur” diye çıkıştı. Çocuk yine diretti, “yalan söylemiyorum, kriz geldiği zaman ben kapalı kitapları bile okuyabilirim.” Hemşire çocuğun yalancı olduğunu ispatlamak için, “pekala, ben kapının önünde duracağım, 154. sayfadan okumaya başla bakalım” dedi. Çocuk gözlerini kapayıp bir an düşündü ve okumaya başladı. Hemşire hayretler içinde okunan satırları izliyordu, çocuk hiç hata yapmadan sayfayı okumuştu, ama hemşirenin içinde hala şüphe kırıntıları vardı. Hasta çocuğun dimağı sayfanın fotoğrafını çekmiş olabilir diye düşündü. Gidip kütüphaneden çocuğun hiç bilmediği bir kitap getirdi, rastgele açıp “82. sayfayı oku bakalım” dedi. Çocuk yine okudu. Hemşire çıldırmış gibiydi, ardı ardına yeni kitaplar getirip tekrar tekrar deneyler yaptı. Çocuk hepsini kelimesi kelimesine okudu. En sonunda çocuk dayanamadı, “defalarca odanıza gidip gelmenize gerek yok. Ben buradan da o kitapları okuyabilirim” dedi. “Buradan benim odamı görebiliyor musun? Peki avluda olup biteni de görebilir misin?” diye sordu hemşire. “Evet her şeyi, her yeri görebilirim” dedi çocuk. Afallayan hemşire koşarak odayı terk etti. Aynı çocuk daha sonra okul öğretmenleri tarafından defalarca deneye tabi tutuldu. Kilometrelerce uzaktaki evlerinde anne ve babasının ne yaptığını biliyordu. Bunu nasıl başardığı sorulduğunda, “çok basit, oraya gidiyorum” dedi. Nasıl gittiği sorulduğunda, “düşüncemle gidiyorum” diye yanıtladı. (Sayfa: 63-64)



2 yorum:

Unknown dedi ki...

Çok güzel bir yazı,açıklayıcı olmuş.Sağolun.

Unknown dedi ki...

Piramitler ilginçti özellikle.