7.05.2007

SPİRİTOLOJİ, PARAPSİKOLOJİ, UFOLOJİ
TEMEL ALT YAPI KİTAPLARI
CİLT: 4

BİLİM ARAŞTIRMA MERKEZİ YAYINLARI

TÜRKİYE GİZEMLERİ

Piri Reis haritaları, insanlığı yönlendiren Yüksek Zeka’ların varlığını ortaya koyan bir kanıttır. Ancak uzaydan alınabilecek fotoğraflarla benzerleri yapılabilen bu haritalar, aynı tekniği kullanan dünya dışı zekalar tarafından oluşturulmuştur. Amerika’nın keşfinin insanlık için önemi Yüksek İdare Mekanizmasının amacının bir kısmını oluşturduğu için bu keşfi mümkün kılacak vasıtalardan biri olarak Piri Reis haritaları ortaya çıkarılmıştır. İnsanlık daima Yukarı’nın belirlediği orijinal evrim yolundan yürümek zorundadır. Bu olgu, hem insanlığın evrim ihtiyacının ve amacının doğal bir sonucu, hem de bu evrim olayını kendilerine ilahi tez olarak alan Dünya İdareci Mekanizması’nın amacıdır ve her ikisi bir bütündür. (Sayfa: 7)

Eflatun ve Solon’un kendi devirlerinin inisiyeleri oldukları ve Mısırlı rahiplerin onlara ezoterik bilgi verdikleri bilinen bir gerçektir. Peki, Piri Reis’in de böyle bir özelliği var mıydı acaba? Piri Reis’in bu tür doküman ve bilgiye şans eseri rastladığını düşünmek garip bir şey olur. Kadim Mısır’daki türden ezoterik bilgilerin aktarımı hiçbir zaman şansa bırakılamaz. Bu aktarım, ancak Yukarının tasarrufundaki yasaya göre işleyen bir süreçtir. Piri Reis de bir istisna teşkil edemeyeceğine göre, söz konusu kadim haritaları görmesi için kendisine izin veren ezoterik bir okulun ya bir müridi ya da inisiyesiydi!
Konuyu biraz daha derinleştirdiğimizde, Kolomb’un da yararlandığı kadim bir kitabın büyük bir olasılıkla İskenderiye Kütüphanesinde saklanmış olduğu ve kütüphane Romalılarca ilk kez yakıldığında ekabirin eline geçmiş olabileceği ortaya çıkar. Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye’sinde kullandığı “ekabir” sözü, İskenderiye’de mevcut kadim bilgilerin bekçileri olan inisiyeler grubunu işaret etmek için özellikle kullanılmış olabilir. Mısır’ın Müslüman fatihi Amr İbn el As, Mısır’a girmeden önce Grek kökenli halka Mısır’ı terk etmeleri için bir yıl süre vermişti. İşte ekabir çok değer verilen o kitabı da yanına alarak kendilerine tanınan süre içinde Mısır’dan çıkmış olabilir. Büyük olasılıkla aynı ekabir grubunun bir üyesi olan ve nereye gittiğini iyi bilen bir piskopos, 711 yılında, Arapların İberik yarımadasının büyük bir kısmını ele geçirdiği dönemde İspanyolları Antilla’ya götürür.
Antilla adasının, günümüzde mevcut olmayan Atlantis’den arta kalan adalardan biri olduğu sanılıyor. Bu durumda piskopos gibi Kolomb da nereye gittiğini iyi biliyordu. Çünkü Kolomb, deniz ilmini derinliğine anlatan o kadim kitaptaki bilgiyle ne yapacağını iyi bilen bir inisiyeydi. (Sayfa:14-15)

Portulan haritaların ani ve beklenmedik şekilde ortaya çıkışları, inşaatçıların bilinmeyen Gotik mimarisini akla getirmektedir. İnsanlık tarihindeki bu tür örnekler, Yüce Rehberlerin zaman zaman insanlığa kültürel gelişim enjekte ederek insani evrimi nasıl hazırladıklarını göstermektedir. Bu tür aşılamalar dünya üzerinde belirli görevleri yürüten inisiyelerin ya da müritlerin aracılığıyla gerçekleştirilir. Anlaşıldığına göre kadim kitaptaki bilgiler birbirini izleyen kısımlar halinde ortaya çıkarılmış ve bazı parçalar ise insanlığa verilmemiştir.
Ptolemy sadece Akdeniz ve civarını ortaya koymuş, doğu Atlantik’ten öteye geçmemiş gibidir. Sonra elinde batı Atlantik’teki kıtayı gösteren ve aynı kitaptan geldiğini kabul ettiğimiz bir dizi haritayla Kolomb ortaya çıkmıştır. Doğu dünyası bu olağandışı haritalarda hiçbir zaman görünmez. Nitekim 1375 tarihli Catalan dünya haritasının batı parçası bir portulan şeklinde olmasına rağmen, doğu kısmı Ptolemy’ye dayanılarak çizilmişti. Demek ki, Piri Reis haritasının geri kalan kısmı eğer bulunabilseydi çarpıcı bir doküman oluşturacaktı. Büyük olasılıkla kadim kitaptaki bilgilerin insanlığın evrimi için kontrollü bir şekilde ortaya çıkarılmasını sağlayan ve böyle bir metodun kullanılmasından sorumlu olanlar, kadim kitabı ellerinde bulunduran ve doğrudan Yüce Güçlerin rehberliğine bağlı olarak çalışan inisiyeler grubuydu.
Sonuçta batı dünyasının dikkati, Piri Reis’in dediği gibi “o kitabın bilgisiyle birçok yeri ortaya çıkarabilsinler” diye daha batıya çekilmişti. Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, kendisi de bir inisiye olan Piri Reis’in elindeki kadim haritalarla kadim kitabın kendisi tek bir orijinal kaynaktan geliyordu. Bu da Piri Reis’in haritalarını hem kadim kitaptan kaynaklanmış yeni portulanlardan, hem de kadim haritalardan bir kıyas üzere nasıl ortaya çıkardığını açıklamaktadır, çünkü her iki grup haritada da esaslar aynıdır. (Sayfa: 22-23)

Eski Ahit’in Tekvin bölümünde Nuhun Gemisi’nin Ararat Dağı’nda karaya oturduğu belirtilir. Bölgenin en yüksek dağı olması göz önüne alınarak geminin bu dağa oturmuş olduğu benimsenmiş ve gemiyi arayan heyetlerin Ararat’a çekilmesine sebep olmuştur. Oysa İÖ. 250 yıllarında yaşamış Babilli bir rahip olan Berossus, Babilli majların kayıtlarına dayanarak Eski Ahit’in aksine Araratı değil, Cordyean Dağı’nı işaret etmektedir. Kuran’ın ilgili ayeti de Cordyean bölgesinde geminin bulunduğu dağın Cudi olduğunu söyler. Aslında Müslüman ve İbrani versiyonlarında verilen bir bilgi Ağrı-Cudi anlaşmazlığına ışık tutabilir ve sonucu Cudi lehine çevirebilir. Bu son derece önemli kanıt, Hz. Nuh’un saldığı güvercinin gagasında bir zeytin dalı ya da yaprağıyla geri dönmesidir. Türkiye’nin bitkisel coğrafyasına baktığımız zaman Cudi Dağı’nın zeytin yetişen bir bölgenin yakınında yer aldığını, oysa Ağrı’nın zeytin bölgesine çok uzak olduğunu görürüz. Gerçekten de Cudi Dağı’nın batısına düşen arazi zeytinliklerle kaplıdır. (Sayfa: 36)

2150 metre yüksekliğindeki Nemrut Dağı’nın zirvesinde insan eliyle yapılmış bir höyük yer alır. Bu höyüğün eteklerinde ise heybetli heykeller bulunmaktadır. 50 metre yüksekliğinde ve 150 metre çapındaki bu höyük yumruk büyüklüğündeki taşların üst üste yığılmasıyla oluşturulmuştur. Tabanında bir temel olmaksızın iki bin yıldır birçok depreme, donma ve erime olayına göğüs germiştir. Höyüğün en ilginç yanı sırrını korumada gösterdiği eşsiz yetenektir. Taşlar o şekilde yığılmıştır ki, hiç kimse bu taş öbeğinin içine girip altında saklı olan her neyse ona ulaşamaz! Zorla girilmeye kalkışıldığı zaman bir grup taş yerinden oynayacak ve girmeye çalışanı ezecektir. Sır bu yığma taştan höyüğün herhangi bir yerinde olabileceği gibi, zeminindeki kaya tabakasına oyulmuş bir odacıkta da olabilir. Sfenks’in taban kısmını örten kumlar bir tarihte kaldırılmış olmasına rağmen, bugün kumlar yeniden her yanı örtmüş ve Sfenks’in tabanına ulaşma çabalarını önlemiştir. Bazı kehanetlere göre, Altın Çağ’ın başlangıcında ortaya çıkarılacak sırrını Sfenks hala korumaktadır! Nemrut Dağı’nın sırrı da acaba yeni çağın açılışını insanlığa bildirmek için mi beklemektedir? Belki de bu sırrın ortaya çıkarılışı uzak bir gelecekte olmayıp hızla yaklaşmaktadır. (Sayfa: 43-44)

Nemrut Dağı’nda 2 metreye varan boylarıyla yekpare taştan baş heykelleri çok etkileyicidir. Bunlar arasında Zeus-Ahura Mazda’yı, Apollo-Mithras’ı, Heracles- Artagnes’i, Fortuna’yı ve I.Antiochos’un kendisini temsil eden örnekleri görüyoruz. Heykeller arasında görülen aslan ve kartal başları için Daniken, “Kartallar ve aslanlar güzel bir taş işçiliğiyle
ikişer kez temsil edilmişlerdir. Dağın altındaki kayaya bir öküz resmi oyulmuştur” diyor. Daha sonra bu hayvanlara Eski Ahit’in Ezekiel bölümünde de rastlandığını ve peygamberin bu hayvanların yüzleriyle bir insan yüzünü gördüğünü hatırlatıyor. Ne var ki bu hayvanlar sadece Ezekiel’e özgü değiller, birçok kaynakta ortaya çıkarlar, örneğin İncil’in Vahiy bölümünde Yuhanna onlardan bahseder. Madam Blavatsky’nin kutsal hayvanlar dediği Mithraik inisiyasyonla ilgili bu hayvanların heykellerine Nemrut Dağı’nda neden rastlıyoruz acaba? Çünkü bu kutsal dağın Mithraik misterlerin canlandırıldığı bir inisiyasyon yeri olması gerekir. Dolayısıyla Nemrut Dağı mabedinin tümü, kadim Mısır misterlerinin sahneye konduğu ve inisiyasyon adaylarının belirli kademelerden geçerek bu misterlere inisiye oldukları Büyük Piramitle aynı işlevi görüyordu. Mithras, Bilgelik Güneşinin daimi yoldaşıydı. Kısaca, Üstat Djwhal Khul’un dediği gibi Mithras İdareci Mekanizma’nın boğa burcu çağında insanlığa gönderdiği Dünya Öğretmeniydi. (Sayfa: 45-46)

I. Antiochos’un son derece önemli ve etkili tarihi bir kişilik olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bir inisiyasyon merkezi kurmak, zamanının en önde gelen askeri gücünü temsil eden bir imparatorlukta belirli bir kültü yaymak ve yüzyıllar boyunca batıyı etkilemek gibi devasa bir işin altından kalkmanın tek bir açıklaması olabilir: I. Antiochos ilahi bir kraldı. Tanrıların, yani insan ırkının evrimini yönlendiren Yüce Güçlerin bir elçisiydi. Madam Blavatsky bu konuda şöyle diyor: “Göksel mekanlarından inen ve hükmeden tanrılar insanlığa astronomiyi, mimariyi ve günümüze kadar gelmiş tüm ilimleri öğretmişlerdir. Bu varlıklar önce tanrılar ve yaratıcılar olarak ortaya çıkarlar. Sonra gelişmeye başlayan insanla karışıp birleşirler ve en sonunda ilahi krallar ve yöneticiler olarak zuhur ederler. Ne var ki bu gerçek giderek unutulmuştur.” Diğer birçok ilahi kral gibi I. Antiochos da ilahi göreviyle ilgili olarak Yüce Güçlerle yaptığı antlaşmaya dair kanıtlar bırakmıştır. Bunlar, hem batı hem de doğu teraslarında yer alan kabartmalardan oluşur. Batı terasındakiler I.Antiochos’u bazı ilahlarla el sıkışırken göstermektedir. (Sayfa: 51)

Arkeologlar, Kapadokya’daki tüm yer altı kentlerinin, kilometrelerce uzanan dehliz ve tünellerle bağlantılı devasa bir yer altı şebekesinin düğüm noktaları olduğunu söylüyorlar. Acaba bu kentleri yerin altına kimler oymuştur? Bazılarına göre Hititler, bazılarına göreyse ilk Hıristiyanlar. Derinkuyu ve Kaymaklı’da görüldüğü gibi komple bir sistemin yaratılması son derece yüksek bir teknoloji gerektirir. Günümüz teknolojisiyle bile altından zor kalkılabilecek bir işi ne Hititlerin ne de Hıristiyanların başarması mümkündü. Kapadokya’ya yerleşen Hıristiyanlar bu kentleri kullanmış olabilirler, ama bu kentlerin orijinal mimarları oldukları anlamına gelmez. Melih Cevdet Anday yörede yaptığı bir röportajında şöyle diyor: “Konu gerçekten çok düşündürücüdür. Kasabada yer altı kentini yıldızlardan gelen bir takım yaratıkların yaptıkları söylentisi çok yaygın duruma gelmiştir. Acaba arada bir yine gökten inip bize görünmeden Kaymaklı yer altı kentine giriyor mu bu yaratıklar? Fakat neden orayı seçtiler? ” (Sayfa: 59-60)

Eğer yer altı kentleri ve tünelleri konusunda kapsamlı bir araştırma yapmayı göze alırsak bu soruların yanıtları da bulunabilir. Böyle bir araştırma, dünyanın her yanında yer altı geçitleriyle kentlerinden oluşan bir şebekenin varlığını ortaya koyacaktır. Birçok kadim ezoterik tradisyonun, özellikle de doğuya ait olanların ve günümüz güvenilir okültistlerinin belirttiklerine göre bu yer altı kentlerinde insan ırkının Ağabeyleri yaşamaktadır. Bütün bu yer altı koridorlarının, Himalayalar civarında yerleşen ve evrim yolunda insanlığa hizmet eden Ağabeylerimizin faaliyet gösterdikleri bir ana şebekeyle bağlantılı olduğu söylenmektedir. Merkezi Yönetici Hiyerarşi’nin fizik plandaki bu yer altı ışık devletine Agarta adı verilmiştir. Kısaca Agarta, Himalayaların altında Büyük İnisiyatörlerle Dünyanın Efendilerinin içinde yaşadıkları gizemli bir yer altı krallığıdır. Agarta’nın bir inisiyasyon merkezi olarak piramitlerinkine benzer bir işlev gördüğü anlaşılıyor. Himalayalar dışsal abideyi oluştururken, yer altı mekanını da dünyasal ve kozmik kirlenmeden uzak kalan krallık oluşturuyor. Agarta ülkesi hem Yüce İnisiyasyonlar ve Vazifeler Merkezidir, hem de milyonlarca kitabın korunduğu binlerce kilometre uzunluğundaki kozmik bir kütüphane ve eğitim kuruluşlarını da kapsayan bir Kozmik Üniversitedir! Bu kitaplar, kitabımızın önsözünü yazanın da (Haluk Egemen Sarıkaya) gördüğü gibi çok ileri seviyeden bir holografi, yani üç boyutlu fotoğrafçılık tekniğiyle basılmıştır. (Sayfa: 60-61)

Okültizmin önemli temsilcilerinden biri olan Madam Blavatsky, “Gizli Doktrin” adlı eserinde bu yer altı kütüphane ve kentleri konusunda şunları yazıyor: “Tüm büyük ve varlıklı Lamaserilerde, dağlarda kayalara oyulmuş yer altı odaları ve mağara kütüphaneleri vardır. Batı Tsaydam’ın ötesinde, Kuen-Len’in ıssız geçitlerinde bu türden bir takım gizlenme yerleri bulunur. Topraklarına şimdiye kadar hiçbir Avrupalının ayak basmadığı Altın Dağ üzerinde derin bir çukurun içinde kaybolmuş bir köy vardır. Burası ufak evler kümesidir, içindeki fakir görünüşlü mabedi gözetlemek için ihtiyar bir lama o civarda yaşar. Hacıların söylediğine göre, bu mabedin altındaki yer altı galeri ve hollerinde bulunan kitapların sayısı, British Museum’dakilerden daha fazladır. Aynı tradisyona göre, Türkistan’ın ortasında adeta bir sahra olan kurak Tamin topraklarının artık terkedilmiş bölgeleri eskiden görkemli kentlerle kaplıydı, şimdiyse yörenin ürkütücü ıssızlığını giderecek birkaç yeşil vahadan başka bir şey yok. Vaha çölün kumları altındaki büyük kentin mezarını halı gibi örtmekte ve sık sık Moğollarla Budistler tarafından ziyaret edilmektedir.Ayrıca tradisyonlar tabletlerin bulunduğu devasa yer altı barınaklarından da söz eder. Dünyanın içine gömülmüş bu yer altı depoları emniyettedir. Girişleri vahalarla gizlendiğinden herhangi birinin buraları keşfetmesinden korkulmaz. Söylediklerimizi özetleyelim: Gizli Doktrin, kadim ve tarih öncesi dünyanın her tarafa yayılmış diniydi. Bu dine ilişkin kanıtlar ve tarihe ilişkin gerçek kayıtlar komple bir dokümanlar dizisi olarak gizli yer altı kütüphanelerinde günümüze kadar mevcut olagelmiştir. O dokümanlar ki, tüm büyük ermişlerin öğretisi ve Okült Kardeşliğin gizli bilgisiydi.” (Sayfa: 61-62)

Agarta’yı kuran ve Agarta Hiyerarşisinin Yüksek Konseyini oluşturan Yüce Varlıkların yıldızlardan geldikleri söylenir. R. Drake “Gods and Spacemen Throught History” adlı eserinde bu konuda şunları yazmaktadır: “Tibet, azametli Himalayalardaki bu mistik ülke dünyanın psişik merkezi olarak saygı görürdü. Üstatlar gözlerden uzak manastırlardan diğer gezegenlerdeki Kozmik Efendilerle telepatik görüşmeler yaparlar, metafizik alemlerde iyilik ve kötülük güçleri insanlığın ruhu için çarpışırlardı. Hint-Tibet tradisyonları, yerin çok derinlerinde faaliyet gösteren, tüm kıtalarda gizli girişleri olan ve tüneller ağıyla ulaşılabilen Agarta Uygarlığından söz ederler. Yıldızlardan gelen uzaylı varlıklar tarafından kurulan bu yer altı uygarlığının tarihi bilindiği kadarıyla dünyamızın ilk günlerine dek uzanmaktadır. Burası, Uranüs’ün oğullarıyla Satürn arasında çıktığı sanılan uzay savaşından sonra Elohim ya da Siklopslara sığınaklık etmiş olabileceği gibi, bir zamanlar gezegenimizi tehdit etmiş kozmik afetten kurtulmak için kullanılmış da olabilir. Mu ve Atlantis’ten kaçan göçmenlerin yer altına sığındıkları söylenir. Dünyanın her yanındaki Mistik Kardeşlikler, yerin kilometrelerce altında bulunan psişik bir uygarlıkla Tibet’deki üstatlar arasında bir bağlantı olduğunu ileri sürerler. İçi boş dünya teorisi’nin taraftarları, uçan dairelerin aslında yeryüzündeki ülkeleri gözlemek için kutuplardaki deliklerden, yani dünyanın içinden çıktıklarını söylerler. Ezoterik öğretiler Agarta’nın hakimini “Dünyanın Kralı” unvanıyla anarlar. Dünyanın Kralının, Agarta’da yardımcıları olan iki Rahip-Kral ile insanlığın geleceğini planladığı söylenir. Sembolü, Hitler tarafından çarpıtılarak kullanılmış Gamalı Haç’tır.” (Sayfa: 62)

Tarihçi Heredot’un, Trakya’da yaşayan Getaeler’i inisiye eden ve Fisagor’un spiritüel üstadı olduğu söylenen Zalmoxis hakkında yazdıkları, yer altı dünyasına Trakya’dan da ulaşılabileceğini göstermesi bakımından ilginçtir. Herodot şöyle diyor: “ Zalmoxis Trakya’da geniş bir hol yaptırdı, buraya topladığı kişilere hem kendilerinin hem de gelecek kuşakların ölmeyecekleri bir yere gidip bolluk ve bereket içinde yaşayacaklarını söyledi. Yer altında inşa edilmiş bir evi vardı, oraya girip gözden kayboldu ve üç yıl süreyle orda kaldı. Herkes öldüğüne inanarak ağladı, ama dört yıl sonra tekrar ortaya çıktı, bu kerameti sayesinde herkesin kendine inanmasını sağladı.” Okült kaynaklara göre Zalmoxis’in indiği yer altındaki ev ışık uygarlığı Agarta’ydı. (Sayfa: 64-65)

Anadolu’nun sözlü geleneklerinin ve klasik tradisyonların belirttiğine göre Orta Doğuda Agarta yer altı dünyasına açılan üç giriş vardır. 1-Gize: Mısır 2-Elbruz Dağı: Kafkaslar
3-Troya: Batı Anadolu. Bir dünya haritası üzerinde bu üç yeri birleştirecek bir üçgen çizildiğinde, kuzey kenarı tam Baba Burnu’nun üzerinden geçen bu üçgenin içerisinde kalan kara kütlesinin Anadolu olduğunu görürüz. Bu üç girişin açıldığı tünel şebekesinin bir yer altı geçit sistemiyle birbirine bağlanmış olması da büyük bir olasılıktır. Eğer öyleyse Anadolunun altında devasa bir dehliz şebekesi var demektir. Dahası, Agarta tünel sistemlerinin en önemli kavşak noktalarından biri olarak işlev yapıyor olmalıdır, şebekenin Kapadokya altında yoğunlaşması bu görüşü destekliyor. Öte yandan Anadolu’daki dehliz sisteminin geriye kalan kısmına ilişkin bazı belirtiler de var. Örneğin, Hititlerin başkenti olan ve Kapadokya’nın kuzeyinde yer alan Hattuşaş’ın altı tünellerle kaplıdır. (Sayfa: 65)

Anadolu’nun altında yer alan şebekeye ilişkin en önemli kanıt aşina olduğumuz bir yerden, kadim Commagene yöresinden gelmektedir. 1954 yılında Commagene bölgesinde kazı yapan arkeologlar, Nemrut Dağı’nın yakınında yer alan Eski Kahta Köyünün altında uzanan bir tünel keşfettiler. Tünelin girişi yazılı bir kayanın altında yer alıyor, kayanın üzerinde buranın Antiochos’un babasının son uykuya yatacağı kutsal yer olarak seçildiği belirtiliyordu. Şimdi, Nemrut Dağı’nın neden Commagene’nin kutsal dağı olduğunu ve Yüce Güçler tarafından neden amaçlarına hizmet etsin diye seçildiğini daha iyi anlayabiliriz. Commagene’nin altında bir tünel sisteminin varlığına bakarak Nemrut Dağı mabedinin kutsal yer ve yapıların prototipini, yani Agarta mabedini örnek aldığını söyleyebiliriz. Himalayalar ve Agarta, Nemrut Dağı ve altındaki keşfedilmemiş giz! Kutsal yer ve yapıların iç bölümlerinin çoğu kez bir kule ya da tepe noktasıyla belirlendiği söylenir. Bu özellik Nemrut Dağı’nın doruğundaki höyüğün varlığını bir başka açıdan açıklamış oluyor. Höyük bir iç odaya işaret eden bir uç noktası oluşturmaktadır, höyüğün sırrının bu iç mekanda bulunması çok olasıdır. Nemrut Dağı’nın yer altı odasına Commagene’nin tünelleri vasıtasıyla ulaşmak mümkün olsa gerek, ama sırrını gizleyen höyükte olduğu gibi dehlizlere de layık olmayan kişilerin girmesi imkansızdır! (Sayfa: 66-67)

Nemrut Dağı’nda esas alınan mabet prototipi Büyük Piramit için de geçerlidir. Acaba Troya kenti de bu tür kutsal yerlerin bir örneğini mi oluşturuyor? Hisarlık Tepe’de kurulmuş olan Troya birbiri üstüne inşa edilmiş dokuz ayrı kent tabakasından oluşuyordu. Böylece, çok katlı Troya kenti Hisarlık Tepe’nin üzerine kurulmuş bir piramit şeklinde tezahür etmektedir. Grek mitolojisinde Tanrıça Athene’nin yaptığı ve adına Palladium denilen sihirli bir heykelden söz edilir. Söylentiye göre Zeus bu heykeli göklerden aşağıya indirmiş ve kentin korunması amacıyla Troya’nın kraliyet soyunun geldiği Kral Dardanus’a hediye etmişti. Palladium Ate Tepesine, yani Hisarlık Tepesine yerleştirilmişti. Bu sihirli heykelin, Tanrıların himayesini kente iletebilme gibi bir özelliği vardı. Rene Guenon’un da dediği gibi, Palladium aslında spiritüel tesirleri zapteden bir anten olarak kullanılıyordu. Hisarlık Tepesinin üzerinde bir piramit gibi yükselen Troya ve onun uç noktasını oluşturan Palladiumla bir mabet kentin dış formu tamamlanmaktadır. Peki iç mabet, yani iç çekirdek hakkında bir bilgimiz yok mu acaba? Palladium efsanesinin geri kalan kısmına göre, Troya kralları Ate Tepesinde bu heykel için bir mabet inşa ettirmişlerdi. Kenti himayesiz bırakmak için bu heykeli çalan Grekler Troya savaşındaki galibiyeti garantiye aldılar. Bir rivayete göre Dardanus daima heykelin bir kopyasını teşhir ediyor ve orijinal Palladium’u mabedin iç mekanında saklıyordu. Dolayısıyla, Hisarlık Tepenin altında bu objenin saklandığı bir iç oda olması gerekir. Belki de bu iç oda yer altı geçitlerine açılmaktadır. Orijinal Palladium Troya’nın düşüşünden sonra Aeneas tarafından İtalya’ya götürülmüştü. Heykel Aeneas’a, yeni merkezi Roma’da kurma görevinde Yüce Güçlerin himayesini bahşetmişti. Unutmamalıyız ki aynı Aeneas yer altı dünyasına inmiş ve gizemli yer altı cenneti Elysium’u ziyaret etmişti. Acaba Elysium Agarta’nın bir yansıması mıydı? (Sayfa: 68-69)

Bir Efes efsanesi olan Yedi Uyurlar, Anadolu’nun mağara tradisyonlarıyla doğrudan ilişkilidir. İslam tradisyonunda Ashab-ül Kehf adıyla bilinen Yedi Uyurlar öyküsü, M.S. 250 yılı civarında imparator Decianus’un zulmünden kaçarak Kıtmir adlı köpekleriyle bir mağaraya sığınan yedi müminden bahseder.Yedi Uyurlar bu mağarada 200 yıl uyuduktan sonra Theodosius’un hükümdarlığı sırasında sapasağlam ortaya çıkmışlardır. Bu kişilerin 200 yıl süresince sağ kalışlarına ilişkin gizem, ancak ve ancak onların Agarta’nın yer altı dünyasına inmiş olduklarını varsaydığımız takdirde çözülebilir. Çünkü yüzyıllara varan bir ömür Agarta’daki hayatın doğal bir parçasıdır. (Sayfa: 69-70)

Zaman zaman ya Agarta’nın bazı üstatları ışık bedenleri vasıtasıyla dünyada ortaya çıkıp insanların arasına karışarak misyonlarını yürütür ya da Agarta inisiyeleri enkarnasyonlarının bir veya birkaçı sırasında insan evrimini hızlandırıcı çalışmalarda bulunurlar veya insanlığın evrim yolunda ilerlemiş bazı üyelerine belirli bir sebepten ötürü Agarta’yla temas etme izni verilir. Bu tür olayların tespit edilebilmiş olanları incelendiğinde Türkiye’deki bazı yerlerden sürekli bahsedildiğini görürüz. Örneğin Üstat Rakoczi’nin aynı adla tanındığı son dünya enkarnasyonunda Türkiye’de uzun yıllar kaldığını biliyoruz. Erdel Prensi Rakoczi 1703-1711 yılları arasında Macaristan’ın bağımsızlığı için savaşmıştı. Önce Polonya’ya giden Rakoczi daha sonra Türkiye’ye sığınmış ve politik mücadelesini ülkemizden sürdürmüştü. 1717 yılına kadar İstanbul’da kalan Prens, daha sonra 1720’deki ölümüne kadar Tekirdağ’da kendisine tahsis edilen bir evde kalmıştı. Ne ilginçtir ki aynı kişi bir sonraki yaşamında Saint Germain Kontu olarak ortaya çıktığında yine İstanbul’u uğrak yeri yapmıştır. Fransa’daki ezoterik Rozkruva grubunun üyelerinden Graffer, kaleme aldığı anılarında Saint Germain’den bahsederek onun 1790 yılında Viyana’da kendisine aynen şunları söylediğini yazar: “Senden ayrılıyorum, İstanbul’da beni bekliyorlar. Oradan da İngiltere’ye gideceğim. Orada yüzyıl sonra kullanacağınız iki icat üzerinde çalışacağım. Bunlar tren ve buharlı gemidir. Bir süre için Himalayalara çekilip dinleneceğim, 85 yıl sonra tekrar ortaya çıkacağım.” St. Germain Kontu’nun sözleri, İstanbul’da Agarta’dan gelen birileriyle buluşacağını ima etmektedir.
Doğu ile batı arasında köprü oluşturan İstanbul belki de Agarta temsilcilerinin buluşma yeridir. Nitekim Andre Bouguenec, Robert Charroux’un ‘Gizemli Bilinmeyen’ adlı kitabına yazdığı önsözde bu savı güçlendirecek bir açıklama yapıyor: “Villeneuve Üstadı 24 Aralık 1966’da İstanbul’da bilinmeyen üstlerle buluştu. Kendisi bu buluşmayı sınırlı bir yayında anlatmıştır. Daha doğrusu, açıklaması için bilinmeyen üstlerce kendisine izin verilenleri yayımlamıştır. Kitabın adı “Tasavvur Olunmazla Karşılaşma”dır. Bu kitap, yüzyıllar boyu insanların bahsettiği “Görünmeyen” in, şarlatanlarla hayalperestlerin icadı olmadığını kesinlikle ispat ettiği için çok önemli bir çalışmadır. Villeneuve Üstadının söylediğine göre, kendisi Saint Yves d’Aldeydre gibi belirli açıklamalar yapmaya izinlidir. D’Aldeydre’nin sözünü ettiği Agarta adı değiştirilmiştir. Yüksek Meclisin içinde bazı ufak tefek değişiklikler yapılarak tarihin ve zamanın hızıyla uyumlu hale getirilmesi sağlanacaktır. Agarta’nın yeni adı sadece belirli birkaç kişiye bildirilebilir. Yüksek Meclis, evrimde dünyanın ulaşacağı en yüksek noktayı bilen 12 büyük üstattan oluşmaktadır. Bu kişiler günümüzün politikasını etkileyecek durumda olmalarına rağmen, bizler yine de özgür irade sahibiyiz. 12 kişinin üzerinde, daha yüksek düzeydeki bir hiyerarşi içinde “Görünmeyen Varlıklar” yer alır.” (Sayfa: 71-72)

1932 yılında yapılan Agarta toplantısının da İstanbul’da gerçekleştirildiği bilinmektedir. Her yıl dünyanın bir ülkesinde yapılan bu önemli okült toplantılara 10’u çeşitli ülkelerdeki bilinmeyen inisiyelerden, 2’si de Agarta’dan gelen elçilerden oluşan 12 kişilik bir kadro katılır. Örneğin, 1978 yılında Güney Afrika’da yapılan toplantıya Habeşistan’dan, Kudüs’den, Japonya’dan, Polonya’dan, İskoçya’dan, A.B.D’den ve İspanya’dan birer kişi ile Güney Amerika’dan üç kişi ve Agarta’dan iki temsilci katılmıştı. (Sayfa: 72)

Uludağ’ın eteklerinde yer alan tarihi Bursa kenti de, Himalayalar’ın altındaki Işık Ülkesinden gelen elçilerin ara sıra ortaya çıktıkları bir diğer yerleşme merkezi olarak bilinmektedir. Andrew Tomas “Shambhala: Oasis of Light” adlı eserinde şu garip öyküyü anlatmaktadır: “14. yüzyılda sahte bir ölüm ve gömülme olayı düzenlenerek ortadan kaybolan bir diğer tarihi kişilik de Nicolas Flamel’di. Başrahip Vilain, 18. yüzyılda Flamel’in Türkiye’deki Fransız elçisi Desalleurs’u ziyaret ettiğini yazmıştı, yani Flamel’in sözde ölümünden yaklaşık 400 yıl sonra!”

“XIV. Louis, Paul Lucas’ı Ortadoğu, Mısır ve Yunanistan’dan antik eserler toplamakla görevlendirmişti. Lucas 1714 yılında “Kralın Emriyle Bay Paul Lucas’ın Gezisi” adında bir kitap yayımladı. Yazar bu eserde Bursa’da dört dervişle karşılaştığından ve bunlardan birinin Fransızca da dahil çok sayıda dil bildiğinden bahseder. Söz konusu derviş, ermişlerin yurdu olan uzaktaki bir yerden geldiğini söylemiştir. Görünüşte 30 yaşlarında olmasına rağmen anlattığı uzun yolculuklar en azından 100 yıllık bir süreyi kapsıyordu. Flamel’in adı geçtiğinde derviş şöyle der: “Flamel’in öldüğüne gerçekten inanıyor musun? Hayır, hayır dostum kendini aldatma, Flamel hala yaşıyor. Ne o, ne de eşi henüz ölümle tanışmış değiller. Her ikisini de Hint Adalarında bırakmamdan bu yana üç yıl bile geçmedi. O benim en yakın arkadaşlarımdan biridir.” Bu derviş Asya’daki Olimpos’un, yani Agarta’nın belirli bir işle görevlendirdiği bir elçisi olsa gerekti.” (Sayfa: 72-73)

Aralarında Evliya Çelebi’nin seyahatnamesi ve Hezarfen Hüseyin Çelebi’nin 1670 yılında yazdığı ‘Bizans Tarihi’ gibi Osmanlı eserleriyle, Bizans tarihçisi Heskios İllustrios’un 6. yüzyılda yazdığı ‘Patria Constantinoupolus’ adlı kitabın da bulunduğu çeşitli kaynaklarda, Hz. İsa’nın gerildiği haçın parçalarının Konstantin’in annesi St. Helena tarafından Kudüs’den İstanbul’a getirilişinden bahsedilmekte ve önce Çemberlitaş’daki sütunun üzerindeki heykelin içine yerleştirildiği, daha sonra da iç odaya nakledildiği anlatılmaktadır. Kutsal haçın yanı sıra Hz. İsa çarmıha gerilirken kullanılan çivilerden bazıları, Hz. İsa’nın meshedildiği yağ kabı, kanının bulaştığı toprak parçaları ve peygamberin kutsadığı 7 ekmek gibi birçok emanetin de Çemberlitaş’ın altındaki iç odada muhafaza edildiğine inanılmaktadır. Fakat bu objelerin niteliği ve sayısı ne olursa olsun hepsi de Hıristiyanlık kurumuyla ilgiliydi.
Asıl önemli olan İmparator Konstantin’in yaptığı şeydi. İmparator önceleri Troya’ya, daha sonra Roma’ya İlahi Güçler’in himayesini sağlayan, nereye giderse orayı yeni bir uygarlığın merkezi haline getirdiği söylenen Palladium’u Roma’dan getirtmiş ve Çemberlitaş’ın altındaki iç odaya bu ünlü anten heykeli de yerleştirmişti. İstanbul’un Konstantin’den sonra 11 yüzyıl boyunca Bizans’ın, 5 yüzyıl boyunca da Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olarak kalmasına hiç şaşmamak gerek!
Öte yandan, mabet prototipine uygun her kutsal yapı gibi Çemberlitaş’ın da Agarta yer altı sistemiyle ilişkili olması söz konusudur. Nitekim 1930’larda yapılan bir arkeolojik kazı sırasında Çemberlitaş civarında bir takım labirentvari dehlizlere rastlanmıştır. Üstelik diğer bazı bulgulardan anlaşıldığına göre Sultanahmet’le Aksaray arasındaki düz hat boyunca bu tür yer altı mekanları uzanmaktadır. Bunları göz önüne aldığımızda Çemberlitaş’ın, İstanbul’un altında yer alan galeriler ağıyla bağlantılı olduğu, belki de girişi belirleyen bir odak gibi işlev gördüğü anlaşılmaktadır. Bu konuya açıklık getirebilecek çok ilginç bir kayda “İstanbul’un 7 Harikası” adlı 70 küsur yıllık bir kitapta rastlamaktayız. Bu kitapta anlatıldığına göre, Çemberlitaş’ın yakınında yer alan Yerebatan Sarayı ile Kınalıada arasında uzun bir tünel bulunmaktadır. “Köpek Öldüren Kanalı” da denilen bu dehlizin Yerebatan’daki gizli bir girişten başlayarak kuzeydoğu yönünde ilerlediği ve Boğazın Marmara’ya açıldığı yerde deniz altından geçtiği, Üsküdar’dan itibaren de güneydoğuya doğru bir açı yaparak düz bir hat halinde önce Üsküdar-Kadıköy sahillerini izlediği, daha sonra yine Marmara’nın altından uzanıp Kınalıada’ya ulaştığı ve buradaki Manastır’da son bulduğu belirtilmektedir. Dehlizin söz konusu güzergah üzerinde sırasıyla Salacak, Karacaahmet ve Moda’da yüzeyle bağlantısını sağlayan giriş-çıkış noktaları bulunduğu söylenmektedir. (Sayfa: 74-75)

1975 yılında Van dolaylarında yapılan arkeolojik bir kazıda, hiç tartışma götürmeyecek kadar mükemmel bir uçuş aracı olan bir heykelcik ortaya çıkarılmıştı. Bariz bir aerodinamik formu olan bu heykelde günümüz uzay araçlarında rastlanan şu parçalar yer alıyordu. Burun konisi, kokpit, roket kompartmanı, dikey kuyruk ve çoklu roket lüleleri. Kokpitte, günümüzde uzay yolcularının kullandıkları türden körüklü bir anti-G elbisesi ve botlar giymiş bir pilot ya da kozmonot oturmaktadır. İki eliyle bazı levyeleri kontrol ediyormuş gibi görünen pilotun oturma şekli çok ilginçtir, bacaklarını yukarıya çekerek karnına doğru bastırmıştır. Bugünkü uygulamalardan biliyoruz ki, pilotlar karın kaslarını iyice sıkıştırıp karınlarını bastıracak şekilde öne doğru eğilirlerse merkez kaç ivmesinin oluşturacağı geçici bayılmaları önleyebilirler.
Dünyayı Agarta’nın tünel sistemlerinin varlığından ilk defa haberdar eden kişilerden biri olan Dr. Ferdinand Ossendowsky, “Hayvanlar, İnsanlar ve Tanrılar” adlı kitabında Agarta sakinlerinin yer altı geçitlerinde büyük bir hızla yolculuk yaptıkları olağanüstü araçlara sahip olduklarını yazmıştı. Bu bilginin ışığında Urartu heykelciğinin aslında tünel ağı içinde yolculuk yapmak için kullanılan türden bir Agarta roket modeli olup olmadığı sorusu akla gelmektedir. (Sayfa: 80-82)

Anadolu’da çeşitli ışınlama olaylarına zaman zaman rastlanmaktadır. Çanakkale sınırları içinde yer alan Geyikli ilçesinde ışınlama yeteneğinden ötürü Tayyareci Hoca adıyla bilinen kişi, Geyikli-Çanakkale arasında kendini ışınlayarak yolculuk yapardı.
Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesine bağlı Gümüşköy’de yaşayan ve vaktini riyazetle geçiren İbrahim Hakkı adındaki kişi de ışınlama olaylarıyla ün yapmıştı. İlçe merkezindeki devlet görevlilerinin anlattıklarına göre, jeeple köye giderek bir dini tören için kendisini çağırdıkları her seferinde, onlar jeeple daha ilçe merkezine dönmeden İbrahim Hakkı Efendi’nin camiye çoktan gelmiş olduğunu görürlerdi.
1929 yılında zamanın Kütahya valisi, Kütahya Belediye Matbaasının arsası üzerindeki Arap Hoca denilen yatırın yerinden kaldırılması için emir vermişti. Bu işle görevlendirilen iki işçi çalışmaya başlar başlamaz kendilerini Kütahya’nın en az 5-6 km uzağında bulmuşlardı. Üstelik işçilerin biri başka, diğeri başka yerdeydi. Daha sonraki çabalar da boşa çıkınca vali verdiği emri geri almak zorunda kalmıştı. (Sayfa: 125-126)

Birçok kadim kaynakta sözü edilen dev insanların Anadolu’da da yaşadığını gösteren kanıtlar vardır. Bahri Turgut Okaygün’ün 1937 yılında Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan röportajında ilginç bir olay anlatılmaktadır: “Mardin Hasan Keyf’de bir köylü izinsiz bir ev yaptırmak istemiş. Beş on kazma darbesinden sonra bir kubbeye rastlamış ve delerek içeri girmiş. Burada söylendiğine göre soba büyüklüğünde bir kafatasıyla karşılaşmış, iskelet anormal büyüklükteymiş, ısrarla iddia edildiğine bakılırsa boyu 3 metreyi geçiyormuş. Köylü kahramanlık yapayım diye o nadir kafatasını kazmayla parçalamaya başlamış. Sonra farkına varılmış, parçalar toplatılarak bacak kemikleriyle birlikte Maarif Vekaletine gönderilmiş.” (Sayfa: 134)

19. yüzyılın ünlü gizemli olaylar araştırmacısı Charles Fort, ‘Lanetlenmişlerin Kitabı’ adlı eserinde 1841 ve1846 yıllarında Anadolu’ya manna yağdığını belgelemiştir. 1846 yılındaki manna yağmuruna, M.J. Teesdale’in ‘Science and Gossip’ dergisinde yayımlanmış bir yazısında da değinilmektedir. Teesdale’e göre, 1846 yılında Anadolu’daki bir kıtlık sırasında birkaç kez manna yağdığı görülmüştür. Üstelik bir keresinde kutsal helva yağmuru birkaç gün kesilmeden sürmüştür.
Charles Fort, 1883 yılında bu kez İstanbul’da tanık olunan diğer bir olayı da yayımlamıştı: “London Times, 25 aralık 1883: Bir Türk gazetesinden öğrenildiğine göre, 2 aralık 1883 tarihinde Üsküdar’da bilinmeyen cisim olarak tanımlanan bir maddenin kar gibi tanecikler ya da ince tabakalar halinde yağdığı gözlemlendi. Tuzlu bir tadı olan söz konusu maddenin suda hemen eridiği görüldü.”
Öte yandan, yakın zamanlarda tanık olunan bir kutsal helva yağmuru olayını da 24 Haziran 1965 tarihli gazetelerden öğreniyoruz: “Mardin’in Cizre ilçesinin Cudi Dağı yakınlarında bulunan Kivah Ormanlarının 50 km’lik alanına üç günden beri çok miktarda ‘kutsal helva’ yağmaktadır. Meşe yapraklarının üzerine toz şekeri halinde yağan kutsal helvayı köylüler toplayarak satmaktadır. Kutsal helvanın kilosu Cizre’de 350 kuruş, Mardin’de 5 liradır. Şeker gibi tatlı olan kutsal helva büyük rağbet görmektedir. Köylüler, geceleyin Cudi Dağı üzerinden kayan beyaz bulutlardan ormana toz halinde helva yağdığını söylemektedir.” (Sayfa: 138-139)

14 Temmuz 1980 gecesi, TRT’nin yayımladığı ‘İşte Cumartesi’ adlı programda, sonradan büyük yankılar uyandıran bir manyetik yokuştan görüntüler sunulmuştu. Filmde programın yapımcısı Uğur Dündar söz konusu yokuşun alt ucundaki arabasının yanında görülüyordu. Sonra film ekibinin ses kayıtçısıyla birlikte arabasına biniyor, motorun çalışmadığını gösteriyor ve vitesi boşa alarak arabadan çıkıyordu. Bu arada Dündar yokuştaki gizemli güçler hakkında bilgi veriyordu. Birkaç saniye sonra araba yokuş yukarı yürümeye başlıyor, Uğur Dündar koşarak arabasını izlemeye çalışıyordu. Gizemli bir güç tarafından yokuş yukarı çekilen araba hızlandıkça Dündar arabasına yetişmekte güçlük çekiyordu. Motorları çalışmayan, vitesleri boşa alınan arabalarını yokuş yukarı sürüklenmeye bırakan diğer sürücüler de onu izliyorlardı.
Aslında dünyanın her yanında birçok manyetik yokuş bulunmaktadır. Bunlardan Electric Bras (Elektrik Bayırı), İngiliz BBC Televizyonunda tüm dünyaya tanıtılmıştır. İngiltere’deki bir diğer manyetik yokuş da bir ırmak üzerindedir, bu ırmak yokuş yukarı akmaktadır.
Kanada’nın New Brunswick kenti yakınlarında yer alan manyetik yokuş geceleri faaliyete geçmesi bakımından ilginçtir. Güneş battıktan sonra arabaların yokuş yukarı yürümesinin yanı sıra, gündüz aşağı doğru akan bir dere de yukarıya doğru akmaya başlamaktadır. Tahta sopalar, cam bilyeler yolda bayır yukarı yuvarlanmakta, hatta bayırın tepesindeki kayaları geceleyin yerinden kaldırmak bir hayli kolaylaşmaktadır. Buna karşılık yokuş aşağı inmek hem arabalar, hem de insanlar için dik bir yokuşu tırmanıyormuşçasına çaba sarf etmeyi gerektirmektedir.
İlginç bir durum da Avustralya’daki manyetik yokuşlardan birinde tespit edilmiştir. Bu yokuşta arabalar bayır yukarı saatte 18 km’lik bir hızla ilerlemektedir. Bu hız Trakya’daki yokuşta görülen çekim hızıyla aynıdır. Dünyanın manyetik alanında meydana gelen değişimlerin, manyetik yokuşlarda tezahür eden anti-gravitasyonel (yer çekimi yokluğu) etkileri açıklayabilecek en önemli faktör olduğu öne sürülmektedir. Nitekim George Van Tassel Bermuda Üçgeniyle ilgili bir yazısında, bu bölgede oluşan kaybolma olaylarının nedenini gravitasyonel anomalilere bağlamaktadır. Tassel’e göre, anti-gravitasyon etkisi uçak ya da gemileri önce levite etmekte, etkinin sürmesi halinde levite olan objeler genişlemekte, yani moleküler bir çözülmeye uğrayarak sonunda dezentegre olmaktadır. Anti-gravitasyondan ötürü objelerin moleküler yapılarında meydana gelen çözülme sırasında, eğer olayın meydana geldiği ortamda nem varsa bu da iyonlaşmaya yol açmaktadır. (Sayfa: 141-145)

Türkiye’de mucizevi şifa olaylarının örneklerine sıkça rastlanır. Horasanlı Yedi Erenlerden Abalı Dede’nin Ankara’nın Bağlum İlçesindeki Memluk Köyünde yer alan türbesi bu tür mucizevi şifalara sık sık sahne olmaktadır. Türbeye her çeşit hasta getirilmekte ve bir gece süreyle içerde yatırılmaktadır. Hastaların sağlıklarına kavuşmuş bir halde ertesi sabah türbeyi terk ettikleri çok görülmüştür.
Nevşehir’in Kozaklı köyünden 49 yaşındaki İzzet Özkan Hatipoğlu Mevlana türbesinde dua ederken bayılır. Kendine geldiğinde üç yıl evvel işitme duyusunu kaybeden kulaklarının açıldığını hayretle görür.
Kayseri Talas’ta ilkokul öğrencisi olan 12 yaşındaki Emin Çay uykudayken sünnet olduğunu hayretle fark etmiştir. Olaydan sonra sünnet yatağına yatırılan Emin kendisiyle konuşan arkadaşımıza şunları söylemiştir: “Dün bahçede kuş avlamaya çıkmıştım. Serçelere bir tuzak kurdum, kuşların tuzağa gelmesini beklerken ahırın kapısında uyuyakalmışım. Rüyamda kuş vereceklerini, dua etmemi söylediler, ama vermediler. Uyandığım zaman sünnet olduğumu gördüm, doğruca eve koşarak durumu anama babama anlattım, çok şaşırdılar ve korktular.” Bu inanılmaz olay tüm kasabada kısa sürede duyulmuş, Emin Çay’ın evi ziyaretçilerle dolup taşmıştır. Halk arasında ‘peygamber sünneti’ olarak bilinen bu olaya çok ender rastlanmaktadır. (Sayfa: 146-147)

Anadolu’nun özellikle güney illerinde reenkarnasyon olaylarına çok sık rastlanır. Ama İstanbul’da meydana gelen olay çok ilginçtir. Ünlü ressam ve karikatürist Bülent Şeren’in tanık olduğu bu olay, 16 Ekim 1960 tarihinde doğan kızı Şirin’le ilgilidir.
Karikatürist Bülent Şeren, Ankara’da oturan ve o tarihlerde Ankara Meteoroloji Müdürü olan babası Enver Şeren’e Şirin adında bir kızları olduğunu bildiren bir mektup yazmıştı. Babasından aldığı tebrik mektubunda kendini hayretler içinde bırakan şu reenkarnasyon olayı anlatılmaktaydı. Enver Şeren, Şirin’in doğumundan yaklaşık bir hafta önce 12 yaşındaki kızı Ziynet’le yaptığı spiritolojik bir celse sırasında kendini Firuzan adıyla tanıtan spadyumdaki (öte alemdeki) bir varlıkla görüşmüştü. Firuzan, spadyuma geçmeden önce İstanbul’da yaşadığını, 12 yaşında bir öğrenciyken öldüğünü anlatmış, hala çocukça duygularının olduğunu söylemişti. Daha sonra yapılan celseler sırasında da bağlantı kuran Firuzan, kendisine gayri ihtiyari “Kızım” diye hitabeden Enver Şeren’e “Ben sizi neden çok seviyorum biliyor musunuz? Çünkü siz benim büyükbabam olacaksınız” demişti. “Anlayamadım, nasıl olacak bu?” diye sorulduğunda, “İstanbul’daki gelininizin karnında bir bebek var ya, işte ben onun ruhu olacağım” diyerek Enver Şeren’in iyice ilgisini çekmişti. Bunun üzerine aralarında şöyle bir konuşma geçti: “Ne zaman doğacaksın?” “Galiba yarın veya öbür gün” “Kız mı olacaksın, oğlan mı?” “Kız olacağım. Benim adımı ne koyacaksın büyükbaba?” Firuzan’ı ciddiye almamasına rağmen ona karşı bir yakınlık duyan Enver Şeren de lafın gelişi olarak “Ben seni pek sevdim kızım, adını Şirin koymak isterim” demişti. Daha sonra aralarında çeşitli konuşmalar geçmiş, gelecek hakkında planlar yapmışlar ve müstakbel torun aklının ermeyeceği bebeklik çağında kendisine muhakkak beyaz renkli patikler alınmasını, özellikle de açık renkli elbiseler giydirilmesini istemişti. İşte bu son celseden 4 gün sonra oğlundan mektup alan Enver Şeren, mektubu okuyup da torununun kız olduğunu ve adının Şirin konduğunu öğrenince durumu derhal Bülent Şeren’e bildirmişti. Bülent Şeren, ilk çocuğu oğlan olduğu için hep kız isimleri düşündüğünü, Şirin adının doğumun yaklaştığı son günlerde birdenbire aklına geldiğini, hatta hanımıyla konuşurken kızları olursa hep açık renk elbiseler giydirmelerinin daha uygun olacağına karar verdiklerini söylüyordu. Gerek Ankara’dakilerin, gerekse İstanbul’dakilerin aralarında hiçbir haberleşme olmaksızın yaşadıkları bu olaylar aynı günlere rastlamıştı. Bu ilginç olayda, dünyaya gelmek üzere olan varlığın müstakbel dedesine celseler yoluyla bilgiler verdiğini ve kişisel isteklerini bildirdiğini görüyoruz. Üstelik müstakbel baba da ondan tesirler alıyor ve henüz doğmamış varlığın isteklerini kendi düşünceleri olarak algılıyordu. (Sayfa: 153-154)

Olağanüstü yeteneklere sahip şifacıların varlığı insanları hep kuşkulandırmıştır. Birçok kimse onlara sahtekar, şarlatan gibi sıfatlar yapıştırmaktan adeta zevk alır. Antakya’nın Dörtyol ilçesinde oturan Hacı Macit ya da halk arasında bilinen adıyla “Yılancı Hacı” böylelerinin suratına atılmış bir şamar gibidir. Ciddiyeti ve titizliğiyle tanınan gazeteci Uğur Dündar Yılancı Hacı’yı ve şifa çalışmalarını konu alan bir film hazırlayarak Ocak 1981’de TRT’deki “Günlerin Getirdiği” adlı programda yayımlamıştı. Dündar bu filmde önce Hacı’nın iyileştirdiği üç kişiyle, sonra Dörtyol’da çalışan bir tıp doktoruyla ve en sonunda da Yılancı Hacı’nın kendisiyle ayrıntılı bir röportaj yapmıştı. Dündar kendi kolunu zehirli bir akrebe sokturmuş, ardından Yılancı Hacı tarafından iyileştirilmişti.
Dörtyol’da yaşayan Doktor Yaşar Sencil’den Yılancı Hacı’nın gücü konusunda yorum yapması istendiğinde şöyle demişti: “Bu gücü izah etmeme tıbben imkan yok. Yalnız Hacı’nın bir meziyeti var, kişiyi hangi haşaratın ısırdığını, zehirli mi zehirsiz mi olduğunu bilmesi doktora o kadar büyük bir yardımdır ki, biz bu bakımdan şehirlerde çalışan doktorlardan daha şanslıyız.”
Macit Hoca bu gücün babasından aldığı el’den geldiğini söylemektedir, babası da kendi babasından el almış. Yılancı Hacı bu paranormal gücün atalarından geldiğine inanıyor, esas kaynak olarak da ünlü İslam ermişleri Ahmet El Rufai’yi ve Abdülkadir Geylani’yi gösteriyor. Macit Hoca’nın şerbetleme tekniği anlaşıldığı kadarıyla çok yönlü. Zehirli bir hayvan tarafından sokulmuş bir kişiyi yakın temasla veya uzaktan iyileştirebilmektedir. Uzaktan şifada hastanın ismini bilmesi yeterli, yakın temasta ise zehri girdiği yerden dışarı çıkartabiliyor. Bu konuda o kadar usta ki, deney için birini akrebe sokturup zehirin koldan ilerleyişini istediği yerde durdurabiliyor, sonra gerisin geri sokulan yerden dışarı çıkarıyor. Gücünün, dünyanın her yerindeki en zehirli yılan, akrep ve örümceklere karşı etkili olduğunu söylüyor, yani iyileştiremeyeceği hiçbir zehirlenme olayı yok! Vücutta meydana getirdiği şerbetlenmiş bölgede çaresiz kalan akrep bu sınırı aşar aşmaz hemen o kişiyi sokuyor. Macit Hoca herhangi birini örneğin bir yıllık ya da ömür boyu şerbetleyerek zehirli hayvanlara karşı dokunulmaz kılabiliyor, ayrıca bunu uzaktan da yapabiliyor!
Hacı büyük bir olasılıkla zehirli hayvanları etkisiz hale getirecek bir tesir yaymaktadır. Belki de kişinin eterik bedenine belirli renkte bir ışın yaymakta, bu ışını algılayan ve rahatsız olan hayvan o kişiyi sokmamaktadır. Bilim Araştırma Merkezi’nden iki arkadaşımız Macit Hoca’yla birçok başarılı deney yaparak geri dönmüştür. Ayrıca Yılancının şerbetleyip gönderdiği karabiberden yiyen elemanlarımız, yakaladıkları akreplere kendilerini sokturmaya çalışmışlarsa da bir türlü başaramamışlar, tüm zorlamalarına rağmen akrepler arkadaşlarımızı sokmamışlardır! (Sayfa: 155-160)

İslam bilgini Erzurumlu İbrahim Hakkı, (1703-1780) Marifetname adlı eserinde ilginç bir açıklama yapmıştır: “Zümrütün ışığından yılanlar kör olur ve onu taşıyanlardan uzak durur, yaklaşmaz.” Zümrüt yeşil renkli olduğundan, bu bilgi Hacı’nın şerbetleme işleminde kullandığı ışının rengi hakkında bize bir ipucu verebilir.
Kittie Cowen’in “Renk: Tezahürü ve Değeri” adlı kitabında yazdıkları, yeşilin Hacı’nın sahip olduğu şerbetleme ve şifa tekniğinin rengi olma ihtimalini güçlendiriyor. Yazar şöyle diyor: “Yeşil, bir astrenjan, bir antiseptik, bir dezenfektan, zihni uyaran ve sindirimi kolaylaştıran bir alkalizör ve uyku vericidir. Yeşil, yeryüzünün rengi olup gezegenin vibrasyonlarıyla mükemmel bir uyum içindedir. Yeşil fiziki dengeleyicidir. E.A. Ernest’e göre, bedendeki her organ, her kas ve sinir kendi bireysel renk vibrasyonunun yanı sıra yeşile de yanıt verir.” Hacı’nın yaydığı etkinin niteliğini ve rengini anlamanın en emin yolu, şerbetleme tekniğinin bir Kirlian etüdünü yapmaktır. (Sayfa: 160-161)

Bazı insanların yaydıkları tesir yoluyla hayvanlar üzerinde paranormal bir etki oluşturma ve hakimiyet kurma yeteneğine sahip olduklarını biliyoruz. Anlatacağımız olay buna iyi bir örnek oluşturmaktadır. 1921 yılında bir gece, İstanbul’daki Asaf Paşa Tekkesi’nde bir toplantı yapılıyordu. Aralarında ünlü hiciv ustası Neyzen Tevfik’in de yer aldığı davetliler akşam yemeğini yemişler yatsı namazını bekliyorlardı. Şeyhlerden biri odanın orta kısmını boşalttırarak davetlilerin odanın iki yanına çekilmesini istedi. Şeyh kapının karşısına rastlayan duvarın önüne oturdu ve sağ elindeki tespihi çekerek dualar okumaya başladı. Az sonra açık kapıdan içeri farelerin girdiği görüldü, fareler doğrudan şeyhin sağ yanına giderek bir sıra oluşturdular. Şeyh bu kez tespihi sol eline aldı ve duasına devam etti. İzleyenlerin şaşkın bakışları arasında kapıdan içeri bir grup kedi girdi, farelerin üzerine saldıracakları yerde şeyhin sol yanında sıralandılar. Gözlerini farelerin üzerine dikip ağız ve bıyıklarını oynatıyor, sanki aralarında bir engel varmış gibi davranıyorlardı! Bu durum 15 dakika kadar böylece devam etti. Sonunda şeyh önce farelerin, ardından da kedilerin geldikleri gibi kapıdan çıkıp gitmelerine izin verdi. Bu tür olaylarda hayvanlar kendilerine yansıtılan paranormal tesirleri algılayabilmekte ve yanıt verebilmektedirler. (Sayfa: 162)

Anadolu’da tanık olunan en eski durugörü olayı ünlü inisiye Tyanalı Apollonius’la ilgilidir. M.S. 96 yılında yüz yaşındaki Apollonius bir söylev vermek için Efes’de kısa bir süre konaklamıştı. Söylev sırasında toprağa korkunç bir bakış fırlatarak üç adım attı ve bağırdı “Vurun despota, vurun.” Açık hava söylevine katılan halk şaşırıp kalmıştı. Daha sonra Apollonius şöyle dedi: “Athene adına, işte tam şimdi despot (Roma İmparatoru Domitian) katledildi.” O devirde Roma’dan yola çıkan posta ancak birkaç gün sonra Efes’e ulaşabiliyordu. Kurye Efes’e vardığında İmparatorun Roma’da katledildiği haberini getirdi. Üstelik suikast tam da Apollonius’un söylevini verdiği anda gerçekleşmişti. (Sayfa: 169)

İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü’nde gezici memur olarak görev yapan bir kişinin, spirit Macit Aray’a anlattığı olay da orijinal bir durugörü tezahürüdür. Memur olayı şöyle anlatmıştır: “Muğla’daydım, bir akşam vücudumda garip ürpermeler hissettim. Sokağa çıktım, biraz sonra gözlerimin önünde feci bir kaza sahnesi cereyan etmeye başladı. Manisa’dan İzmir’e gelen jıpte arkadaşlarımdan biri vardı. Karşıdan gelen kırmızı bir araba ile çarpışan jip takla attı. Arkadaşım yaralı bir şekilde hendeğe yuvarlandı, kaburga kemikleri kırılmıştı. Sonra sokakta olduğumun farkına vardım, yürümeye başladım, içimde müthiş bir sıkıntı vardı. Bu basit bir halüsinasyon olamazdı. Hemen bir telgrafla durumu Manisa’dan sordum. Gelen yanıt feci kazanın aynı yerde, aynı saatte ve tıpkı gördüğüm şekilde cereyan ettiğini bildiriyordu.”
Durugörüye ilişkin ilginç bir olay da İzmir’e yakın köylerden birinde meydana gelmişti. Araştırmacı Rahmi Balaban’a başvuran bir köylü, karısının garip yeteneklerinden şöyle şikayette bulunmuştu: “Efendim, sizin büyük bir hoca olduğunuzu söylediler. Benim bir derdim var, hiç rahat değilim. Karıma son yıllarda bir hal oldu. Köyde oturduğu yerde benim nereye gittiğimi, kimlerle görüştüğümü, neler yaptığımı biliyor, attığım her adımdan haberi var. İzmir’e alışverişe gittiğimde ne satıp ne aldığımı, nerelere uğradığımı bir bir sayıp döküyor. Cebimdeki paranın miktarını, kağıt mı madeni mi olduğunu biliyor. Bu durum altı yıldır sürüyor, ne yapacağımı şaşırdım.” Söz konusu hanım üzerinde yapılan incelemeler, kadının çok güçlü bir durugörü medyumu olduğunu ortaya koymuştu. (Sayfa: 170-171)

Çok ilginç bir duruişiti olayı da Çemişkezek’in Dimili köyünde yaşayan Dursun Aydın’ın başından geçmiştir. Dursun Aydın olayı şöyle anlatıyor: “Askerliğimi bitirip köye döndüğümde kapı kapı dolaşarak herkesin hatırını sorup dertlerini dinledim. Askerlikte edindiğim bilgi ve tecrübe beni daha vicdanlı hareket etmeye sevkediyordu. Yardıma muhtaç olanlara elimden geldiğince yardım etmeye çalışıyordum. Bir gün öküzlerimi önüme kattım ve muhtaç bir köylümün tarlasını sürmek için yola koyuldum. Gideceğim tarlanın yakınında, büyük bir kayalığın dibinde buz gibi bir kaynak suyu vardı. Öküzleri salıverip biraz su içtim, bir de sigara yakıp yaklaşan kara bulutları seyretmeye koyuldum. Bir ara vücudumda bir ağırlık hissettim ve aniden kulaklarımda bir ses peyda oldu, biri “Oğlum oradan kalk” diyordu. Etrafıma bakındım kimsecikler yoktu, aldırmadım. Biraz sonra aynı ses yine “Oğlum oradan kalk” dedi. Tekrar etrafıma bakındım kimsecikler yoktu. Söylenmeye başladım: “Hiç uğraşma beni buradan kaldıramazsın, inadım inat işte!” Öküzler bile söylenmelerime kulak kabartmışlar, anlamlı bakışlarla beni süzüyorlardı. Hafiften bir yağmur çiselemeye başladı, derken kulaklarımda daha kuvvetli bir ses çınladı “Dursun, kalk oradan” Bu ses rahmetli dedemin sesine benziyordu, dedem az ama öz konuşurdu. İçimi bir korku kapladı, hemen öküzleri önüme katıp hızla oradan uzaklaştım. Kayadan epey uzaklaşmıştım ki bir şimşek çaktı ve kendimi yerde buldum. Demin kalktığım kayalığa yıldırım düşmüştü, kaya parça parça oldu, etraf toz duman içinde kaldı. Ağrıyan başımı ovalayarak tarlaya doğru koşmaya başladım, öküzler de böğürerek beni izliyorlardı. Sonunda nefesim kesildi ve otların üzerine uzandım. Olan biteni şöyle bir düşündüm. Muhtaçlara yardım ettiğim için Allah canımı bağışlamış, dedemin ruhunu da bu işe vasıta etmişti. Allah’ıma şükürler olsun!” (Sayfa: 171-172)

Çok ender rastlanan parapsikolojik koku olaylarına örnek olarak şu iki olayı verebiliriz: Balıkesir’e bağlı Havran ilçesinde yaşayan Nakşibendi Şeyhi İzzet Efendi, ölmeden az önce çevresindekilere ölümüyle birlikte bazı olayların meydana geleceğini söylemişti. Nitekim şeyh son nefesini verirken etrafa keskin bir gül kokusu yayılmış ve koku uzunca bir süre şeyhin evinin bulunduğu sokaktan geçenler tarafından da hissedilmişti.
Sinan Önbulak adlı kişi tanık olduğu gizemli koku olayını şöyle anlatmıştır: “Şimdi tarihini tam olarak hatırlamadığım bir gün Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerine giden yoldaki bir terziden çıkmış, Hazreti ziyaret maksadıyla o tarafa yönelmiştim. Türbeye gidip duamı yaptım. Fakat o anda garip bir şey oldu, etrafa şiddetli bir gül kokusu yayılmaya başladı. Koku zaman zaman kesiliyor, sonra tekrar şiddetleniyordu.”
(Sayfa: 172)

Hayalet, yani fantom görme olayları ülkemizde çok sık tezahür eden olaylardandır: Bolu’ya bağlı Düzce kasabasının Ceddiye semtinde oturan Dülger Ahmet, 1930’larda ölen babasının fantomuyla uzunca bir süre görüşmüştür. Ölümünden kısa bir süre sonra evi ziyaret etmeye başlayan babasının ilk gelişinde korkuya kapılan Ahmet, fantomun rahat hareketleri ve kendine güven vermesi üzerine bu ziyaretlere alışmıştı. Babası öte alemde rahat olduğunu, fakat sağlığında arkadaşlarıyla birlikte çaldığı bir dananın hesabını vermek zorunda kaldığını, bu yüzden başlangıçta bir hayli sıkıntı çektiğini söylüyordu. Ahmet, dana sahibinin çocuklarını bulup babasının borcunu ödeyerek onu rahata kavuşturmuştu. Bir ziyaretinde babasına yemek ikram etmiş, ama o tebessüm ederek ruhların yemek yemediğini söylemişti. Dülger Ahmet bu görüşmeleri gizli tutmayı beceremeyince babasının ziyaretleri de sona ermişti!
Bir başka fantom olayı ise şöyleydi: 1950’lerin başlarında Ödemiş’in bir köyünde kocasının sürekli dayak ve hakaretlerine dayanamayan genç bir kadın kendini evin bahçesindeki ağaca asarak intihar eder. Olayın ertesi günü ölüyü gömerler. Aynı gün akşam vakti alacakaranlıkta, kadının kendini astığı bahçeden canhıraş bir çığlık duyulur! Ardından ağlama sesleri ve boğulma hırıltıları yükselir. Komşular evlerinden dışarı fırladıklarında duman gibi bir fantomun bahçedeki ağaçların arasında dehşetle çırpındığını ve feryat ettiğini görürler. Köy kahvesine giden yol evin önünden geçtiğinden kahveye gidenler de bu korkunç sahneye tanık olurlar. Beş gün süreyle bu fantomik tezahür aynı saatte tekrarlandığı için evin önünden kimse geçemez olur. Sonunda çığlıklar kesilip fantom da artık görünmez olunca köyde hayat normale döner. (Sayfa: 173-174)

Türkiye’de meydana gelen iki apor (ışınlama) olayı şöyledir: 1903-1904 yıllarında mutasarrıf olarak Kayseri’de görev yapan Hilmi Bey ve ailesi, bir gün evin mahzeninden gelen şiddetli gürültüler duyarlar. Aşağı indiklerinde bazı fıçıların devrilmiş olduğunu görürler. Tekinsiz ev olaylarına özgü şekilde kopan büyük patırtıya rağmen fıçılar pek zarar görmemiştir. Sonunda mahzende bir yatırın bulunduğunu öğrenirler ve mezarı ortaya çıkarıp temizleyerek yanına bir kap suyla temiz bir havlu koyarlar. Ertesi sabah mahzene indiklerinde suyun azalmış, havlunun da ıslanmış olduğunu görürler. O günden sonra her gün kaptaki suyu doldurup ıslanan havluyu değiştirmeyi alışkanlık haline getirirler. Bu olayda suyun azalması ve havlunun ıslanması fenomenini ters yönde bir apor, yani aspor olarak değerlendirmek gerekir.
Diğer apor olayı ise İstanbul Ansiklopedisi’nde şöyle anlatılmıştır: 16. yüzyılda yaşamış olan Şair Bali Efendi, genç yaşta ölen arkadaşı Piruza Ali’yi bir gece rüyasında görür. Rüyada Piruza Ali’den bir armağan ister, o da bir kağıda biraz toprak koyarak Bali Efendi’ye verir. Bali Efendi, rüyasında bu kağıdı kavuğunun kıvrımına soktuğunu hatırlamaktadır. Ertesi gün rüyasını arkadaşlarına anlatırken rüyada yaptığı hareketi göstermek üzere elini sarığına götürür ki bir de ne görsün, sarığın kıvrımları arasında içinde toprak bulunan bir kağıt parçası durmuyor mu? Bu apor olayından son derece etkilenen Bali Efendi o günden sonra kendini tasavvuf yoluna adar. (Sayfa: 175)

Ksenoglosi, trans halindeki bir medyumun veya hastalık ya da şok geçiren bir kişinin hiçbir zaman öğrenmediği dilleri konuşmasına verilen isimdir. Ülkemizde meydana gelen birkaç ilginç ksenoglosi olayı şöyledir: 1950’lerde İstanbul’daki bir şirketin muhasebeciliğini yapan Bosna göçmenlerinden Tahsin adlı kişi, geçirdiği bir rahatsızlık sırasında ksenoglosi tezahürleri göstermişti. Olayın ortaya çıkış şekli çok ilginçti. Konsültasyon sırasında doktorlar hasta anlamasın diye aralarında Fransızca tartışırlarken Tahsin evvelce hiç bilmediği halde Fransızca konuşmaya başlamıştı. Şaşkınlık içinde kalan doktorlar daha sonra Rusça, Arapça, Ermenice bilen meslektaşlarını çağırmışlar, Tahsin’in sanki ana diliymiş gibi bu dilleri de konuşabildiğini hayretle görmüşlerdi. Hastalığı geçtikten sonra uyanıkken Tahsin’in yeteneği kayboluyor, ama uykusunda sayıklarken yabancı dilleri konuşmayı hala sürdürüyordu.
1957 yılı başlarında İzmir’de meydana gelen diğer bir olayda, sinirsel rahatsızlık geçiren bir kişi tedavi görüp tamamen iyileştikten sonra Türkçe yerine ne kendisinin ne de aile üyelerinin hiç bilmedikleri bir dil olan Rumca konuşmaya başlamıştı. Olayın ilginç yanı, bu duruma bir çare bulması için getirilen hocayı reddetmiş, Hıristiyan olduğunu ileri sürerek bir papaz getirilmesini istemişti.
Birkaç yıl sonra 1961’de yine İzmir’de ilginç bir ksenoglosi olayı ortaya çıktı. Olayla ilgili gazete haberinde şöyle deniyordu: “Gülseren Eken adında bir genç kız, Türkçe’den başka hiçbir dil bilmediği halde geçirdiği bir şok sonunda altı yabancı dili konuşmaya başladı. Fransızca, İngilizce, Arapça, Boşnakça, İtalyanca ve Rumca konuşabiliyor.” İzmir’in Gürçeşme ilçesinde oturan Gülseren’le bu dillerle konuşan yabancılar hayretler içinde kalıyor, İngilizce’yi tıpkı bir Amerikalı gibi, Fransızca’yı Parisli bir bayan gibi konuştuğunu söylüyorlardı, hatta Türkçe’yi yabancı şivesiyle ve zorlukla konuştuğuna tanık olmuşlardı. Gülseren oturduğu evin sahibiyle Boşnakça, okutmak için götürdükleri hocayla Arapça, yabancı dil bilen gazetecilerle Rumca ve İtalyanca konuşurken söylenen her sözü anlamış, sanki ana dilini konuşuyormuş gibi sorulara rahatlıkla yanıt vermişti.
Ksenoglosi medyumluğunun ilginç bir örneğini ise 1961 yılında Manisalı Sermet Cambazoğlu’nda görüyoruz. Cambazoğlu trans halindeyken İngilizce, Almanca, Arapça ve Farsça konuşmakta, bu dillerde sorulan tüm soruları yanıtlamaktaydı. Fakat belirli bir düzeye kadar eğitim görmüş olan ve bir memur olarak hayatını kazanan Cambazoğlu hiç yabancı dil bilmiyordu. Celselerden sonra söz konusu yabancı dillerde aktardığı mesajları kayıt bandından dinlediğinde, trans halindeyken ağzından çıkan sözlerin tek bir kelimesini bile anlamıyordu. (Sayfa: 176-177)

Tekinsiz ev olaylarına Türkiye’de sıkça rastlanır. Tespit edilmiş birkaç tekinsiz ev olayını aktarıyoruz: 21 Ocak 1955 tarihli Türk Haberler Ajansının geçtiği bir haberde, 10 Ocak gününden beri Manisa’nın Salihli ilçesindeki bazı mahallelere her akşam taş atıldığı bildiriliyordu. Olay yerine giden emniyet görevlileri söz konusu mahalleleri kordon altına almış, ama taş yağmuru durmayınca sokaklara projektörler yerleştirmişlerdi. Ne var ki taş yağmuru ışıklar söndüğünde tüm şiddetiyle devam etmekte, ışıklar yanınca kesilmekteydi. Bazı semt sakinlerinin korkudan evlerini değiştirmeye karar verdikleri görülmüştü.
Bir başka tekinsiz ev olayı 1966 yılının Kasım ayında İstanbul’da görüldü. Halıcıoğlu’nun Haliç’e bakan sırtlarında Salınadur mevkiindeki bir ev üç aya yakın bir süreyle taşlandı. Evin sahibi Muzaffer Özgören, Şubat 1967’de kendisiyle yapılan bir röportaj sırasında olayla ilgili olarak şunları anlatmıştı: “Çok şükür bir hafta önce kesildi, bir daha olmaz inşallah! Üç ay evvel önce tek tük başladı, sonra hızlandı. Her akşam 17.30 sıralarında başlayıp sabaha kadar devam ediyordu. Taşlar güneydoğu yönünden geliyordu. Mermer, tuğla ve briket parçalarıyla yumruk büyüklüğünde taşlar. Bir keresinde 15-20 kişi getirdim, bütün mahalleyi sardılar, nöbet beklediler, taşlar yine kesilmedi. Sokaktan atılmasına imkan yok, öyle olsa mutlaka yakalardık, kaçacak yer yok ki. Sonra o yağmurda, soğukta sabaha kadar beklemek her babayiğidin harcı değil. Bir seferinde atılan taş çatıda müthiş bir ses çıkarıp sekti. Derhal yerimden fırlayıp el fenerini yaktım ve karşıya tuttum. O anda gelen ikinci bir taş iki camın ortasındaki çerçevede patlayıp yere düştü. Herkesten şüphe eder olduk. Projektörle etrafı aydınlattım, yine taşlandık. Polis, bekçi, sivil memur hepsi geldi. Onlar buradayken de taşlandık. ‘Şimdi yakalarız’ deyip fırladılar, ne çare ki onlar da elleri boş döndüler. Bir keresinde tabancayı kapıp dışarı çıktım, tam o sırada yerden iki karış yüksekten gelen bir taş bacaklarımı yaladı, duvara çarpıp iki metre geriye sıçradı.”
Bir diğer ilginç tekinsiz ev olayı da araştırmacı Rahmi Balaban’ın kayıtlarından aktarılan ve tarihi belli olmayan bir olaydır: “12 yaşındaki bir köylü kızı, hatırımda kaldığına göre İzmir Alsancak’da bir tüccarın evine gönderilmişti. Bir gün odalardaki koltukların yırtılarak samanların yerlere döküldüğü görüldü. Gün geçtikçe olaylar daha garip, daha korkunç bir hal alıyordu. Sıra salondaki halılara gelmiş olacak ki, bir boydan bir boya halılar parçalanmaya başlandı. İplere asılmış çamaşırlar kendiliğinden parçalanıp yerlere düşmekteydi. Dolaplardaki eşyalar parçalanıyor, eve gelen misafirlerin ayakkabıları ortadan yok oluyordu. Olayın neye yorulması gerektiğini tartışan ev sahipleri, odada otururlarken dolapların üstündeki terlik vs’nin yerlere atıldığını dehşetle seyrettiler. Köylü kızdan şüphelenmişlerdi, tekrar köyüne gönderdiler. Olayların arkası kesilmişti. Aynı kız bu sefer Kemalpaşa’da bir ailenin yanına verilmişti. Bir gün kızcağızın elbisesinin yırtılarak yere atıldığını gördüler, az sonra iç çamaşırları da aynı akıbete uğradı ve kız bir anda çırılçıplak kalıverdi. Tekrar entari dikildi, yine parçalandı. Bir gün karşıki duvarın üstünden evin avlusuna taşlar atılmaya başlandı, ama görünürde kimseler yoktu. Karakola haber verildi. Kız komiserin huzurundayken elbise ve çamaşırları yine yırtılıp yere atıldı ve yine çırılçıplak kaldı. Bir asker kaputuyla örterek eve gönderilirken yolda kaputun arkası bir çember şeklinde yırtılıp yere düştü. Sonunda kız ikinci kere köyüne iade edildi. Olaylar yolda da peşini bırakmadı, otobüste kızın elbiseleri bir yandan yırtılıyor, bir yandan da kadınlar tarafından dikiliyordu. Fakat köye vardığı zaman her şey sona erdi.”
Kendiliğinden çıkan yangınlar da tekinsiz ev olayları arasında kendine özgü bir yer tutar. Malatya çıkışlı 25 Ağustos 1979 tarihli bir haberde, kendiliğinden çıkan bir dizi gizemli yangın konusunda şöyle deniyordu: “Nedeni anlaşılamayan garip yangınlar mahalle halkını şaşkına çevirdi. Mahalleli odaların duvarlarından, döşemelerinden durup dururken fışkıran alevler karşısında panik içinde. Yetkililer de bu anlaşılmaz yangınlara bir neden gösteremiyor. Kırk yaşındaki Hanım Yardukan’ın korku yüzünden okunuyor, panik içinde kalan çocuklarına bakıp “ne yapacağımızı şaşırdık” diyor. İtfaiyeye haber veriliyor, itfaiye yangını söndürüp gittikten sonra bu kez başka bir odanın başka bir duvarında alevler beliriyor. Valilikten, belediyeden uzmanlar gelip incelemiş, yangının nedenini bulamamışlar. Çörmük mahallesinin Yenievler yöresindeki on evde, özellikle duvarlarda ve taban bölümlerinde başlayan yangın günde en az beş altı kez tekrarlanıyor.” (Sayfa: 179-181)

Türkiye’deki An-Psi (havyan parapsikolojisi) olaylarına birkaç örnek verelim: İlk olay çok hassas olan ve sahibinin başına gelecek kötü olayları sezinleyebilen bir atla ilgilidir. Baron W. Wratislaw anılarında olayı şöyle anlatıyor: “1590’larda Avusturya İmparatoru II. Rudolf’un elçisi olarak İstanbul’a gelen Herr F. Kregwitz, iki devlet arasındaki ilişkilerin bozulması üzerine tutuklanıp öldürülecektir. Avusturya elçisi, kendisini çağıran Sinan Paşa’nın davetine gitmek üzere her zaman bindiği yağız atının eğerlenip getirilmesini emreder. Fakat at hırçınlaşır, çifte atarak kimseyi üstüne bindirmek istemez. Bunun üzerine elçi kır atına binerek davete gider. Sinan Paşayla tartışmalı geçen bir görüşmeden sonra dışarı çıkıp başına geleceklerden habersiz tekrar kır atına biner. Fakat olacakları bu kez kır at hissetmiştir. O kadar hırçınlaşır ki yanına kimseyi yaklaştırmak istemez, ısırır, çifte atar. Oysa bu atın daha önce böyle şeyler yaptığı görülmemiştir. Elçi çaresiz kalınca kahyasının atına biner ve elçilik konağına döner. Biraz sonra da tutuklanarak öldürülür.”
Bir diğer olayın kahramanı Minnoş adındaki kedidir. Almanya’da çalışan Mehmet Tunç, iznini geçirmeye geldiği İstanbul’dan dönüşte kedisi Minnoş’u da yanına alır. Minnoş Almanya’daki eve varışından iki gün sonra 15 Eylül 1980’de ortadan kaybolur. İki ayı aşkın bir süre sonra Tunç Türkiye’den gelen bir mektuptan Minnoş’un 14 Kasım 1980 tarihinde İstanbul’daki eve dönmüş olduğunu öğrenir. Anlaşıldığına göre Minnoş tam 2.500 km’lik yolu 61 günde yürüyerek katetmiş ve İstanbul’a ulaşmıştır! Alman basını olayla ilgilenmiş ve Minnoş’un öyküsü 22 Kasım 1980 tarihli Bild Gazetesi’nde yer almıştır.
1981 yılında gazetelerde yayımlanan bir haber, Duman adlı çoban köpeğinin psişik iz sürme melekesiyle sahibini nasıl bulduğunu anlatıyordu. Ankara’da oturan Leventoğlu ailesi, 1980 yazında Osmaniye’deki çiftliklerini ziyarete gittiklerinde köpekleri Duman’ı orada bırakmışlardı. Ankara’ya döndükleri zaman Duman’ın ortadan kaybolduğu haberini aldılar. Oysa Duman kaybolmamış, sahiplerini bulmak için yola koyulmuştu. Bir yıl sonra Atatürk Orman Çiftliği’ndeki bir düğünde sahiplerini bulan Duman, bu uzun süre zarfında Toros Dağları’nı aşarak Ankara’ya ulaşmıştı. Açlıktan bir deri bir kemik kalan Duman’ın beyaz tüyleri çayırlarda yatmaktan yeşile dönüşmüştü. (Sayfa: 187-188)


REENKARNASYON

Mevlana Celaleddin- i Rumi’den dizeler

Taş olarak ölmüştüm, bitki oldum.
Bitki olarak öldüm hayvan oldum.
Hayvan olarak öldüm, o zaman insan oldum,
Öyleyse ölümden korkmak niye?
Hiçbir sefer daha kötüye dönüştüğüm
ya da daha alçaldığım görüldü mü?
Bir gün insan olarak ölüp, ışıktan bir yaratık,
rüyaların meleği olacağım.
Fakat yolum devam edecek.
ALLAH’tan başka her şey kaybolacak.
Hiç kimsenin görüp duymadığı bir şey olacağım.
Yıldızların üstünde bir yıldız olup
doğum ve ölüm üzerinde parlayacağım.


BHAGAVAT GİTA’dan dizeler

Yaşayanlara da ölenlere de üzülmez bilge
Hiç birimiz hiçbir zaman yok olmadık
Hiçbir zaman da yok olmayacağız.

Nasıl şu gövdenin içindeki can
Çocukluktan gençliğe
Gençlikten yaşlılığa geçerse
Ölümle de bir başka gövdeye geçer

Gövdeler ölür
Gövdeleri giyense ölümsüzdür
Ölçülemez biçilemez o
Yok edilemez o

Ölümsüz ve doğumsuz olan
Sonsuz ve başsız, değişmez olan
Ölebilir mi hiç gövde gibi

Eskimiş giysilerden soyunduğu gibi gövdenin
Gövdeyi giyen de eskimiş gövdeden soyunur
Yeni giysiler gibi yeni gövdeler giyinir o

Doğan için ölüm kaçınılmazdır
Ölense yeniden dirilir
Olması gerekene üzülmez

Ölümsüzdür yerleşen
Tüm varlıkların gövdesine
Ölümsüzlüğün ölümüne yas tutulmaz

Reenkarnasyonun (genedoğumun) bir gerçek olduğundan Eflatun’un hiçbir kuşkusu yoktu. “Ruhlar” diyordu, “sürekli olarak bu yaşama doğarlar.” Halkı uyarmak için onlara kötü olurlarsa daha kötü ruhların, iyi olurlarsa daha iyi ruhların arasına karışacaklarını söylüyordu. Bu, karma yasasından başka bir şey değildi. Origen’e göre herhangi bir zamanda ruhun edindiği beden, önceki liyakat ya da liyakatsizlikleri tarafından belirlenmektedir. Amerikalı kahin Edgar Cayce ise, çoğu kere insanların bu yaşamlarında karşılaştıkları sorunların, önceki yaşamlarından birinde yapmış oldukları yanlış uygulamaların sonucu olduğunu söylüyordu. (Sayfa: 11-12)

Reenkarnasyona ilişkin en ilginç olaylardan biri İmad Elewar’a ait olanıdır. İmad, İbrahim Bouhamzy adı altında sürdürdüğü bir önceki yaşamı üzerine 57 adet kanıt ortaya koymuş, bunlardan 51’inin doğruluğu kanıtlanmıştır. Dr. Stevenson kendisiyle ilk görüştüğünde İmad ancak beş yaşındaydı. Verdiği bilgilerin yanı sıra İmad, İbrahim’in kişiliğine özgü davranış özellikleri de göstermişti. Bu olay incelendiğinde, reenkarnasyon olasılığı dışında herhangi bir açıklamanın mümkün olmadığı görülmektedir. (Sayfa: 14)

Reenkarnasyon düşüncesine karşı ileri sürülen itirazların en yaygın olanı matematik savlara dayandırılmakta ve dünya üzerinde şu anda şimdiye kadar doğup ölmüş tüm insanlardan daha fazla insan olduğuna göre hepimiz genedoğmuş olamayız denmektedir. Oysa günümüzde dünya üzerinde genedoğanları, sadece dünyanın bu devresinde doğup ölenlerle sınırlamak yanlıştır. Bugün dünya üzerinde doğan bir insanın bundan evvelki yaşamlarının bir bölümünü veya tamamını dünya tarihinin bilinmeyen devrelerinde geçirmiş olması pekala mümkündür. Çünkü dünya insanoğlunun tespit edemediği birçok devrelerden, yani sikluslardan geçmiştir. Herhangi bir toplumun bireyleri arasındaki muazzam evrim farklılıkları, bu görüşün doğruluğunun kanıtıdır. (Sayfa: 16)

Bazı kişiler, geleneksel genetik ve soya çekim düşüncelerini altüst ettiği iddiasıyla reenkarnasyon kuramına karşı çıkabilirler. Aslında hiç de öyle değildir. İnsan bedeni diğer bedenlerin dölünden gelirken, bu bedeni taşıyan varlığın şuuru kendine özgü bir şecereye sahiptir. Genedoğumla soya çekimi birbirine karıştırmamalıyız, soya çekim tamamen bedenin genetik yapısına bağlıyken, genedoğum tamamen varlığın ruhuyla ilgili bir fenomendir. (Sayfa: 17)

Dr. Arthur Guirdham, Katharlar ve Montsegur yöresine karşı duyduğu aşırı ilgiyi, mezhebin ortadan kaldırılması sırasında Roger de Grisolles adında bir Kathar rahibi olarak yaşamış olmasına bağlamaktadır. Doktor bu kanıya ilginç bir şekilde varmıştı. Her yerde Kathar’larla ilgili bilgilere rastlamış, aynı dönemde yaşamış kişilerle karşılaşmıştı. Sonunda doktorun gözlemleri öyle bir düzeye varmıştı ki, Montsegur’da katledilmiş bir grup Kathar’ın 20. yüzyıl İngiltere’sinde yeniden bedenlendiği inkar edilemez bir gerçek haline gelmişti. Reenkarnasyon konusunda derlenmiş birçok olayda rastlanan bedensel işaretlere bu olayda da rastlamaktayız. Dr. Guirdham, genedoğmuş Kathar’lardan bazılarının Montsegur’da yakılırken çektikleri acıları bu yaşamlarında da çektiklerini, bedenlerinde bir takım yanık izleri bulunduğunu söylemektedir. Olayın önemli kişilerinden Bayan Mills kalçasındaki bir ağrıdan şikayet ederek Dr. Guirdham’a geldiğinde Mills’i muayene eden doktor kadının sırtında boydan boya uzanan sertleşmiş yanık izleri görmüştü. Bayan Mills’in söylediğine göre bu izlerin bulunduğu yerler, yakılmaya götürülürken sırtının yanan bir meşale darbesine maruz kalan kısımlarıydı. Dr. Guirdham ortaya koyduğu ilginç gözlemlerini şu kanıya dayandırmaktadır: Montsegur Kathar’larından bir kısmının aynı yörede yeniden doğmaları belirli bir amaca yöneliktir. Bu amaç da büyük olasılıkla reenkarnasyon gerçeğini kanıtlamaktır. (Sayfa: 20-21)

Kişisel ruh (psyhe), yani üstün benlik tam olarak bedene bağlanmaz ya da tezahür etmez. Kişilik ancak ruhun bir kısmıdır ve ruh bununla kendini kısmen ifade eder. Tezahür, kısmi kişiliğe oranla ruhun bedene bağlı olmayan kısmıdır, noksansız bir hafıza yeri olarak geleceği bilme, aydınlatma, sezme rolü oynar. Spiritüel varlıklarla ve faaliyet planlarıyla temas kurarak koruyan ve ilham veren bir rehber rolünü de yerine getirir. Şu halde, parapsikolojinin şuuraltı dediğimiz şeyin tezahürleri hakkında bize söylediklerini dikkatle incelemeli ve şuurüstü terimini kullanmaya alışmalıyız. Şuurüstü,ilham, deha ve yaratıcı faaliyeti sağlar. C..Jung’un psikanalizle ilgili araştırmaları şuuraltının, uygarlıkla ilgili zihinsel gelişmenin en eski ve en ilkel düzeylerine ait arşetipik psişik unsurları barındırdığını göstermiştir. Dünyanın yapısındaki tortul tabakaları jeologların keşfetmesi gibi, Jung da ruhtaki tabakaları (psişedeki tortul tabakaları) keşfetti. Psikanalizle ilgili araştırmalara dikkat etmek gerekir, çünkü reenkarnasyon araştırmalarında bize son derece önemli malzemeler sağlamaktadır.
Reenkarnasyon doğal bir yasa olduğundan belirgin bir fonksiyonu olmalıdır. Bu fonksiyon, tıpkı biyolojik alandaki melezleşme ve kalıtım faaliyetleri gibi psişik alanda değişiklik yaratan bir faaliyettir. Reenkarnasyon, ruhu giderek zenginleştiren deneyimleri gerçekleştirmek için ardarda gelen kişilikler demektir. Her ölüm olayından sonra kişilik tüm psişesiyle, karakter, zeka ve ahlakla ilgili deneyim ve kazançlarını eski kazançlarıyla birleştirip yeniden özümler.
Eski yaşamların anıları pek nadir hatırlanır. Yaşamdan genç yaşta ani ve şiddetli bir ölümle ayrılma halinde bir sonraki hayatta bu hatırlanabilir. Bu anıların ender olarak aniden çıkıp gelmesi, önceki hayatın bitiminden hemen sonra tekrar doğulduğunu göstermez mi? Yeni hayatta devam eden kişilik, noksan bir özümlemeyi hatırlamaktadır. (Sayfa: 28-29)


Reenkarnasyona İlişkin İlginç Soru ve Yanıtlar

Araştırmacı Herbert B. Greenhouse’un reenkarnasyona ilişkin sorulara verdiği yanıtlar:

S- Reenkarnasyon hipotezini destekleyen kanıtlar nelerdir?

C-Bazen insanlar, özellikle de çocuklar bir önceki yaşamlarıyla ilgili bilgiler verebilirler. Söz konusu geçmiş yaşamları bilen ve hala sağ olan tanıklar varsa öne sürülen iddiaları doğrulayabilirler. Bazen bir önceki yaşamdan taşınan vücuttaki yara izleri veya benzeri fiziki işaretler de kanıt teşkil ederler. Bazı şeylerden zevk alışın ya da nefret edişin bir önceki yaşamdan taşınmış bir alışkanlık olduğunu da söyleyebiliriz. Hatırlanan yaşamla sürdürülen yaşam arasında çok uzun bir zaman aralığı varsa, kişinin o tarihi devre ve kişilik konusundaki bilgisi yapılacak araştırmalarla kanıtlanabilir. Belirli şartlar altında, yani trans, rüya ve anestezi etkisinde kişi daha evvel hiç bilmediği bir dili veya dilleri konuşuyor olabilir. Bazen çok eski bir dili bile konuşabilir. Dahası, sanki doğuştan edinmişçesine çok küçük yaşlarda olağanüstü bir müzik yeteneğine ya da başka bir yeteneğe sahip olabilir.

S- Shanti Devi’nin klasikleşmiş reenkarnasyon olayı nedir?

C- 1930 yılında Hindistan’da yaşayan Shanti Devi adında dört yaşındaki bir kız, bir önceki yaşamında evinden 150 km uzaktaki Muttra kasabasında yaşadığını ileri sürmüştü. Oraya hiç gitmediği halde kasabayı ve halkını kusursuz biçimde tarif ediyor, kocasının adı dahil olmak üzere önceki yaşamıyla ilgili tüm ayrıntıları hatırlayabiliyordu. Eskiden kocası olduğunu iddia ettiği Kedar Nath küçük kızı ziyaret ettiğinde Shanti Devi onu hemen tanımış ve sadece Kedar’ın bilebileceği bir açıklamada bulunarak bir önceki yaşamında evin bir odasına 100 rupi sakladığını söylemişti. Sonradan Muttra’ya götürülen Shanti Devi, kasabada yaşayanları ve kasabaya ait birçok özelliği teşhis etmişti.

S- Küçük yaşlarda görülen olağanüstü yetenekler reenkarnasyona nasıl kanıt olabilir ?

C- Mozart gibi dahiler ilgilendikleri sanat dalını hiç eğitim görmeden kavramakta, sadece birkaç derse gereksinim duymaktadırlar. Bu tür insanlar yetkin oldukları alan ne olursa olsun, geçmiş hayatlarından getirdikleri yeteneklerini bir “bilgi tazeleme” den sonra kusursuz bir şekilde icra etmektedirler. O birkaç ders bir öğrenim değil, sadece hatırlamadır!

S- Kral David reenkarnasyonu nedir?

C- 1960 yılında İsrailli bir adamın üç yaşındaki oğlu, kutsal kitapta sözü edilen günlerin İbranicesiyle konuşmaya ve adamlarına savaşa hazırlanmaları için çağrıda bulunmaya başladı. Ayrıca Kral David gibi harp de çalıyordu. Bir İbranice uzmanının söylediğine göre, çocuk bu eski dili çok akıcı bir şekilde konuşuyordu.

S- İnsan tüm enkarnasyonları boyunca aynı cinsiyeti mi taşır?

C- Çoğu araştırmacı bazen erkeklerin kadın, kadınların da erkek olarak doğduğuna inanmakta, birçok insan da evvelce karşı cinsten biri olarak yaşadığını hatırlamaktadır. Bir genç kız asker olarak geçirdiği önceki yaşamını hatırlayabiliyordu. Belirgin kadınsı nitelikler gösteren erkeklerle, erkeksi eğilimleri olan kadınlar bir önceki yaşamlarında deneyimlemiş oldukları cinsiyeti açığa vuruyor olabilirler. Ameliyatla cinsiyet değiştirenler yanlış bedende doğduklarını, gerçekte karşı cinse ait olduklarını iddia ederler. Bunun yanıtı o kişilerin geçmiş yaşamlarındadır.

S- Rüyalar geçmiş yaşamlara kanıt olabilir mi?

C- Birçok kişi rüyasında önceki yaşamına ait görüntüler gördüğünü ileri sürer, ama bunu kanıtlamak çok güçtür. Bunlardan en ilginci Sicilyalı Bayan Adela Samona’nın rüyasıydı. 15 Mart 1910’da beş yaşındaki kızı Alexandrina ölmüştü. Üç gün sonra Bayan Samona’nın rüyasına giren kız, annesine bir başka çocuk olarak döneceğine dair söz verdi. Sonradan bir medyum aracılığıyla temas kurulan kız, ikiz kızlardan biri olarak tekrar doğacağını söyledi. Bayan Samona 10 Kasımda söylendiği gibi ikiz kızları dünyaya getirdi. Kızlardan biri görünüş ve kişilik olarak tıpkı ölen kıza benziyordu. Beş yaşına geldiğinde Alexandrina’nın yaşamına ait olayları hatırlamaya başlamıştı bile!

S- Grup reenkarnasyonu nedir?

C- Edgar Cayce’ın trans halindeyken aldığı mesajlara göre, birçok kişi çeşitli enkarnasyonlar boyunca ortama ilişkin deneyimler edinmekte, hatta bir yaşamdan ötekine aynı bölgede, aynı ulusal ya da dini gruplarla birlikte yaşamaktadır. Cayce, tarih öncesi Atlantis sakinlerinden birçoğunun bu yüzyılda Amerika’da yeniden bedenlendiklerine inanıyordu.

S- Genedoğumla ilgili olaylar kapitalist batı ülkelerinde neden daha az görülüyor?

C- Psişik olaylara gösterilen ilgi arttıkça Amerika’da da bu tür olaylar daha sık ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak Amerika’daki olayların sayısı, örneğin Hindistan, Seylan ve Burma gibi ülkelerle kıyaslanamaz. Alaska’nın Tlingit Kızılderilileri gibi reenkarnasyonu bir gerçek olarak benimsemiş kültürlerle karşılaştırdığımızda arada büyük farklar olduğunu görürüz.

S- Enkarnasyonlar arasındaki bekleme süresi ne kadardır?

C- Bir kurama göre, varlık bir bedenden ayrılır ayrılmaz hemen bir başka cenine ya da bebeğin bedenine girer. Dr. Stevenson’ın Hindistan, Alaska ve diğer ülkelerden derlediği olayların çoğu, ölümle genedoğum arasında geçen sürenin çok az olduğunu veya hiç zaman farkı olmadığını ortaya koymuştur. Ancak anlaşıldığı kadarıyla bu süre kültürden kültüre farklılık göstermektedir. Jess Stearn tarafından Kanada’da incelenmiş olan “mavi gözlü kız çocuğu” türünden olaylar bir ya da birkaç kuşağın geçmiş olduğunu göstermektedir.
Medyumlar kanalıyla temas kurulan Patience Worth gibi bazı varlıkların yüzlerce yıl boyunca başka bir bedene girmediklerini ortaya koymuştur. Reenkarnasyonu bir gerçek olarak kabul edersek bekleme süresi bir kurala bağlı değilmiş gibi gözükmektedir.

S- Günümüzde 40 bin yaşında olduğunu öne süren kişi kimdir?

C- Joan Grant’in söylediğine göre, anıları kendisini 31 yaşam süresi kadar, yani tam 40 bin yıl geriye götürmektedir. Bayan Grant önceki yaşamlarını “Uzaktaki Anılar” adlı kitabında anlatmıştır.

S- Reenkarnasyona inanmayan medyum kimdir?

C- Eileen Garrett trans halinde değilken genedoğum konusunu şüpheyle karşılıyordu. Ancak, kontrolü altında bulunduğu bedensiz varlıklardan Abdül Latif onun aracılığıyla konuşmaya başlayınca reenkarnasyona inandığını söyledi.

S- Karma yasası nedir?

C- Karma, her eylemin olumlu ya da olumsuz bir etki yaratmasıdır. Kişinin gelecek yaşamında olumlu eylemlerini geliştirme, olumsuz olanlarının da üstesinden gelme fırsatıyla karşı karşıya kalacağını söyleyen bir yasadır. Örneğin, fiziki bir eksikliğin ıstırabını çeken kişi, geçmiş yaşamlarındaki olumsuz bir davranışın bedelini ödemektedir.

S- Amerika’nın Kurtuluş Savaşı günlerinde yaşamış hangi tanınmış bilim ve devlet adamı reenkarnasyona inanıyordu?

C- Benjamin Franklin daha gençlik yıllarında kendi mezar yazıtını kaleme almıştı. Şöyle diyordu: “Yayıncı, B. Franklin’in bedeni içi dışına çıkmış ve kaplaması dökülmüş eski bir kitap kapağı gibi burada yatmakta, kurtlara yem olmaktadır. Ama yapılanlar kaybolmayacaktır, çünkü onun inandığı gibi yazarınca düzeltilmiş olarak yeni ve daha zarif bir baskıyla bir kez daha ortaya çıkacaktır.” Franklin mezar yazıtına şu paragrafı da eklemiştir: “Dünyadaki varlığıma baktıkça şuna inanıyorum ki, belirli bir form içinde her zaman var olacağım. Tüm güçlüklerine rağmen yaşamaya, yeni baskımda eski basımdaki hataların düzeltileceği ümidiyle itiraz etmeyeceğim.”

S- Ünlü Amerikalı Yazar Ralph Waldo Emerson reenkarnasyona inanıyor muydu?

C- Evet. Emerson şöyle yazmıştı: “Hiçbir şey ölü değildir. İnsanlar kendilerini ölmüş gibi gösterirler ve yapmacık cenaze törenleriyle dokunaklı ölüm haberlerine katlanırlar. Oysa işte onlar orada durmakta, gayet sağlıklı ve tuhaf bir kılık içinde pencereden bakmaktadırlar!”

S- Yazar Henry David Thoreau’nun da reenkarnasyona inandığı söyleniyor, bu doğru mu?

C- Evet doğru. Thoreau bir doğa sever olmasının yanı sıra Hint felsefesini de takdir ediyor ve yazılarında reenkarnasyona inandığını ima ederek şöyle diyordu: “Eski Hint metinlerinde insan düşüncesi sınırsız ve heybetli bir şekilde ortaya çıkar. İnsanın kaderi üzerine daha yüce bir anlayış başka hiçbir yerde yoktur. İlahi eylemle ilahi düşüncenin nerede bittiğini, insanın nerede başladığını ayırt etmek olanaksızdır. Kaçınılmaz olan ruh göçü düşüncesi şairlerin kuruntusu değil, insan ırkına özgü bir içgüdüdür.” (Sayfa: 36-44)


Ünlü Kişilerin Reenkarnasyona İlişkin Görüşleri:

Dünyanın büyük dahilerinden Thomas Edison, birçok kere reenkarnasyona olan derin inancından söz etmiştir. Arkadaşı Henry Ford gibi o da ruhlarımızın devreler boyunca değişik yaşamlarda tekrar bedenlendiğine inanıyordu. Geçirdiği son rahatsızlık sırasında ruhun ölümsüzlüğüne inanıp inanmadığını soran gazetecilere şu yanıtı vermişti: “Düşünebildiğim tek ölümsüzlük şekli, tekrar yeni bir dünya yaşamına başlamaktır.”

Ünlü okültist Madam Blavatsky, ‘Aşikar Olmuş İsis’ adlı kitabında şunları yazmaktadır: “Bizim için esrarını koruyan iyilik ve kötülük sorununu bize anlatabilecek ve insanı yaşamın görünüşteki haksızlığıyla uzlaştırabilecek tek öğreti, yaşamlar boyunca aynı kişiliğin sürekli olarak genedoğmasıyla ilgili bilgidir. Ruhun sebep-sonuç çemberinden geçmesi ve genedoğumlar sayesinde önceki yaşamlarda çekilen acıların ödüllendirilmesi ya da işlenen suçların cezalandırılması mümkün olmaktadır.”

‘Küçük Kadınlar’ adlı kitabın yazarı Luisa May Alcott, yakın bir arkadaşına yazdığı bir mektupta şunları söylüyordu: “Kanımca ölümsüzlük bir ruhun birçok yaşamlardan ya da deneyimlerden geçmesidir. Bu deneyimler gerçekten yaşandıkça ve öğrenildikçe bir sonraki yaşama yardım ederler. Böylece her bir yaşam, kendisiyle birlikte öncekilerin de anılarını taşıyarak daha da zenginleşir, mutluluk kazanır ve yücelir. Önceki halleri hatırlıyor gibiyim. Öyle sanıyorum ki, o yaşamlarda burada hiç karşılaşmadığım derslerden bazılarını öğrendim. Bir sonraki adımımda, burada üstesinden gelmek için savaştığım deneyimlerden birçoğunu geride bırakacağımı ve kendimi hafiflemiş hissedeceğimi ümit ediyorum. Reenkarnasyon gerçeği, bazılarının burada gösterdiği dehanın ve yüce erdemliliğin nereden geldiğini açıklamaktadır. Bu yüce okulun birçok safhasını başarıyla tamamlamış olan bu kişiler, bizim sınıfımıza da kendilerini hayırlı kılan erdemleri ve yetenekleri getirirler. Küçük şeyleri hatırlamayız, çocuksu hafiflikler olarak unutulup giderler ve sadece gerçek deneyimleri yanımızda taşırız.”

Büyük Amerikan şairi Ralph Waldo Emerson reenkarnasyon konusunda şunları söylüyordu: “Uyanırız ve kendimizi bir basamak üzerinde buluruz. Altımızda sanki tırmanmış olduğumuz basamaklar vardır, üstümüzde ise yukarı doğru yükselip gözden kaybolan birçok basamak yer alır.”

Şair Longfellow’un şu dizeleri reenkarnasyon gerçeğine güçlü bir ışık tutmaktadır:
Yaşam gerçektir, yaşam içtendir!
Ve hedefi mezar değildir,
Topraksın sen, toprağa dönecek,
Ama bu söz ruh için söylenmemiştir.
(Sayfa: 45-48)


Reenkarnasyon Öncesi Yaşam Aşamaları;

İnsan fizik bedenini terk ettikten (öldükten) sonra, bıraktığı bedenin benzeri süptil bir bedenle süptil bir aleme geçmektedir.
Süptil (ince) alemde varlığı önce çoğunlukla son derece olgun ışıl ışıl bir varlık veya varlıklar karşılar ve süptil aleme uyumuna yardım ederler.
Süptil alemde varlık son yaşamının tüm eylemlerinin genel bir bilançosunu ve özetini görür veya ışık varlıklarca kendisine gösterilir.
Bu ışık (rehber) varlıklar, genedoğum ihtiyacı içindeki varlığa bir yaşam maketi hazırlarlar, bu yaşam maketi eğer varlık olgunsa kendisi tarafından hazırlanır.
Süptil mekan, varlıkların evrim düzeylerine göre çeşitli vibrasyonel kademelere ayrılmış ve varlıklar böylece birbirlerinden yalıtılmışlardır.
Süptil mekanın her kademesinin kurallarına o kademelere mensup varlıklar uymak zorundadırlar.


Reenkarnasyon’un Özellikleri:

Varlığın o aşamada dahil olduğu planet üzerindeki bir evrim devresine girmesi söz konusu olduğu için, o devre boyunca defalarca doğup ölecektir.
Ölüm bir son değil, süptil mekana doğumun başlangıcıdır. Süptil mekanda ölüm ise, fizik dünyaya doğuşun başlangıcıdır.
Yeryüzündeki ve süptil alemdeki yaşam bir gerçektir. Yaşam ve ölüm rölatif görüntülerdir. Fizik dünyada fizik bedenle, süptil alemde süptil bedenle yaşanır.
Her planetin kendi süptil alemi (ahireti-spadyumu) vardır
Yeryüzü evrimi her varlık için belirli bir süredir. Evrim hiç sona ermeksizin değişik planetlerde sürer.
İnsan fizik dünyadaki yaşamına o andaki gereksinimine göre dişi veya erkek olarak devam eder. Dişilik veya erkeklik, bedeni yöneten ruh için bağlayıcı bir unsur değildir. Ruhun dişisi ve erkeği olmaz.
İnsanlar yaşam maketlerinin (hayat planı) gerektirdiği bir ülkede enkarne olurlar (doğarlar).
Enkarnasyon, (genedoğum) varlığın ihtiyaç duyduğu bir fizik dünya zamanında (belirli bir yüzyılın belirli bir tarihinde) gerçekleşir.
Din, millet, vatan vs tümü rölatif dünyasal faktörlerdir. Bunlarla öğünmek veya birini diğerine üstün tutmak, reenkarnasyon bilincine sahip olmayan bilinçsiz bir anlayışın ürünüdür.
Dünyasal enkarnasyonlar çemberinden kurtulan varlıklar, yani belirli bir olgunluk düzeyine ulaşanlar diğer planetlerde (Merih, Venüs, Merkür) veya diğer sistemlerde enkarne olurlar.
Reenkarnasyon evrensel bir gerçek ve yasadır. Tüm varlıklar bu yolda birbirlerine destek olurlar.Yaratılmış olan her şey evrime muhtaçtır. (Sayfa: 51-52)


DÜNYA ÖĞRETMENİ ve Altın Çağ Rehberliği

Yüksek Rehber Ruh SİLVER BİRCH’den Mesaj : “Ben bir beyaz değilim, Kızılderiliyim, Amerika’nın kuzeybatı dağlarında en son üç bin yıl önce yaşamıştım. Sizin vahşi dediğiniz kimselerdenim! Fakat sizin dünyanızda, üç bin yıl öncesinin alçakgönüllü Kızılderilileri arasında gördüğümden çok daha fazla vahşet, zulüm ve cehalet var. Bugün bile beyazların ekonomik bakımdan kendilerinden kötü durumda olanlara reva gördükleri zulüm, Büyük Beyaz Ruh’a karşı işlenen en büyük günahlardan biridir. Nasıralı İsa’nın dünyanızda yerine getirmesi gereken büyük bir misyonu vardı. Siz inanmayabilirsiniz, ama ben Nasıralı’yı birçok kereler gördüm. Sizin spiritüalizm diye adlandırdığınız, benim ‘Ruhun Kudretinin Eylemi’ dediğim şeyin başlıca harekete geçiricisi Nasıralı İsa’dır. Onun, misyonunu yerine getirmek için psişik güç temin edecek kişileri seçmesi gerekiyordu. Bunlar eğitim görmüş, kültürlü, sosyal mevki sahibi ya da entelektüel kişiler değildi. Bu insanlar Nasıralı gibi, ancak ondan çok daha az derecede ruhsal yeteneklere sahip kişilerdi. Böylece İsa için mükemmel bir psişik ve spiritüel güç santrali oluşturdular.” (Sayfa: 7)

Yüksek Rehber Ruh SİLVER BİRCH’den Mesaj : “Hz. İsa, Büyük Ruh’un verdiği bir görevi yerine getirmek üzere yeryüzünde bedenlenmiş Büyük Ruh’un elçisi idi. Yeryüzündeki görevini yerine getirdi, fakat görevinin geri kalan kısmı henüz tamamlanmış değildir, bu görev şu anda ruh aleminden sevk ve idare edilmektedir. Hz. İsa’ya tapmak yanlıştır, çünkü ibadet yalnız Büyük Ruh’a olmalıdır, O’nun habercilerine değil. O doğal yasalara aykırı hiçbir şey yapmadı, yasayı gerçekleştirmek için geldi, eylemleri ve tüm öğretileri yasanın bir parçasıydı. “Siz benim yaptığım her şeyi yapacaksınız, daha büyük şeyler yapacaksınız” demedi mi? Eğer İsa’yı Büyük Ruh’un çocuklarının hiçbirinin erişemeyeceği yüksekçe bir yere koyarsanız onun misyonunun tüm değerini yok etmiş olursunuz! İsa’nın yaşamının özü, Büyük Ruh’un yaşamlarınızda tezahür etmesini sağlamak ve O’nun çocuklarının nelere kadir olduğunu öğretmekti. İsa’yı insanlardan o kadar uzaklaştırıyorsunuz ki, o artık bir örnek olmaktan çıkıyor ve Tanrının çocuklarının erişemeyeceği bir ilah oluyor! Biz de size İsa’nın Tanrının bir aleti olduğunu söylüyor ve diyoruz ki, O bir örnekti, öyle bir örnek ki eğer insanlar Büyük Ruh’un onlara bahşettiği kudreti geliştirebilselerdi İsa’ya benzeyebilirlerdi. Onun haşmeti sadece geçmişe değil geleceğe de egemendir. Onun bugün nerede olduğunu sanıyorsunuz? Yaşamının Kudüs’te sona erdiğini mi sanıyorsunuz? Onun yüce ruhunun nerede olduğunu tahmin edin bakalım! Dünyanız böylesine keder, acı ve ıstırapla doluyken o nerede olabilir? Hz. İsa’nın kanalıyla iş gören ruh hala işbaşındadır, iki bin yıl önce başladığı işi devam ettirmektedir. Dünyanız Hz. İsa’yı izlemeye başladığı zaman tarihinizde yeni bir fasıl başlayacak. Henüz başlamadı, henüz bir işaret görmüyorum. Bugün dünyanıza gelebilecek en büyük öğretmen, başkalarının derdini ve acısını hafifletmek ve yaşamını kolaylaştırmak için çalışan kişi olacaktır!” (Sayfa: 11)

Daha önce maddenin ve düşük titreşimlerin sisleri arasında kalmış olan Mesih Varlığı, yeni eterik enerjilerde açığa çıkmıştır. Herhangi bir şuur kendini orada algılayabilir ve bağlantı kurabilir. Onun yaşamı ve enerjileri, dünya üzerinde şimdiye kadar görülmemiş bir özgürlüğe ve eylem gücüne yansıtılmıştır. İşte bu Mesih’in İkinci Gelişidir. İsa, ölümü ve göğe yükselişiyle insanın ölümcül bilgisinin dışına çıktı. İnsanlar içlerinin derinliklerine baktıklarında onu bulabilirlerdi, ama birçoğu için bu çok zor bir işti. Onlar için Mesih sadece bir sembol, tapılacak bir tanrı ve tırmanılacak yüce bir amaçtı. Ama şimdi eterik enerjiye bürünmüş bir halde bir kez daha aramızda yer almakta. Sevgi ve barış içinde kendi düzeyine yükselebilen herkesin spiritüel ve eterik yaşamını hızlandırıyor. Giderek daha fazla sayıda insan onun aramızda olduğunu idrak etmekte ve çevresine gruplar toplayarak İkinci Gelişi hayata geçirmektedir. Hatta bu insanlar kendilerini İkinci Geliş olarak tanımlamaktadırlar. Mesih’in İkinci Gelişi, dünyanın içsel boyutlarında ortaya çıkan ve giderek yayılan Mesih yaşamıdır. O bir kişi değildir, grup çalışmasıyla insanların içindeki sevgiyi açığa çıkaran bir yaşam tarzıdır. Mesih bilinci her birimizin içinde ayağa kalkmakta ve giderek kendini daha güçlü bir şekilde duyurmaktadır. O herhangi bir kişiye ya da gruba özgü olmayıp evrensel bir deneyimdir. İkinci Geliş, insan ve doğa yaşamında Mesih enerjilerinin uyandırılmasından başka bir şey değildir! (Sayfa: 15-16)

İnsanlık evrim açısından henüz koza aşamasındadır.Yakında kozasından çıkan kelebek gibi değişik bir yaşama başlamamız söz konusudur. Bu arada hem ölüm sancıları, hem de doğum sancıları çekerek hırpalanmaktayız! Bir ilhama bağlı olmayan çabalarımızın, bizleri dönüşü olmayan felaketlere sürüklediğini idrak ettiğimiz zaman başarılı olabiliriz. İnsanın gururu kendine ne söylerse söylesin çaresizlik içindeyiz ve yardıma ihtiyacımız var.Yakında olaylar bizleri milyonlar halinde Tanrı’ya yakarmaya yöneltecek ve ardından son gelecektir. Christ, dünyada Sevgi ve Gerçeğin yönetimini kurmak için göksel ordusuyla aramızda tüm görkemi ve kudretiyle belirdiğinde çağların vaadi yerine gelecektir!
Üstatların günümüz ve gelecekteki fonksiyonuyla ilgili bazı konuları iki açıdan değerlendirebiliriz: Birincisi, öğrenci ve müritlerini iki olayda işe yarayacak şekilde yetiştirme çabasıdır. Bu iki olaydan biri, bu yüzyılın sonlarına doğru Dünya Öğretmeni’nin gelişi, diğeri ise yeni altıncı alt-ırkın oluşturulması ve hali hazırdaki dünya koşullarının yeniden yapılandırılmasıdır. Şimdiki ırk beşinci kök ırkın beşinci alt-ırkı olduğundan, fonksiyonu Mahachohan tarafından kontrol edilen ‘zihnin beş ışını’ üzerindeki basıncı çok yüksektir. Üstatlar oldukça ağır bir yük taşımaktadırlar. Müritlerin eğitilmesiyle ilgili çalışmalarının çoğu bu yüzden inisiyelerle ileri düzeydeki müritlere emanet edilmiştir.
Dünyanın, Dünya Öğretmeni’nin gelişine hazırlanması ve Mesih bilinci taşıyan varlıklar ortaya çıkmadan önce gerekli adımların atılması çok önemlidir. Onların çoğu bu yüzyılın sonuna doğru elbette ortaya çıkacaktır. Aralarında daha şimdiden kendilerini bu fonksiyon için hazırlayan bir grup oluşmaktadır. Üstat M, Üstat K.H. ve Üstat J, bu yüzyılın son çeyreğindeki gidişatla özellikle ilgileneceklerdir. Diğer üstatlar da katkıda bulunacaklardır, ama insanların bilmeleri ve tanımaları gereken isim ve görevler bu üç varlığındır. Kesinlikle söyleyebiliriz ki, Christ’ın gelişinden önce tüm büyük kurumların başında ya bir üstat ya da ‘üçüncü inisiyasyon’dan geçmiş bir inisiye bulunacak şekilde ayarlamalar yapılacaktır. Bazı büyük okült grupların, çeşitli mistik kuruluşların ve büyük ulusların başında inisiyeler ve üstatlar bulunacaktır. Üstatların bu fonksiyonu şu anda devam etmekte, başarıya ulaşmak için çabalarını sürdürmektedirler. Onlar, yüksek titreşimlere yanıt verebilen insanları bir araya toplayarak Dünya Öğretmeni’nin gelişi sırasında işe yarayacak şekilde hazırlamaktadırlar. O kutlu fırsat gününde, insanlığa gönderilen titreşimin kudreti sayesinde şimdi gerekli çabayı gösterenler Kozmik İnisiyasyonun kapısından geçmeyi başaracaklardır. (Sayfa: 21-23)

Dünya Öğretmeni dünyayı terk ettiğinden beri aslında hiçbir yere gitmemiş ve insanoğullarıyla birlikte kalmıştır. O sadece görünüşte aramızda değildir. Fizik bir beden içinde Himalayalarda yerleşmiş ve iki yüce kardeşi Manu (form Rabbi) ve Mahachohan (uygarlık Rabbi) ile yakın işbirliği içinde faaliyet göstermektedir. Her gün hayır duasını dünyaya yağdırmakta, güneş batarken bahçesindeki yüce çamın altında ellerini göğe kaldırarak insanlar için dua etmektedir. (Sayfa: 23)

Christ’ın gelişi, ıslah edilmiş bir dünyada Mesih bilincinin mevcudiyeti anlamına gelir. Asla Hz. İsa’nın bedeniyle gelişi demek değildir. O ne yaban yerlerde, ne iç mekanlarda, ne de kutsal odalardadır! Gerçek içsel kurtarıcı bir insan olmayıp her insanda var olan İlahi Prensiptir. Dünyasal hırsları tarafından kendi içlerinde çarmıha gerilenler, günahkar bedenlerinin derinliklerinde gömülü Ruh’u yeniden dirilttiklerinde ve içsel mabetlerindeki madde taşını geriye kaydırdıklarında kıyam edecekler ve gerçek Kurtarıcıyı ta içlerinde bulacaklardır. Yeni Ahitte şöyle denmiştir: “Çünkü sen yaşayan Tanrının mabedisin!”
Kişileri saptıracak olan sahte Mesihler hakkındaki uyarı, gerçekte sahte İsa’lar için yapılmamıştır. Gurur ve kibirleri yüzünden İsa’nın yaşadığı hayatı yaşamayı reddedenlerle, birkaç günlükken vaftiz olmanın sağladığı avantajla kendilerini Hıristiyan ilan edenler için yapılmıştır. Bu sahte havariler, Tek İlahi Gerçeği, Ebedi Verite Kayasını birçok parçalara ve mezheplere bölmüşlerdir. Bu mezheplerin her biri Christ’ı kendi iç mekanında barındırdığını söylemekte ve O’nu diğer mezheplerden kıskanmaktadır! İzleyicilerinin büyük çoğunluğu ise, her gün Hz. İsa’yı “madde haçının” üstünde çarmıha germektedir! (Sayfa: 25)


Hinduizm’in Mesihi Kalki Avatar’ın Gelişinden Önceki Dejenerasyon

Vişnu’nun onuncu ve son enkarnasyonu henüz gelmemiştir, şimdiki çağın sonunda ortaya çıkacaktır. O günlerde toplumsal ve ruhsal yaşam en düşük düzeyine inmiş olacak, nihai düşüşün niteliğini hükümdarlar belirleyecek, kötü niyetlere ve sınırlı bir güce sahip olacaklar, ama kısa saltanatları süresince güçlerinden maksimum çıkarı sağlamaya çalışacaklar. Halklarını öldürecekler, komşuları onları örnek alacak ve dış görünüşten başka hiçbir şey geçerli olmayacak. Brahminler bile ancak kutsal iplikleri sayesinde ayırt edilecekler. Gerçek değer dünyayı terk etmiş olacağı için madde düşkünlerinin görünürdeki zenginlikleri boş bir gösterişten ibaret olacak. Gerçekler ve sevgi yeryüzünden silinecek, sahtekarlık toplumsal var oluşun geçer akçesi, şehvet ise karı koca arasındaki yegane bağ olacak. Hindistan kutsal ilişkilerini yitirecek ve yeryüzüne sadece yer altı servetleri için tapılacak. Kutsal ayinler ortadan kalkacak, yalnızca yıkanmak arınma yerine geçecek. Karşılıklı anlaşma evlenme törenlerinin yerini alacak. Bilgi yerine kandırma geçerli olacak ve yönetme yetkisi resmi elbiselerle elde edilecek. Sonunda uygarlık görüntüsü de yok olacak, insanlar hayvansal bir yaşama geri dönerek ağaç kabuklarından başka bir şey giymeyecek, ormanın yabani meyveleriyle beslenecek ve kötü hava şartlarına maruz kalacaklar. Hiçbir insan 23 yıldan fazla yaşayamayacak. Dejenerasyonun bu noktasında Vişnu beyaz bir ata binmiş Kalki Avatar olarak şahsen ortaya çıkacaktır. Vişnu’nun onuncu enkarnasyonu olan Kalki Avatar, kolunu yukarı kaldırıp bir komet (kuyruklu yıldız) gibi alev alev yanan kınından çekilmiş bir kılıçla dünyayı bir baştan bir başa geçecektir. Kötüleri yok edecek, bir sonraki Maha Yuga’da yaratılışın yenilenmesi ve erdemin dönmesi için yolu açacaktır! (Sayfa: 28-29)

Hindistan’ın kutsal metinleri karanlık çağ olan Kali Yuga’nın sonuna ve Işık Çağı’nın, yani Satya Yuga’nın açılışına işaret etmektedir. Vişnu Purana, şimdiki devrenin sona ermesi hakkında şunları söylemektedir: “Kali Yuga’da sosyal çürüme hiç kesilmeden sürecek, ta ki insan ırkı yok oluşa yaklaşsın! Kali Yuga’nın sonu yaklaşınca, kendi spiritüel doğasında varlığını sürdüren o İlahi Varlığın bir bölümü Kalki Avatar sekiz insanüstü özelliğe sahip olarak dünya üzerine inecek ve yeniden adaleti sağlayacaktır. Güneş, Ay, Tishya ve Jüpiter gezegeni aynı konakta oldukları zaman Krita (ya da Satya) Çağı geri gelecektir.” Doğubilimcilere göre, Tishya yengeç burcunun yıldızlarından biridir. Yeni Çağın açılışı bu Tishya yıldızı Güneş, Ay ve Jüpiterle aynı hizaya geldiği zaman meydana gelecektir.
Kalki Avatar’ın komet’e benzeyen kılıcının ya da Tishya yıldızının, Tibet lamalarına göre güneş sistemimizde boy gösterecek yıldızla acaba herhangi bir bağlantısı var mıdır? Modern astronomi henüz görünmeyen bu astronomik cismin bir açıklamasını yapabilecek durumda değil. Acaba bu cisim ışık yaymayan ve yansıtmayan, ama çekirdeğinin küçüklüğüne rağmen gravitasyonel çekim gücü olan bir ‘kara delik’ midir?
Saygıdeğer Mahatma Morya, 1882 yılında Sinnett’e yazdığı bir mektupta, Jüpiter’in ötesindeki bir ‘Raja-güneşini’ tarif etmiştir. Bu mektup astronomik cismin esrarına ışık tutabilir: “Jüpiter’in tam arkasında, bu devremiz sırasında hiçbir ölümlü gözün göremediği bir kral-yıldız (Raja-güneş) vardır. Eğer şu şekliyle algılanabilecek olsaydı, çapını 10 bin kez büyütecek güçte bir teleskopla bakıldığında bile herhangi bir gezegenin parlaklığı yanında gölgede kalan ufak ve boyutsuz bir nokta olarak belirecekti. Oysa bu dünya Jüpiter’den binlerce kez daha büyüktür. Jüpiter’in atmosferinin şiddetli tedirginliği, hatta son zamanlarda bilimin oldukça ilgisini çeken kırmızı noktası, a) Raja-güneşinin yer değiştirmesine bağlıdır. b) Raja-güneşinin etkisine bağlıdır. Uzaydaki halihazır yerinde fark edilemeyecek kadar ufak bile olsa, barındırdığı metalik maddeler genişlemekte ve giderek kendilerini gaz halinde sıvılara dönüştürmektedir.” 1930 yılında Mahatma Morya tekrar bu astronomik cisimden bahsetmiş ve şöyle demiştir: “Çok önceden ışık saçan yeni cismin yaklaşmakta olduğunu, ancak henüz gözlenemeyeceğini söylemiştim.” (Sayfa: 29-31)

Tibetli bir lama, Budizmin Mesihi Maitreya’nın gelişini yazar Andrew Thomas’a şöyle anlatıyordu: “Bu Maitreya’nın, gelecek olan Buda’nın tankası (sancağı). Gülümsemesi ve dimdik durması, misyonunun hayırlı olduğunu ve aniden geleceğini gösteriyor. Kötülük zirveye çıktığı ve terazinin kefeleri nefret, cehalet ve ahlaki bozuklukların yükünü kaldıramadığı zaman, Şambala Dhyan Chohanlar’dan (gezegene ait üstün varlıklar) Jüpiter’in ötesindeki astronomik cismi daha yakına getirmelerini ve onu parlak kılmalarını rica edecektir. Yeni radyasyon bu gezegen üzerindeki tüm yaşamı dönüştürecektir. Bu ışıklı gök cismi yüzyılın sonlarına doğru görünecek, ancak yaklaşması yıllar alacak. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde insanlık dünya tarihinin bu kritik devresinde Arhatların, hatta Maitreya’nın gelişine hazırlanmalıdır. Yüreğin Emri tüm insanların önüne serilecek. (yürek sembolü Maitreya Çağının alametidir) Bu yüzden, Gize Sfenks’i uyarısını yaptığı zaman büyük şeyler için hazırlanın!”
Prof. Nicholas Roerich, Tibet’in Maitreya Çağıyla ilgili yazılı ve sözlü tradisyonunu şu sözlerle özetlemişti: “Maitreya’nın tezahürlerinin savaşlardan sonra geleceği söylenmiştir. Ancak son savaş Gerçek Öğreti için olacaktır. Şambala’ya karşı çıkan herkesin tüm çabaları alaşağı edilecek ve dalgalar evlerini sürükleyip götürecektir.” Roerich, geniş bilgi sahibi lamalardan duyduklarını ise şöyle aktarmaktadır: “Yıldızlar yeni bir çağ tezahür ettirmektedir. Kozmik ateş bir kere daha dünyaya yaklaşmaktadır. İnsanlık bir kez daha, ruhunun yeterince gelişip gelişmediğini anlamak için denenecektir.” (Sayfa: 32-33)


SPADYUM -Öte Alem Mekanı (1.Kitap)

Ruh, spadyuma geçip yoğun maddelerin bağlarından kendini kurtarınca, bilerek ya da bilmeyerek sübjektif hayatının objektif değerler kazanmış olduğunu görür, yani dünyada kendi içine dönükken kurduğu hayalleri burada sanki gerçek varlıklarmış gibi etrafında şekillenmiş halde bulur. Bu işlem için çaba sarf etmesine de gerek yoktur. Onlar kendiliğinden, adeta otomatik olarak gerçekleşirler. Ruhun bilerek ya da bilmeyerek yaptığı bir irade darbesi bu iş için yeterlidir. Söz temsili, bir kitabı düşünen veya isteyen kitabı derhal karşısında bulur, olayın nasıl gerçekleştiğini bilmesi de şart değildir. Bir varlık, objektifleşmiş sübjektif hayatında yaşayabildiği gibi, ilişkide olduğu varlıkların objektifleşmiş sübjektif hayatlarında da bilerek ya da bilmeyerek yaşayabilir. Spadyumda hayat sonsuz çeşitlilik arz eder ve ruhlar bundan büyük yarar sağlarlar.
Bir ruhun geçmişi ne kadar zenginse, yaşadığı deneyimlerle görgü ve bilgisini ne kadar artırmışsa, spadyum hayatı da o kadar zengin ve güzel olur. Spadyumdaki ruh, başka bir boyuta geçinceye kadar üç boyutlu dünyalarla sübjektif ve objektif ilişkilerini devam ettirir. Bu yüzden, üç boyutlu dünyalarla onların spadyumları arasında sürekli bir ilişki mevcuttur, ilişkinin şekli ve sayısı ise sonsuzdur. Ama öyle bir an gelir ki ruhun üç boyutlu alemdeki çalışmaları mükemmelleşmiş, artık üç boyutlu alemden alacağını almış ve o aleme hakim olmuştur. İşte o zaman ruh bilmediğimiz bazı şartlar altında alemini değiştirip daha üst boyutlara geçer. Üç boyutlu alemle ilişkilerini devam ettirmekle birlikte, artık kainatın diğer alemleriyle doğrudan ilişkiye girmiştir. Bu düzeye gelmiş bir ruhun dünyamızda enkarne olması artık sözkonusu değildir. (Sayfa: 11-12)

Üç boyutlu spadyumumuzun ilk aşamadaki niteliği bir nevi şuursuzluk ve karmaşa halidir. Bu aşamadaki ruhlar kendi anlayışlarına uygun olmayan bir ortamın tatsız ve sürprizlerle dolu olaylarıyla karşı karşıyadırlar, şaşkın ve bulanık bir ruh hali içindedirler. Etraflarında olup bitenleri yalan yanlış yorumlamaya çalışırken olayların nasıl meydana geldiğini bilmezler, kendileriyle olaylar arasında bağ kuramazlar. Bu bir geçiş aşamasıdır. Varlıklar birçok objeyi meydana getirir, ama bunların kendi hayal güçlerinin ürünü olduğunu anlamazlar. A. Pauchard’ın ”irade dışı imajinatif kreasyon” dediği bu hale biz ”kendiliğinden imajinasyon yoluyla oluşturulan imajlar” diyoruz.
Bu aşamadaki yaşam süresini hiçbir ruh tayin edemez. Bizim zaman ölçülerimize göre pek kısa olan bir süre onların indinde çeşitli uzunlukta olabilir. Genellikle, ruhlar ne kadar çok evrimleşmişlerse bu süre o kadar çabuk geçer. Geri düzeydeki bir ruh için söz konusu süre asırlarca uzun görünür. Belki de dinlerin sözünü ettiği ıstırapları sinesinde barındıran ahiret spadyumun ilk aşamasıdır, yani ruhun kendi bilgisi dışında vicdanından koparak hayal gücüyle meydana getirdiği cennet, araf ve cehennem buradadır! (Sayfa: 12-13)

Spadyumun ikinci aşamasında da “imajinatif kreasyon” devam eder, hatta evvelkine oranla artar bile. Fakat bu ilk aşamadaki gibi kendiliğinden olmaz, burada ruh imajinatif faaliyetlerinin bilincindedir. İkinci aşamada ruhlar etraflarındaki objelerin nereden geldiğini evrim dereceleri oranında az çok bilirler. Kendi imajinatif kreasyonlarıyla, başkalarından gelmiş imajları yine evrim düzeyleri oranında birbirinden ayırt edebilirler. Bu konulardaki şuurluluk gittikçe gelişen bir seyir izler. Örneğin, ikinci aşamaya yeni geçmiş geri bir ruh varlığında daha çok birinci aşamanın özellikleri ağır basar, şuursuzluk hali henüz pek az değişikliğe uğramıştır. Hatta bazılarında ara sıra yarı netleşen idrak sürekliliği bir şimşek çakışı gibi gelip geçici olur. Bu tür ruhlar spadyum hayatının önemli bir kısmını ve belki de hepsini aynı halde geçirirler. Onların hali, dünyada ne yaptığını bilmeden olayların ardından sürüklenen insanların haline benzer. Ama bu ruhlar da birinci aşamadakiler gibi himaye görür ve desteklenirler. Örnekler onların ikinci aşamadan yukarı çıkamadığını bize gösteriyor. Bu yüzden spadyumdaki hayatları kısa sürer ve tekrar üç boyutlu dünyalara inerler, yani tekrar bedenlenirler.
Yine örneklerden anladığımız kadarıyla, dünyadayken ahlaki ve ruhi bilgilerle, sanatla ve dürüst hareketlerle manevi varlıklarını donatmamış ve bu yolda hiç çaba harcamamış olanlar, vakitlerini maddi zevkler peşinde koşarak geçirenler spadyumun geri düzeyli varlıklarını oluşturmaktadır. Ama bu durumu bir ceza olarak düşünmemek gerekir, bu nedensellik yasasının uygulanmasından başka bir şey değildir. Görüldüğü gibi, dünyadayken körü körüne yaşanılan olayların uygulaması spadyumda yapılmaktadır. Ruhlar bu uygulamalardan ne kadar yararlanmış olduklarını ancak spadyumdaki uygulama alanına geçtikten sonra görüp anlayabilirler. Burada alacakları sonuca göre ya tekrar dünyalara inerler ya da spadyumun üst aşamalarında yollarına devam ederler. (Sayfa: 13-16)

Spadyumun üçüncü aşamasına nedensellik aşaması diyebiliriz. Çünkü bu düzeye gelmiş ruhlar, kendileri veya başkaları tarafından yapılan işlerin mahiyetini araştırmaya ve kainatı idare eden ‘Büyük Sebep’i idrak yolunda ilerlemeye aday duruma gelmişlerdir. Burada geçen hayat daha çok bir düşünce hayatıdır. Artık ruh milyarlarca yıl boyunca geçirdiği deneyimleri gözlem altına alarak incelemeye ve sonuçlar çıkarmaya yönelir. Üç boyutlu alemi idare eden ilahi yasaların hikmetine nüfuz etmeye çalışır, çünkü üç boyutlu alemin deneyimlerine artık veda etme yolundadır. Öyle sanıyoruz ki bu aşama üç boyutlu alemin tüm gereklerini idrak etmiş, sebep-sonuç zincirinin esrarına vakıf olmuş varlıkların meskenidir.
Fakat ne kadar gelişirlerse gelişsinler bu aşamadaki varlıklar henüz üç boyutlu idrakten kendilerini kurtaramamışlardır. Renkler, şekiller, duygu ve düşünceler hep üçüncü boyuta ait şeylerdir ve o realitenin etkisi altındadır. Acaba bu aşama ruh hayatının son aşaması olabilir mi? Şüphesiz hayır! İdrakimizin son sınırını oluşturan bu aşamadan sonra ruhların nasıl, ne şekilde üst boyutlara geçtiğini bilmiyoruz. Bu aleme dört boyutlu alem diyoruz. Aldığımız mesajların bu konuda bizi aydınlatacak durumda olmadığını kabul etmek zorundayız. O alan tüm yeteneklerimizin son bulduğu bir yerdir. Fakat bu öyle bir son ki, yaratılışın ezeli ve ebedi akışı içinde belki bir başlangıç bile olamaz! (Sayfa: 16-17)

Rehber Ruh MUSTAFA MOLLA (Celse 17.1.1948) : “Sorarlar, elbette sizin gibi isterler. Vereceğimiz kadar, kadir olduğumuz kadar herkese, her yere dağıtırız! Fakat bu öyle özel bir yasa altında ki, size söylemek mümkün olsa hayretler içinde kalırsınız. Örneğin uçmaya yakın ya da hayal gücünüze yakın bir genişlik deryası ve her imkan aynı zamanda istekle beraber! Neyi isterseniz o oluyor, ne söylerseniz o işitiliyor. Ne olursa haberdarsınız, ne yaparlarsa yapsınlar herkesin her yerdeki vibrasyonu herkesçe biliniyor!” (Sayfa: 18)

Tekrar dünyaya inmek, hem de bir an evvel inmek gereksinimi spadyumun geri varlıklarında dayanılmaz bir eğilim halindedir. Dünyevi zevkleri tatmin edememe düşüncesi geri ruhların işkencesi gibidir. İşte ruhların daha yüksek spadyum alanlarına çıkamaması bu düşük düzeyli istekler yüzündendir. Birinci aşamadan sonra dünyevi hırslarını tatmin için daha yoğun dünyalara inme isteği onlar için bir zorunluluk halini alır.
Fakat bazı ruhlar da vardır ki, çeşitli evrim süreçlerini izledikten sonra dünya ile bağlarını çözmüş ya da adamakıllı gevşetmişlerdir. Dünyanın fizik ve sosyolojik şartları onlara bir şey öğretemez. İşte bu ruhlar, spadyumun ilk aşamasını atlattıktan sonra evrimleri oranında daha yüksek aşamalara doğru tırmanırlar. (Sayfa: 18-19)

Rehber Ruh LEON DENİS : “Erdemli bir ruh, hırslarını yenip sevinç ve ıstırap aracı olan sefil bedenini bıraktıktan sonra sonsuzluk içinde yükselir, spadyumdaki kardeşlerine kavuşur. Dayanılmaz bir gücün etkisiyle uyumun ve görkemin var olduğu alanlarda dolaşır. Kendini dünyaya bağlayan zincirin koptuğunu, uzaklıkları kavrama yeteneğinin arttığını, sınırı olmayan boşluklara daldığını, alemlerin yörüngelerini aşıp gittiğini görmekten ne büyük hafiflik, ne tatlı bir sevinç duyar!
“Dünya çirkinliğinin yerine hoş şekillerde akışkan bir beden, şeffaf, parlak, ideal bir insan şekli ortaya çıkar. Ruh, dünyada sevdiği kişileri orada bulur, onlar sanki kendisini bekliyor gibidir! Onlarla rahatça görüşür, evvelce birlikte yaşayıp birlikte acılar çektiği, son enkarnasyonunun kendinden ayırdığı sevgililerine kavuşur. Birlikte iyi ve kötü günler geçirdiği, birlikte ağlayıp ıstırap çektiği herkesle karşılaşır. Tüm anılarının uyanmasıyla duyduğu mutluluğu tarif etmek imkansızdır. Duygularını örten ağır örtü yırtılınca idraki yüzlerce kat artar, onun için artık ne sınırlar ne de sınırlı ufuklar vardır.
“Geri ruhlar için sessiz ve itici olan bu sonsuzluk hali onun karşısında canlanır. Maddeden arınmış ruh yavaş yavaş eterin tatlı titreşimlerini duyar, göksel kolonilerden inmiş ince uyumları idrak eder. Sessizlik içinde çınlayan alemlerin bu şarkısına, sonsuzluğun bu sesine kendinden geçinceye kadar kulak verir ve onları tadar. Huşu ve heyecan içinde eter dalgalarında yüzer, akışkan ve hareketli ruhlardan oluşmuş kalabalığın içine girer, alemlerin doğuşuna katılır, onların üzerinde hayatın doğuşunu ve gelişimini izler. Alemleri dolduran insanların evrimini takip eder. Her yerdeki hareketin bir düzen içinde kainatta nasıl akıp gittiğini ve birleştiğini görür.” (Sayfa: 19-20)

Rehber Ruh PAPUS: “Ne zamandan beri ölüyüm? Bunu bilmiyorum, yalnız bir tür yarı letarji halinin bu ana kadar devam ettiğini hatırlıyorum. Kaba maddi organlarımın hangi yüksek hikmetle ortadan kalktığını anlıyorum, çünkü onlar varlığımdan fışkıran şiddetli ışığa ne aracılık edebilir ne de tahammül edebilirlerdi! Bedenim tamamen ışık içinde, fakat dünyadaki bedenimin şeklini hemen hemen aynen koruyor. Bununla birlikte bedenimden fışkıran ışık henüz zayıf, çünkü bu bedenimle daha yeni doğmaktayım.
“Hamdolsun ki dünyada geliştirdiğim iradem spadyumdaki organizmamın oluşmasına yardımcı oldu. Buradaki tüm hareketlerim iradi faaliyetlerim sonucunda meydana geliyor. Gerçekten de bir yere gitme arzusu taşıyan en ufak bir irade darbesi aniden orada olmayı mümkün kılıyor. Hareket noktasıyla varış noktası arasında zaman farkı olmaması, dünya insanının en güç kavrayabileceği duygulardan biri. Enkarne olduğum zaman, rüyada yeryüzü kırlarında uçardım. Rüyada uçarken algıladığımız duygular, spadyumdaki ani yer değiştirmelerinden duyduğumuz mutluluk hakkında ancak kaba bir fikir verebilir!
“Bu durumda dokunma duyusu tamamen ortadan kalktı. Bir ağacın en küçük ayrıntısını kavramak için dikkatimi ona yöneltmem yeterli oluyor, başka bir deyişle görüş melekemle dokunuyorum. Bu garip alemde ışık ve hava bedenlerimizin gereksinimi olan yegane gıdalar! Dokunma duyusu gibi tatma duyusu da ortadan kalktı. Midenin gereksiz hale gelmesiyle bedenim hafif bir şekil değişikliğine uğradı. Görme duyusu da değişti, eşyanın doğrudan doğruya ışığına nüfuz ederek onların gizlisini görme melekesi ortaya çıktı. Fakat en çok hoşuma giden ve aynı zamanda beni en çok ürküten şey başkalarının düşüncesini algılama melekesi, bu benim için yeni bir şey. Dünyadayken gizli kalan sezgiler burada o kadar güçlü ki, günlük hayatımızın olağan bir parçası gibi!
“Biraz da organlarımdan bahsedeceğim. Burada yürümek diye bir şey yok, uzaktaki bir objeye kadar gitmem gerekmiyor, kollarımı uzatmam yeterli. O anda parmaklarımdan renkli bir takım uzantılar çıkıyor ve objenin yaydığı ışıkla karışıyor. Burada bakış en büyük düzenleyici, her şey bakışla harekete geçiyor. Fakat yeni melekelerim arasında en ilahi olanı, bir düşünceyi sözle gerçek bir varlık haline sokabilme yeteneği! Eğer bir fikir bana cazip geliyorsa onun canlanmasını söylemem yeterli oluyor. Bu düşünce, derhal yaydığım ışıktan bir miktarını alarak kendine geçici bir beden oluşturuyor ve bana tam istediğim şekilde görünüyor. Bu işlem hafif bir yorgunlukla paralel şekilde gerçekleşiyor, fakat dünyadaki kaba maddeyi yaratmak için, örneğin bir masa meydana getirmek için harcanan çabanın yanında hiç önemi yok! Ama burada herkesin yaratabildiği bu düşünce formlarının geçici olduğunu da söylemeliyim. Sizin uykunuza benzeyen tatlı bir letarji halinden sonra yaratılmış şekillerin artık var olmadığını görüyoruz.” (Sayfa: 21-22)

Papus’un verdiği mesajdan da anlıyoruz ki, o aşamada imajinatif yaratılar yapabilen ruhlar, meydana getirdikleri eserleri uzun süre yaşatabilecek kadar güçlü ve gelişmiş değiller. Bunun sebebi açık, çünkü ruhların bilerek ya da bilmeyerek meydana getirdikleri imajinatif yaratılar, dikkat ve duygularını bu imajlar üzerinde yoğunlaştırabildikleri sürece mevcut olabilir. Oysa Papus’un bulunduğu aşamadaki ruhlar objeleri meydana getirirken az çok bir yorgunluk hissediyor ve işlem sonrasında dinlenme ihtiyacı duyuyorlar. Dikkatlerini oluşturdukları imajlardan ayırdıkları o yorgunluk (letarji) anında imajlar dağılıyor. Çünkü söz konusu yorgunluk daha çok maddidir ve perispirinin henüz maddi etkilerden kurtulamamış olmasının sonucudur. Ruhlar evrimleştikçe perispirileri incelecek, o oranda da maddeye has olan yorulma ve dinlenme ihtiyacı ortadan kalkacaktır. Spadyumun ileri aşamalarındaki varlıklar böyle bir yorgunluk ve dinlenme ihtiyacı duymazlar. (Sayfa: 22-23)

Rehber Ruh ORYANTAL : “Dünya üzerindeki her şey yarım yamalak aydınlık bir fon üzerinde görünür. Dünya ışığı cisimlerin çeperlerine çarparak onların şekillerini ve renklerini gösterir. Oysa burada her şey aydınlıktır, spadyum ışığının fonu koyu mavidir. Burada her objenin, her varlığın kendine özgü bir ışığı var. Şu anda ayaklarımın altında hafif küçük ışıklar görüyorum. Aralarından birçok nurlu saplar yükseliyor, bu saplar çeşitli renkleri ve farklı çiçekleriyle bin bir türlü bitkiye ait. Ara sıra şimşek hızıyla bir böcek geçiyor, bir varlık evrim aşamasında ne kadar yükselmişse yaydığı ışık da o kadar güçlü olur. Şimdi buradan bir insan geçecek olsa yaydığı ışığın şiddetiyle tüm çevre aydınlanır. Eğer o insan geçişini iradesiyle kontrol etmez ve yavaşlatmazsa bir şimşek hızıyla gelip geçer. Burada yer değiştirmelerimiz ani olmakla birlikte istersek hızımızı yavaşlatabilir, adeta uçar gibi yavaşça yer değiştirebiliriz.
“Tekrar anlatmakta olduğum çayırımıza dönelim. Bu çayırın etrafı geniş bir ormanla çevrili, ormanın bitkisel ışımaları önümde uzayıp gidiyor. Başımın üzerinde koyu eterik denizin akışkan dalgaları yuvarlanıyor, bizim tüm alemimiz bu engin denizle çevrilidir. Dünyanın atmosferinden çok daha hafif olmasına rağmen, bu denizin dalgaları maddi özelliklerden henüz sıyrılamamış olanları sürükleyecek kadar güçlüdür. Bizleri dünyadan ayıran işte bu denizdir! Ruhsal alemimizin en geri varlıkları bile onun içinde yüzebilir. Dünyada enkarne olmuş bazı varlıklarla görüşmek için yaptığımız tüm çabalara karşı koyan da yine bu eterik akımlardır. Ey sevgili çocuğum, benzeri az görülmüş şiddette bir istek ve dua ile sana kavuşabildim! Fakat bu astral akım gittikçe şiddetleniyor, artık ayrılmak zorundayım. Dua et ve bekle yine geleceğim!” (Sayfa: 23-24)

Rehber Ruh ? : “Yeryüzünde insanın üç türlü hayatı vardır. Sosyal, özel ve gizli. Spadyum sakinlerinin hayatı bazı bakımlardan sizinkine benzer. Onların da aile hayatı vardır, onlar da sizin gibi toplumlar halinde yaşarlar. Birbirlerine karşı feragat gösterir, olgunluk derecelerine göre birbirleriyle kaynaşırlar. Spadyumda ebedi aileler vardır. Burada da dünyada olduğu gibi iş alanları vardır, yapılan iyi işlerden sonra tatlı dinlenme anları vardır. Diğerlerine kıyasla daha büyük fedakarlıkta bulunan varlıklar vardır, geride kalanları kurtarmaya çalışanlar vardır. Burada feragat her an, her saat mevcuttur, ama mücadeleyle geçen böyle anlardan sonra ruhlar ellerini birbirlerine uzatırlar. Spadyum sakinleri arasında gizli hayat da vardır, çünkü ruhlar birbirine karışmış değildirler. Her biri ayrı evrimlerden, ayrı alemlerden geçmiştir. Hepsi de aynı yolu izlememiş, aynı dikenler tarafından iğnelenmemiş, aynı güzellikleri görmemişlerdir, aynı bitki, aynı çiçek olmamışlardır. Buna rağmen bir uyum sergilerler, çeşitli duygular, çeşitli görüşler, çeşitli kazançlar birleşir ve her zeka öğrenmiş olduğu şeyi başkasına aktarır.
“Spadyum sakini de kabahat işleyebilir. Bir görevden vazgeçebilir, koruduğu kimseyi terk edebilir. Gücü yettiği halde, koruduğu varlığın kötü bir etki karşısında aciz kalmasına göz yummuş olabilir, fedakar bir varlığı kırmış olabilir. Spadyumdaki gizli hayatınızda sadece siz varsınız, oraya hiçbir kardeşiniz giremez, orada kendinizle baş başasınız. Her derecedeki varlığın, kendinden daha yüksek ruhlardan başkasının nüfuz edemeyeceği gizli bir hayatı vardır.” (Sayfa: 26-27)

Rehber Ruh BİR BRAHMA : “Dünya ailesi spadyumun ruhani ailesinin aynısı olamaz. Bazen dünyadaki yabancı bir aile içinde bedenlenmek için spadyumdaki sevdiklerimizi terk ederiz ve ihtiyaç duyduğumuz ilgiyi bulamayız. Spadyumdaki aile bağları sevgiden yapılmıştır. Ben duygusal bir aşktan söz etmiyorum, bu alemde gördüğümüz ve anladığımız sevgiden, bir sevgi akışkanından bahsediyorum. Bu öyle kuvvetli bir bağdır ki, varlıklar birbirlerinden bir ebediyet boyu ayrılmış olsalar bile kopmaz, onlar her zaman birbirlerini bulacaklarından emindirler.
“Yabancı dünyasal bir aile içine onlara sevgiyi öğretmek ve onları kendi sevgi düzeyine yükseltmek için inilir. Sevgi kudrettir, o kudret sevgiyi kuşatıp varlıkları ıslah eder ve onları güzelleştirir. Spadyumdaki sevdiklerini terk edip dünyaya inen bir ruh dostlarını unutmuş değildir, geceleyin uykusunda sevdiklerini bulur, fakat gündüzleri kendini ezen ve acılara garkeden o kapana dönmek zorundadır! Bazen dünyada birlikte yaşadığı insanların okşayışlarından bile ıstırap duyar, fakat sabır gerekir, kendine duyulan antipatilerle savaşmak gerekir! Nefse teslim olmamak, sebat etmek lazımdır, sebat sevgiyle olmalıdır. Spadyumun sevgisi bir zevkse, dünyanın sevgisi bir ıstıraptır!” (Sayfa: 27-28)

Rehber Ruh ? : “Spadyum varlıkları az veya çok ışınıma, evrim düzeylerine göre az ya da çok evrene nüfuz etme yeteneğine sahiptir. Gerçek ilerleme sadece iyi olmaya bağlı değildir, iyiliğe erdemleri, kaliteleri, düşünce planında kazanılmış bilgileri de eklemeniz gerekir. Şu halde enkarnasyonlarınız, aramıza döndüğünüzde göreceğiniz ilk vizyonu tartmaya, duymaya, öğrenmeye ve bu yolda sizi çalışmaya hazırlamak için gerekli bir evrim yoludur. Spadyumda göreceğiniz işlere oranla bir hiç derecesinde olan dünyadaki işleriniz ne kadar basit olursa olsun, öte alemde önünüze konacak şeyleri daha iyi kavramanız için idrakinizi genişletmeye yarayacaktır. Bu kavrayış gücü ilerlemiş ruhların özelliğidir.
“Ey insanlar, yeryüzünde gerçek güzelliğe sahip olabileceğinize inanıyor musunuz? Bir insan çehresinde toplanmış güzellik salt fizik güzellik değildir. O çehrede iyilik ve ilim parlaklığının, hikmet berraklığının ifadeleri de vardır. Özet olarak, gelişmeye bu kadar asi olan dünyanın en gelişmiş zekasında gördüğünüz güzellik, küçük bir ruh kıvılcımını nurlu bir güneş gibi parlak bir ruh haline getirinceye kadar binlerce asır geçirmiş varlıkların güzelliği yanında hiçbir şey değildir! Gelişimin doruklarına ulaştığınız zaman göreceksiniz ki, dünyanızda hayran olduğunuz tüm güzellikler, sınırsız olgunlukta tezahür eden varlıkların yüzlerindeki çekici ifadenin yanında pek sönük kalır. Ah bu çekiciliği nitelemek benim için o kadar kolay değil, ancak şu kadarını söyleyebilirim ki tatlı bir bakışı, sakin ve güçlü bir ifadeyi ve tüm yüzden fışkıran nurlu bir ışınımı hayal edin! Ey insanın zaafı, güzel olmakla övündüğünüz zaman spadyumdakilerin bu övünmeyle ilgili neler düşündüğünü bir bilseniz!” (Sayfa: 28-29)

Rehber Ruh LEON DENİS : “Sonunda öyle bir gün gelir ki ruh dünyadaki gezilerini tamamlamış olarak ruhani hayata girer. Orada kötülük, karanlık ve hata yoktur, son maddi tesirler de sönmüştür. Orada eski zamanın kaygıları ve acıları yerine sessizlik, huzur ve derin bir güvenlik duygusu egemendir. Orada ruh dünyasal deneyimlerinin son sınırına varmıştır, artık ıstırap çekmeyeceğinden emindir. Aydınlanmış ve özverili ruhların arasında yaşadığını duyumsamak ne kadar hoş bir şeydir! Hiçbir şeyin koparamayacağı sevgi bağlarıyla onlara bağlanmak, ilhamlarına, uğraşılarına, zevklerine ortak olmak ve onlar tarafından anlaşıldığını, desteklendiğini, sevildiğini hissetmek, ölümden kurtulduğunu, hep genç kalacağını bilmek ne güzel şeydir!
“Yüksek mekanlar tüm sanatçıların ilham aldığı kusursuz ve ideal bir güzelliğin vatanıdır. Yücelmiş ruh için sanat birçok yönüyle bir duadır, Sonsuz Prensibe yapılmış bir ibadettir. Kendisi de akışkan olan ruh, spadyumun akışkan maddesini etkileyerek iradesiyle bu akışkanı istediği gibi düzenler, amacına uygun renkler ve şekiller verir. Eterik alemlerde ruhsal bayramlar vardır, nur içinde parıldayan ruhlar oralarda aileler halinde toplanırlar, dünyanın akortsuz gürültüleri yerine tatlı bir armoni onları büyüler. Büyük kalabalıklar halindeki ruhlar aralarında sevişirler, ölümle kopmuş sevgi bağları bir daha kopmamak üzere tekrar kurulur. Spadyumun çeşitli noktalarından gelerek yaptıkları görevler hakkında açıklamalarda bulunur, başarılarından ötürü birbirlerini kutlarlar, güç işlerde yardımlaşırlar. Bu nazik ruhlar arasına ikiyüzlülük ve kıskançlık duygusu sızamaz. İlahi elçilerden talimat alan ve evrimleşmek için görevler kabul eden bu ruh topluluklarında sevgi, güven ve içtenlik egemendir. Bazıları ulusların ve dünyaların evrimine gözetmen olmayı üstlenir, bazıları özveri göstererek maddi dünyalarda enkarne olur ve insanları ilimle ahlak alanında aydınlatırlar. Bir kısmı da dünyadaki insanlara bağlanıp yol gösterici ve koruyucu sıfatıyla doğum anından ölümlerine kadar onları izlerler, ama bu işten dünyadaki insanların haberi olmaz. Bu ruhlardan biri, bir kardeşini korumayı üzerine aldıktan sonra elinden geleni yapar, onu dostane şekilde destekler, başarılarını sevinçle karşılar ve önleyemediği duraksamalarını üzüntüyle izler, hatta acı çeker. Ruhlar arasında da sınıflar vardır. Sınıflamanın dayandığı esas, çalışma ve ıstırapla elde edilmiş meziyetlerdir.” (Sayfa: 29-30)

Rehber Ruh ALBERT PAUCHARD : “Küçük S. Papa’yı mı soruyorsunuz? Ona bizim aleme geçişinden hemen sonra rastladım. Size anlatacağım hikaye onunla ilgili ve oldukça da eğlenceli! Bizim aleme geçişini duymadım, ama küçük S. Papa kendisi buldu beni. Mutlu görünüyordu. Redingotu, silindir şapkası, ceketine iliştirdiği çiçeği ve elinde tuttuğu İnciliyle çıkageldi. İkimiz de bu karşılaşmadan çok memnunduk, “Pekala küçük S. Papa” dedim “buraya geldiğiniz için memnun musunuz?” “Elbette” dedi “eşime kavuştum. Sizi aramak istiyordum, ama işte tesadüf eseri karşılaştık.” Bu karşılaşmada tesadüfe yer olmadığını, beni görme isteğini derhal hissettiğimi kendisine açıkladım, gençleşmiş olduğunu söyleyerek kompliman yaptım. Fakat niçin böyle debdebeli bir kıyafet içinde dolaştığını sorduğum zaman, şüphesiz bu alemde çok şık olması gerektiğini söyledi. Uzatmayayım, birlikte hoşça vakit geçirip tam kendisinden ayrılacağım sırada elindeki İncilinin aniden kaybolduğunu fark etti. Aslında o sırada İncili düşünmediği için kaybetmişti, buna canı çok sıkıldı. İncilini boşuna aradığını söyledim, çünkü burada bir şeyi aramak onun var olmadığını düşünmek anlamına gelir! Var olmadığı düşünüldüğü sürece de İncil bulunamaz! “İncil’in elinizde olduğunu düşünün, elinizde olacaktır” dedim. Şaka yaptığımı sandı ve “Uzun süredir ahirette olduğunuz halde siz hep aynı Pauchard’sınız” dedi. Ben gülerek “İşte İncil elinizde duruyor” dedim. Eline baktı, gerçekten de İncil elindeydi!” (Sayfa: 32-33)

A. Pauchard’ın spadyumdan verdiği mesajda, küçük S. Papa’nın elindeki İncili, redingotu ve silindir şapkası kendisi tarafından oluşturulmuş şeylerdir. Fakat o bunun henüz farkında değildir, çünkü hala spadyumun ilk aşamasında yaşamaktadır. Nitekim Pauchard’ın ikazı üzerine bilmeden yaptığı bir irade darbesiyle İnciline kavuşuvermiştir. Spadyumun ilk aşamasını geçtikten sonra ruhların şuurlarında bir berraklık peyda olmaya başlar. Şuurlu bir iradeyle çalışarak hayal güçlerinin sonuçlarını idrak ederler. İlk aşamada ruhta bir karmaşa vardır, çevresini dolduran obje ve olayların kendisinden veya başkalarından gelmiş imajlar olduğunu kavrayamaz. Bu durum ruh için bir ıstırap ya da bir haz kaynağı olabilir. Cennet ve cehennem dediğimiz yaşamlar işte bu şekilde yaşanır. (Sayfa: 33)

Rehber Ruh ALBERT PAUCHARD : “Etrafımda manzaralar ve binalar görüyorum. Evet kiliseler, fabrikalar, kimya laboratuvarları, kereste dükkanları görüyorum. Fakat bütün bunlar öyle bir nura gark olmuşlar ki, onları ancak semavi deyimiyle ifade edebilirim. Buradaki eşya dıştan aydınlatılmış değil, aydınlık onların içinden geliyor! Burada her varlık, her şey ışık içinde ışıktır, karanlıkları aydınlatan karanlık içinde ışık değildir. Bunu size daha iyi nasıl anlatacağımı bilemiyorum, bu zorluk sizin sınırlı idrakinizden kaynaklanıyor!
“Demin laboratuvarlardan, fabrikalardan ve tezgahlardan söz ettim, bunun anlamı şudur. Burada herkes dünyaya ait ideallerini gerçekleştirme imkanına sahiptir, idealler ne beyinle ne de sınırlı dış koşullarla kısıtlanmıştır. Düşünce burada kendiliğinden şekil alır. İstek, alemimize has maddenin otomatik olarak forma girmesini sağlar. Burada dünyanızdaki gibi form tutmaya engel olacak dayanıklı hiçbir madde yoktur. Bu işlemde aklın işe karışması ille de gerekli değildir. Öyle bir an gelir ki imajinatif kreasyon imkanları tükenir, bu noktadan itibaren değişik bir istek belirir, imajinatif kreasyonun nasıl ve niçin oluştuğunu anlama isteği! İşte bu noktada mental faaliyete geçilmiş olur. Burada çevremle ilişkim tamamen mental düzeyde, çünkü ben iki alemin sınırında bulunuyorum, yani duygu ve akıl alemlerinin sınırında. Siz bunlara astral ve mental alem diyorsunuz.” (Sayfa: 35-36)

Dört boyutlu alemin varlıkları insanlar için o kadar anlaşılmaz, o kadar yükselmiş bir haldedirler ki, bazen bunlarla dolaylı bağlantı kurma mutluluğunu tatmış insanlar onları ilahlık derecesine yükseltmişlerdir! Din tarihinde de gördüğümüz gibi Allah’la görüştüğünü zannedenler veya kendinde ilahlık vehmedenler, bu yüksek alemin varlıklarıyla dolaylı yoldan meydana gelen temasların etkisi altında kalmış insanlardır. Mutlak Yaradan’la aralarında aşılmaz uçurumlar olan insanların insanüstü varlıklara Allah’lık isnat etmelerini doğal karşılamak gerekir, çünkü insanın Allah hakkındaki duygu ve düşüncesi evrimiyle orantılı bir seyir izler. (Sayfa: 39)

Medyumumuz aracılığıyla dört boyutlu alemin yüksek varlıklarına ait hiçbir şekil görememiştik. Aynı varlıklar böyle bir şeklin olmadığını belirtmiş, istedikleri zaman maddeden pay alarak bize görünebileceklerini söylemişlerdir. Üstat adlı rehber ruhtan aldığımız bu konudaki mesaj şöyledir:

Yüksek Rehber Ruh ÜSTAT : “Bulunduğumuz planda sizin görebileceğiniz hiçbir şey yoktur, sahip olduğunuz melekelerle bizi göremezsiniz, çünkü siz sadece görmek kavramıyla anlayabiliyorsunuz. Oysa görmek tüm duyularınızla görmektir! Bu yüzden, aşağı planlarda gördüğünüz tarzda bir şekil burada yoktur. Fakat biz istesek bu gerçekleşebilir, maddeyi yoğunlaştırarak size görünebiliriz.”

Bu mesajdan da anlıyoruz ki, oralardaki varlıkların bizim gibi şekilleri yoktur. Fakat onlar isterlerse maddeyi etkileme güçlerini kullanarak bize görünebilirler. Yaptığımız celselerde bu konuda ısrarcı olmadık, çünkü bu görünüş ne kadar yüksek düzeyde olursa olsun dört boyutlu alemin gerçek manzarasını bize vermeyecekti. Çünkü oradaki bir varlığın idrak alanımıza inmesi, kaçınılmaz olarak gerçek durumundan o ölçüde uzaklaşması anlamına gelecekti.
Spadyumda bulunan ve evrim düzeyi bir hayli yüksek olan A. Pauchard’dan, dördüncü boyuta ait bir varlıkla temasa geçmesini rica ettik. Dört boyutlu aleme mensup varlık, spadyum maddesini biçimlendirerek kendini A. Pauchard’a göstermiştir, fakat bu görüntü o varlığın gerçek durumunu vermemektedir. A. Pauchard’ın aşağıdaki mesajı bu temasla ilgilidir:

Rehber Ruh ALBERT PAUCHARD : “Sayenizde bugün o hoş varlıkla temasa geçtim. Bugüne kadar böyle insanüstü bir alemle ilgilenmiş değildim. Onun diliyle heceli diller arasında hiçbir benzerlik yok, onun aleminde bizim gibi konuşulmuyor!
“Ondan aldığım ilk izlenim tatlı yeşil bir ışık. Çevresinde büyüleyici bir atmosfer var, sanki doğanın tüm musikisi ondan yayılıyor. O insan cinsinden, bunu hesaba katmayı unutmayın. Görünüşü ve parlaklığı hiç görmediğim bir şey olduğu halde, yine de bana yabancı gelmedi. Şeffaf ve sürekli değişim halinde, düşüncelerini bana ulaştırırken tüm varlığı öyle bir titreşim içinde ki, bunu anlamanız için hayal gücünüzü sonuna kadar zorlamanız gerek.
“Ağırlığı yok. Tekrar ediyorum varlık sürekli değişim halinde, ama yüzü belleğimden kaybolmuş değil. O yüz tapılmaya layık bir yüz, sedef renginde, şeffaf ve içten nurlandırılmış gibi! Tam anlamıyla bir ayak görmüyorum, ayaklarının bulunması gereken yerde bir takım nurlu titreşimler görüyorum. Bu titreşimler manyetik cereyanlar gibi bedeninin yukarısına doğru çıkıyor. Bazen de dalgalı hareketler yapan bir el izlenimi alıyorum, elin her hareketi bir takım ışınlar saçıyor. Fakat istisnai haller dışında şeklinde sabit olan hiçbir şey yok. Gözlerini mi soruyorsunuz? Onları yakalamak çok güç, en azından benim için öyle! Bir bakış görebildim, ama gerçeği söylemek gerekirse gözlerini göremedim!
“Biliyor musun dostum, bu fakir anlatımla taslağı size çok eksik çiziyor, adeta tirbuşonla veriyorum. Gülümsemesi mi? İşte o büyüleyici, nur saçıcı! Fakat bu insani bir gülümseme değil, yani insani tarzda değil demek istiyorum. Olağanüstü canlı, anlamlı, ışık saçan bir çehrenin gülümsemesi. Fakat bu gülümseme çehre hatlarının hareketi olmaktan çok bir ışık oyunu. Onunla birlikte olmak insana sevinç veriyor, insanın içindeki poetik tohumlar çimlenip yeşeriyor.”

A. Pauchard’ın ahiretten güçlükle tarif etmeye çalıştığı bu varlığa dört boyutlu alemin bir varlığı demekten çok, varlığın üç boyutlu alemimizin en yüksek tabakalarına yansıttığı maddi bir tezahür demek daha doğru olur. (Sayfa: 39-42)


SPADYUM- Yapısı ve İşlevi (2.Kitap)

BENJAMİN WALKER : “Fizik dünyada kontrol edilememiş kalıcı alışkanlıklar, öte alemde tatmin edilemeyen fantom duygular, fantom istekler yaratır. Öte alemde duygulara böylesine bağımlı olmak, kişinin kendi eliyle oluşturduğu cehennemde olmak demektir.” (Sayfa: 5)

Astral alem duygular ve hayaller alemidir. Bildiğimiz herhangi bir gazdan daha ince olan ve birçok yoğunluk derecelerini kapsayan bir maddeden oluşur. Astral beden duyguları taşıyan araçtır. Duygular astral maddenin titreşimleri tarafından yaratılır.Yüksek duygular, sevgi, şükran, diğerkamlık ve benzerleri durugörürlere süptil maddenin vibrasyonları olarak görünürlerken, aşağı duygular, açgözlülük, kıskançlık, gurur ve benzerleri nispeten daha kaba ya da yoğun maddenin vibrasyonları olarak görünürler. İnsan ölmeden önce ne ise öldükten sonra da o olacaktır. Şu farkla ki sadece fizik bedensiz olacak ve fizik dünyanın sınırlamaları artık olmayacaktır. Erdemleri ve kötü yanları aynen kalır, ama astral maddenin akışkan niteliğinden dolayı bunlar büyük iyilik ya da büyük kötülük güçleri haline gelirler. Böylece, fizik düzeydeki azıcık aykırılık duygusu astral alemde sırf nefrete dönüşür ve her iki taraf için de hoş olmayan sonuçlar doğurur.
Astral alem hayaller alemi olduğu için orada fizik alemde olduğu gibi zamanın ya da emeğin harcanmasına gerek yoktur, her şey düşünceyle oluşturulur. Orada yaşam uzun bir tatil şeklinde geçirilebilir. Kendimizi gerçekten ne yapmak istiyorsak ona adayabilir, kişisel uğraşlarla canımızın istediği kadar ilgilenebiliriz. Çalışmaya ayıracak zaman olmaması ya da zayıf bir görme gücünün bize engel olması söz konusu değildir, çünkü astral bedende yorulan hiçbir unsur yoktur. Daha fazla bilgi edinmekten insanı alıkoyabilecek hiçbir sınırlama da yoktur.
Yaşamı boyunca nefsani amaçlarla iş peşinde koşmaktan başka bir şey düşünmemiş bir insan için spadyum önceleri biraz sıkıcı gelecektir. Bu hal, özellikle parayı sırf para için sevmek gibi bir huy edinmişse daha da belirgin olacaktır. Bu tip bir insanın spadyumda gerçekten mutlu olabilmesi için daha başka şeylere ilgi duyması gerekir.
İnsan orada, yaşamı boyunca herhangi bir müzik aleti çalmamış olmasına rağmen yine de hayal gücüyle müzik üretebilir. Dünyada güzel müzik parçaları hayal edebilen, ama işin tekniğini bilmediği için meramını ifade edemeyen birçok insan vardır. Bu tür insanlar spadyumda gerçekten de kıskanılacak durumdadırlar. Sanatsever kişiler orada geçmişin sanatkarları ile karşılaşabilirler, onların öldükten sonra uğraşlarına duydukları ilgiyi yitirdiklerini sanmamak gerekir. Aksine, sanatlarını icra etmek için örneğin fırça ve tuvale gereksinimleri olmadığı için artık daha güzel düşünce formları yaratabilirler. Dünyadaki birçok sanatçı, herkes eserini alkışlasa bile hiçbir zaman tatmin olmaz ve kafasındaki eseri tam olarak tuvale ya da notaya yansıtamadığından yakınır. Oysa astral alemde yaratılan eserler sanatkarın kafasındaki esere tıpatıp uyar, çünkü hayal gücü astral maddeye olduğu gibi yansır! (Sayfa: 5-8)

Ölümden sonra bir insana ne olduğuna bir örnek vermek için, tamamen fizik dünya şartlarında yaşayan bir insanı ele alalım. Diyelim ki Bay X, yaşamı sırasında oldukça popüler bir insandır. Sürekli bir arkadaş grubuyla çevrilidir ve herkesin sevdiği biridir. İyi yaşamak, tiyatroya, dansa gitmek ve sosyete insanı denen türden birinin yaptığı gibi bin bir türlü faaliyetle ilgilenmek zevkleri arasındadır. Kuşkusuz başarılı bir iş adamı ve aynı zamanda iyi bir eştir. Ama tüm yaşamı yine de fizik dünyada elde edilebilir türden fiziki uğraşlara bağlıdır. Bay X öldükten sonra spadyumda çok sıkılacaktır! Dünyadayken yaptığı gibi güzel akşam yemeklerinin ve karmaşık iş ilişkilerinin düşünce formlarını oluşturmakla vakit geçirecek, fakat bir süre sonra bunların fiziki sonuçlar vermediğini görünce tatmin olmayacak ve bunun iyi bir vakit geçirme metodu olmadığını anlayacaktır! Hayatında olmasını istediği her şey olacak, ama fiziki tatmin olmayacaktır! Örneğin, fizik dünyada iyi bir akşam yemeğinden sonra duyduğu fiziki doygunluğu astral alemde duyamayacaktır. Hayal gücüyle oluşturduğu başarılı iş hayatından kazandığı paralarla satın alacak bir şeyler arayacak ama bulamayacaktır, çünkü astral alemde alınıp satılan bir şey yoktur. Düşünce gücüyle istediği kadar altın oluşturacak, ama bu altınlarla ne yapacağını bilemeyecektir. Bir süre sonra Bay X kendini Karun hazinesiyle ıssız bir adaya düşmüş adam gibi hissetmeye başlayacak ve canı çok sıkılacaktır! İşte size küçük bir cehennem!
Dünyada alıştığı sporları astral alemde yapmak isteyen bir varlık da Bay X’e benzer tatminsizlikler duyar. Örneğin, bu varlığın golf oynadığını varsayalım. Yaptığı her atış, topa vururken düşündüğü noktanın tam üstüne isabet edecektir. Oynanan her oyun, hiçbir zaman bir öncekinden farklı olmayacak ve top her zaman deliğe girecektir. Bu varlık dünyadayken iyi bir golf oyuncusu olduğu için başlangıçta bunu ustalığına yoracak, ama bir süre sonra rehber varlıklar tarafından uyarılacaktır. Rehberler, eğer topun deliğe girmesini istemiyorsa, topa vururken ‘deliğe girmesin’ diye düşünmesi gerektiğini söyleyecek, astral alemde her şeyi yönlendirenin düşünce olduğunu ve şansa asla yer olmadığını da ilave edeceklerdir. Golf oyuncusu bu sefer topun bazen deliğe girmesini, bazen de girmemesini düşünmeye başlayacak ve aynen düşündüğü gibi olacaktır. Her seferinde sonucunu bildiği bu oyun bir süre sonra kabak tadı verecek ve sıkıcı olmaya başlayacaktır! Oysa dünyadayken sonucun kesin olmayışı oyunun çekiciliğini artırmaktaydı. Sonunda oyuncumuz çaresizlik içinde elindeki golf sopasını fırlatıp atacak ve çok sevdiği bu oyunu bir daha oynamayacaktır. İşte size küçük bir cehennem daha!
Yaşamı boyunca günah işleyen herkesin cehennemde yanacağı öğretilen birinin spadyumda çekeceği ıstırabı bir düşünün! Hayal gücü sürekli cehennemler yaratacak ve varlığın acı çekmesine sebep olacaktır. Bir süre sonra bu inancın asılsız olduğunu öğrendiğinde, bu sefer de aldatılmış olduğu için ıstırap çekecektir. Bazı varlıklar da
dünya yaşamlarında kaçırdıkları fırsatları ve boşa geçen ömürlerini düşünerek azap çekerler. Ölümünden önce büyük bir aileyi geçindiren biri, geride kalanlara yeterli maddi servet bırakamadığını düşünerek üzülecektir. Dünyadayken kendi kontrolleri dışındaki her şeyi dert edinen ya da en kötü olasılığı düşünerek karamsarlık yayan varlıklar karamsarlıklarını spadyuma da taşır, kederlenmeyi ve etrafa kasvet yaymayı sürdürürler.
Sonuç olarak, spadyumda ödül ve ceza diye bir şey yoktur, sadece sebepler ve sonuçlar vardır. Sebep-sonuç yasası aynen dünyada işlediği şekliyle spadyumda da işler. Öte alemdeki yaşamımızı dünyada edindiğimiz düşünce ve inançlar belirler! (Sayfa: 8-11)

Dinler, ölümden sonra günahkarların ebediyen cehenneme, aziz ve ermişlerinse cennete gideceklerini söylerler. Ne çok iyi ne de çok kötü olan orta seviyeden bir insan ise adına araf denen bir ara kademede uzun ya da kısa bir süre kalmak zorundadır, orada hataları giderilir. Oysa ebedi cehennem diye bir şey yoktur, olamaz da, çünkü sonlu bir neden sonsuz bir sonuç yaratamaz. Zihinlerinde bu korkuyu taşıyarak astral aleme geçenler zor bir başlangıç aşamasından geçerler. Dinlerin aziz ve ermişler hakkındaki beyanları ise gerçeğe daha uygundur. Bazı yüce varlıkların birinci aşama olan astral alemden hızla süzülerek doğruca ikinci aşamaya, yani mental aleme geçip evrimlerini orada sürdürmeleri ihtimal dahilindedir.
Dinlerin, arafın ıstıraplı bir işlemle hataların ortadan kaldırılmasını sağlayan bir ara durak olduğuna dair öğretileri bir dereceye kadar gerçeği yansıtır. Fakat bu görüş Hıristiyan kilisesinin ‘günah çıkarma’ ve ‘günahların affı’ gibi asılsız uygulamalarıyla saygınlığını tamamen yitirmiştir. Bu saçma inanç, insanların bir aşamanın derslerini öğrenmeden para karşılığında o aşamayı atlayabileceklerini telkin etmektedir. Elbette böyle bir şey mümkün değildir. Kiliseye vereceği para ne kadar çok olursa olsun, öldükten sonra bir insanın başına geleceklerde en ufak bir değişiklik bile olamaz! Para teklif ederek yer çekimi yasasını değiştiremeyeceğimiz gibi, ilahi adalet yasasını da mumlar, dualar ve adaklarla kandırarak saptıramayız!
Araf, astral alemin alt kademelerinde yer alan, büyük ölçüde arınma ve gelişmenin meydana geldiği bir bilinç halidir. İnsan ölümden hemen sonra arafa geçer ve bu bölgede kendini arzu bedenine tutsak eden düşük düzeyli titreşimlerden arındırılır. Evrim, insanın daha ileri düzeylere yükselmesini gerektirir. Bunu yapabilmesi için de dünyada insanlara çektirdiği acıların aynını çekerek arınması gerekir. Bu arınmadan sonra varlık yoluna devam eder. (Sayfa: 12-13)

Bir insan susuzluğunu gidermek için içki içtiği takdirde, ölümden sonra içkiye karşı bir bağımlılık duymaz, çünkü tıpkı açlık gibi susuzluk da astral alemde bilinmez. Fakat içkiye karşı duyulan arzu susuzluk olmayıp zevk duymaya yönelik bir istektir. Alkolik bir insanı dünyada içkiye karşı aşırı bir tutkuya sürükleyen davranış ölümden sonra spadyumda daha şiddetlenerek devam eder. Varlık fizik bedenini yitirdiği için bu arzuyu tatmin etmek imkansızlaşacaktır. Arzu sadece fizik bedene has bir olgu değildir, aynı zamanda arzu bedenine aittir ve onun işlevlerinden biridir. Astral alemin diğer adı ‘arzu alemi’ ya da ‘duygusal alem’dir. Bu alemde arzu ve duygular sulandırılmamış bir haldedir. Örneğin, bir oran vermek gerekirse, dünyadaki bir birim arzunun spadyumda yüze katlanarak insanı kendine tutsak etmesi olasıdır, bunun ne denli ıstırap kaynağı olacağı ise açıktır. Ama bu durumun bir cezalandırma olduğunu düşünmek yanlıştır, olanlar sebep-sonuç yasasının işlemesinden başka bir şey değildir, içki tutkunu bu insan sadece ektiğini biçmektedir. Alkolik bir dereceye kadar içki arzusunu imajinatif olarak giderebilir, içkinin düşünce formlarını oluşturup bu içkiyi içtiğini hayal edebilir, hatta içkinin tadını bile hayalinde canlandırabilir. Fakat dünyadayken içme nedenini oluşturan o sonucu, o duyguyu yaratamaz. Bu elbette ebedi bir cehennem değildir, ama devam ettiği sürece insana ebediymiş gibi gelecek ve ıstırap verecektir. Asıl sorun şudur ki, bu duruma düşmüş bir insana hiç kimse yardım edemez. Bir alkoliğin araftaki cehennemi işte böyledir!
Dünyada yaşarken servetini sakladığı kasayı sık sık kontrol edip altın ve banknotlarını saymaktan zevk alan cimri birinin spadyumda başına gelenler de alkoliğin durumuna benzer. Öldükten sonra dünyada bıraktığı servetinin başkalarının eline geçeceği, har vurulup harman savrulacağı düşüncesi onu perişan eder. Servetini savuranlara engel olmaya çalışsa da sesini onlara duyuramaz. Öte yandan, spadyumda astral maddeden oluşturduğu servetinin başından ayrılamaz. Onu düşünmediği anda oluşturduğu tüm servet kayıplara karışacak, onları tekrar tekrar hayal gücüyle yaratmak zorunda kalacaktır, çünkü cimrinin dikkati servetinden uzaklaştığı anda astral madde çözülecek ve servet yok olacaktır. İçinde bulunduğu durumu idrak edinceye kadar cimri dostumuz da tıpkı alkolik gibi kendi cehennemini yaşamaya devam edecektir!
Dünyadaki yaşamı boyunca kıskançlık gösteren bir insan arafta da benzer duygular yaşayacak, sevdiği insanları izleyip onları etkilemeye, kimsenin onlara yaklaşmamasını sağlamaya çalışacaktır. Bir süre sonra bu nafile çabanın hiçbir işe yaramadığını görünce büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktır. Çektiği ıstırabın kaynağını idrak edip hatasını düzeltinceye kadar bu böyle sürüp gidecektir. Oysa kıskanç dostumuzu hiç kimse cezalandırmış değildir, ceza veren biri varsa o da bizzat kendisidir! (Sayfa: 13-16)

Spadyumda tüm eylemlerimizin sonuçlarını tam olarak idrak ederiz. Bazıları yarattıkları sonuçların ıstırabını çekerken, bazıları da bu sonuçlardan gerekli dersi çıkarıp gelecekte farklı davranacaklarına dair kendilerine söz verirler. Araftaki deneyimlerden amaç kişinin bakış açısını değiştirmesidir. Bakış açısı bir kere değişti mi araftaki deneyimler de sona erer.
Ortalama düzeyin üstündeki entelektüel bir insanın öte alemdeki deneyimleri dünyadaki yaşam tarzıyla uyumludur. Bu tür insanlar astral alemin alt kademelerinden üst kademelerine daha çabuk geçerler ve buralarda ilgi duydukları herhangi bir çalışmayı sürdürebilirler. Ayrıca çevrelerine beğenileri kendilerininkine benzeyen öğrenciler bile toplayabilirler.
Öte alemde ressamların çevresinde onların becerilerini taklit etmeye çalışan bir öğrenciler grubu vardır. Müzisyen için de durum aynıdır, özellikle müzisyen bu konuda çok şanslıdır, çünkü artık sadece fizik dünyanın müziğini değil, denizin ve rüzgarın ezgisinden, planetlerin ezgisine kadar tüm doğanın ezgisini dinleme fırsatını elde etmiştir!
Yüksek düzeyli konular üzerinde kafa patlatmış spiritüel insanı spadyumda sonsuz bir mutluluk beklemektedir. Yaşamı boyunca imanına ve aklına güvenmesi gerekmiş, ama şimdi fizik dünyada incelediği birçok teorinin doğruluğunu kanıtlayacak fırsatı elde etmiştir. Bu bilginin ona vereceği mutluluğu ve huzuru hayal bile edemeyiz. Karanlıkta el yordamıyla hareket eden insan artık bir dereceye kadar ışığa kavuşmuştur.
Yaşamı boyunca hemcinslerine yardım etmeyi amaç edinmiş hayırsever bir insan, astral alemde büyük bir fırsat elde etmiştir. Artık tüm vaktini yardım etmeye, hizmetlerine ihtiyacı olanları rahatlatmaya ayırabilir. Astral aleme yeni geçmiş olanlara yardım görevini üstlendiği takdirde yaşamının her dakikasını dolduracak bir iş bulmuş demektir.
Astral alemin en ilginç bölümü, kendilerine özgü bir dünya oluşturan çocukların olduğu bölümdür, çünkü onlar insan dünyasının yegane doğal varlıkları, yaşam sevincini kavrayan yegane bireyleridir. Fizik dünyaya yeni indikleri için büyükler gibi örflerin ve tabuların sert kabuklarıyla kuşatılmamış, tabiat ananın ve periler ülkesinin güzellikleriyle bağlarını henüz koparmamışlardır. Buna benzer bir durum hayvanlar aleminde de görülür. Örneğin aslan yavruları bebekken son derece şirindir, korkunun söz konusu olmadığı astral alemden yeni geldikleri için korkuları yoktur. Bir süre sonra ait oldukları ‘grup ruhu’ nun bir parçası olan içgüdüleri tezahür etmeye başlar, giderek insanlara karşı korku ve düşmanlık duyar, güvenilir hayvanlar olmaktan çıkarlar!
Çocuklar astral alemde kısıtlama olmadığı için çok mutlu olurlar. Spadyumda daima henüz bebekken ölen çocuklara bakmak için can atan birçok anne bulunduğu için hiç yalnızlık çekmezler. Bu anneler fizik dünyada yaşarken sahip oldukları annelik duygusuna astral alemde hala sahiptirler. Resimli romanlardaki kahramanları taklit etmeye bayılan çocukların, astral alemde kolaylıkla istedikleri kılığa girebilmeleri onları çok sevindirir. Fizik dünyada kolayca öğrenemeyecekleri bir sürü şeyi astral alemde çabucak öğreniverirler.
Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir. Çocuklar fizik dünyada bıraktıkları ana-babalarını ve oyun arkadaşlarını hiç özlemezler mi? Hayır özlemezler, çünkü ana-babalar uykudaki zamanlarını astral alemdeki çocuklarının yanında geçirirler ve fizik dünyada bıraktıkları yerden ilişkilerine devam ederler! Fakat sabah uyandıklarında rüyadaki deneyimleri hakkında hiçbir şey hatırlamazlar. Ebeveynler de çocuklar için görünmez değildir. Astral alemdeki çocuk, ebeveyninin fizik bedeninin kopyasını her zaman görebilir. Çoğu kez ebeveynler onların yasını tutarken çocuklar onların yanlarında durup bağlantı kurmaya çalışırlar, ama tüm çabalarına rağmen ana-babalarının kendilerini neden göremediğini merak ederler. Sık sık sorulan diğer bir soru da şudur. Çocuklar astral alemde yaşarken büyürler mi? Bu soruyu yanıtlamak zordur, çünkü çocuğun kendisine sorulduğunda çoğunlukla “Evet, epey büyüdüm” yanıtını verir. Aslında astral beden ölümden sonra büyümez. Zihnen gelişmesine ve yeni şeyler öğrenmesine rağmen çocuğun bedeni öldüğü zamanki durumunda kalır. İnsan öldüğünde fizik büyüme otomatik olarak durur, astral beden kendini uyumlu kılacağı bir fizik beden bulunmadığı için büyümeyi keser. Astral alemdeki bir çocuk büyüdüğünü söylediği zaman, bu büyüdüğü ‘kanısında olduğu’ anlamına gelir. Plastik nitelikteki astral beden çocuğun bu düşüncesine derhal yanıt verir ve bir süre için gerçekten de büyümüş gibi olur. Fakat büyüme düşüncesi terk edilir edilmez çocuğun bedeni olağan büyüklüğüne döner.
Büyüme olgusunun değişik insanlar için nasıl farklı bir görünüm arz ettiğini bir örnekle anlatmaya çalışalım: Bir araba kazasında ölerek spadyuma geçen bir karı koca düşünelim. Kaza tarihinden 10 yıl önce o zaman 5 yaşlarında olan kız çocuklarını kaybetmiş olsunlar. Dünyadayken bazı okült bilgiler edinmiş olan koca, kızını aynen öldüğü zamanki gibi bulmayı ummaktadır. Onu, bir zamanlar işinden eve geldiği zaman yaptığı gibi kucaklayarak karşılar. Ancak karısı dünyada bu tür konularla hiç ilgilenmediği için kızının ölümünden sonra geçen yılları da yaşına ekleyerek karşısında 15 yaşlarında genç bir kız bulmayı ummaktadır. Umudu boşa çıkmaz, karşısında tahayyül ettiği gibi güzel yüzlü, uzun boylu, 15 yaşlarında genç bir kız durmaktadır. “Bayağı büyümüşsün! Nerdeyse genç bir hanım olmuşsun” diyerek sevincini ifade eder. Astral maddenin plastik nitelikleri konusunda biraz bilgisi olan koca ise bu duruma hiç şaşırmaz ve karısına karşısındaki varlığın aslında kendisi tarafından oluşturulan bir düşünce formu olduğunu söyleyerek keyfini kaçırmak istemez. Çünkü kızları kendinin de gördüğü gibi hala 5 yaşındadır. Bu örnek de gösteriyor ki, insanlar astral alemde büyümedikleri halde, bu gerçeği anlamayan ya da kabullenemeyen kişilerin kendi yarattıkları imajlara inanma eğilimi ağır basmaktadır. Ayrıca bu durumun kimseye bir zararı da yoktur! (Sayfa: 17-24)


ASTRAL ALEM – Seviyeler ve Kademeler

Yüksek Rehber Ruh SİLVER BİRCH : “Astral alem ruhsal alemin bir parçasıdır. Astral alem, en aşağı seviyelerdeki uzantılarından en yüksek kademelere kadar birçok değişik derecelerde tezahür eden tek bir yaşamdır.” (Sayfa: 26)

Astral alem derecelere ve seviyelere ya da tali katmanlara bölünmüştür. Bu dereceler hakkında bilgi edinmek gerekir, aksi takdirde alemin mekanizmasının nasıl işlediğini anlamak imkansızlaşır. Astral alemin en yoğun seviyesinde, fizik dünyada mevcut her şeyin bir kopyası vardır. Fizik dünyada bir kentin ya da binanın bulunduğu yerde, astral maddede aynı kentin ve binanın astral bir kopyası bulunur. Bu yansıma astral alemdeyken açıkça görülebilir.
Astral alemde her biri bir öncekinden daha az maddi olan ‘yedi bilinç seviyesi’ vardır. Astral alemin daimi sakinleri, isteklerine göre bu seviyelerin herhangi birinde yaşamlarını sürdürebilirler. Örneğin bir insan birinci seviyede birkaç hafta, ikinci seviyede iki yıl kalıp becerileri daha spiritüel hale geldikçe üçüncü ya da dördüncü seviyelere geçebilir. Bu yüzden, astral alemde nüfus yoğunluğu sorun olmaz.
Dünyada yaşamı kısıtlayan bir sürü iklimsel ve coğrafi sorun olmasına rağmen, astral alemde bu kısıtlamaların hiçbirine rastlanmaz. İklim her yerde aynıdır ve gün ışığı süreklidir. İnsanın orada cangıllarda yaşayabilmesi için korunmaya, çöllerde yaşayabilmesi için suya ihtiyacı yoktur. Ne hayvanlar ne de insanlar birbirlerine saldırırlar.Yedi bilinç seviyesi içinden kendine en uygun ortamı seçmek daima mümkündür. Bu konular astral alemin bazı kademelerdeki okullarda öğretilir, varlıklara bir seviyeden diğerine nasıl geçileceği gösterilir. Her seviyeyi oluşturan madde farklı olduğu halde, astral bedenin maddesi her seviyenin özelliklerine uyum sağlayabilecek niteliktedir. Bir seviyeden diğerine geçmek için bedendeki o seviyeye ait atomları harekete geçirmek yeterlidir. Kısaca, astral bedenin titreşimini artırmak ya da düşürmek gerekir. Seviyeler arasında gelişi güzel bağlantı kurulamaz. Üçüncü seviyedeki bir varlık, ancak bedeninin titreşimini düşürerek birinci seviyeye inebilir. Birinci seviyedeki varlık ise, üçüncü seviyeye çıkabilmek için bedeninin titreşimini yükseltmek zorundadır.
Birinci ve İkinci Seviye = (Birinci Kademe) : Astral alemin en maddi nitelikli en yoğun bölümü, ölümden hemen sonra insanları çevreleyen Birinci Seviyedir. Bu yoğun bölümde dünyada gördüğümüz her şeyi görmek mümkündür. Diyelim ki dünyadayken İstanbul’da yaşıyordunuz, öldükten sonra da İstanbul’un astral kopyasında yaşarsınız, çünkü yeni yaşamınızın başlangıcında doğal olarak tanıdığınız bir çevreyle bağlantı kurmak istersiniz. Kaba ve maddiyatçı bir insanın kendini mutlu hissedebileceği yer Birinci Seviyedir. Dünyaya en yakın seviye olduğu için alışkanlıklarından kopamayan insanları kendine çeker. Burada bir süre kalan ve artık değişiklik isteyen varlıklar zamanla başka mekanların hayalini kurmaya başlarlar, giderek zevklerinde değişiklikler olur. İşte bu astral alemin İkinci Seviyesidir. Aslında Birinci ve İkinci Seviyeler astral alemin Birinci Kademesini oluşturur. Üçüncü ve Dördüncü Seviyeler İkinci Kademeyi, Beşinci ve Altıncı Seviyeler ise Üçüncü Kademeyi oluştururlar. Yedinci Seviye ise astral ve mental alemler arasındaki sınırı oluşturur.
Üçüncü ve Dördüncü Seviye = (İkinci Kademe) : İnsan kökenli bir astral varlık, astral alemin Üçüncü ve Dördüncü Seviyelerine geldiği zaman bu bölgelerin iskan edildiğini görür. Bu sakinler, yani ‘devalar’ ya da ‘melekler’ insani evrime paralel bir evrim izlerler, kısaca insana benzer şekilde evrimleşirler. Şu farkla ki, bu varlıklar hayvanlar aleminden insan alemine geçerek bireyleşmek yerine, böcekler, balıklar ya da kuşlardan elementaller, periler, devalar ya da melekler alemine geçerek bireyleşirler. Bir kuş ya da balık için evrimin bir sonraki aşamasına ilerleme vakti gelince, fizik dünyadaki türüne göre ya bir elemental ya da peri haline gelir. Örneğin, balıkların mükemmellik yönünde yaptıkları yolculuk sırasında balıklardan elementallere dönüşmeleri söz konusudur. Aynı şekilde kuşlar da perilere dönüşürler. Hem elementaller, hem de periler birbirini izleyen birçok yaşamdan sonra fizik dünyada devalar ve melekler olarak tanımladığımız varlıklar haline gelirler. Bu tıpkı köpeklerin, kedilerin, atların kendi hayvan türlerinden evrimleşmemiş insan tiplerine dönüşmeleri gibidir.
İnsanların evrimiyle devaların evrimi arasında büyük farklar vardır. Balık ya da kuş, elemental veya peri safhasına ulaştıktan sonra deva olmak için evrimlerine fizik dünyada devam etmeyip astral ve mental alemleri mesken tutarlar. Dahası, aşağı seviyeden elementallerle çok genç ya da evrimleşmemiş türden periler dışındakiler astral alemin üçüncü seviyesinden daha aşağıda yaşamazlar. Fizik dünyada yaşayanların, devaların evrimi konusunda pek az şey bilmelerinin sebebi budur. Sıradan bir insanın bu varlıklarla temas etmesi çok ender rastlanan bir olaydır. Ancak durugörü yeteneğini geliştirmiş kişiler fizik seviyede bile bu varlıkları görebilirler. Ölümden sonra astral alemin Üçüncü ve Dördüncü Seviyelerine varıldığında, insanlar bu varlıkları sadece görmekle kalmayıp onlarla temas bile kurabilirler. Dördüncü Seviyeye yerleşmiş devaların da evrimleşmiş varlıklar olduklarını unutmamak gerekir. Devalar, evrimleşmiş insanın ilkel insandan farklı olması gibi, aşağı seviyeden elementallerle tabiat ruhlarından farklıdırlar. Onlar daha çok doğanın süreçleriyle ilgilenirler. Okyanuslar, dağlar, ağaçlar, yağmurlar vs. ile iç içe yaşarlar. Özel durumlar dışında insanların sorunlarıyla ilgilenmezler. Ulusların yükselişi ya da düşüşü onları pek ilgilendirmez, ama bitki yaşamının gelişimine ya da doğanın insanın gereksinimlerini sağlamasına ilişkin bilimsel çalışmalara karşı büyük ilgi duyarlar. Her bir değişik ağaç, çalılık ya da çiçek türünün yönetimi evrimleşmiş bir devanın elindedir. Sözüm ona uygar insanlar ağaç kestikçe devalar onların yerini dolduracak yeni ağaçlar üretmeye çalışırlar.
Bir insan Dördüncü Seviyeye geçtiğinde faaliyet denen şeyin tümüyle yok olduğunu görerek etkilenecektir. Dördüncü Seviye sakinlerinin ilgi duydukları başlıca şey uluslararası ve evrimsel sorunları tartışmak, teoriler ortaya atarak ispatlamaya çalışmaktır. Bu seviyede fizik faaliyet yerini zihni faaliyete terk etmiştir. Tartışmalar bilimin gelişmesi ve devaların evrimiyle ilgilidir.Yaratıcı türden insanlar, bilim adamları, müzisyenler, ressamlar ve diğer sanatçılar Üçüncü Seviyeyi mesken tutmuşlardır, değişik sanat dallarındaki öğrencilerin eğitildiği okullar da Üçüncü Seviyededir. Dördüncü Seviyede yalnız başına çalışan ve öğretmenlik yapmayı istemeyen birçok ressam ve müzisyene rastlanır. Burada araştırma yapan doktorlar da vardır. Bazı yeni ilaçlar astral seviyede keşfedilir. Araştırmalar yapılıp varılan sonuçlar mükemmel hale getirildikten sonra dünyada yaşayan bilim adamlarının şuuraltlarına zerk edilir. Bu dünyalı bilim adamları bir sabah uyandıklarında bir fikir tohumunun zihinlerinde oluştuğunu görerek şaşırırlar!
Bir insanın zihni ölümünden sonra da kendini tedirgin edebilir, aynen fizik yaşamda kaygılandığı gibi astral alemde de kaygılanabilir. Çünkü astral beden insan beyninin bir kopyasını içermekle kalmaz, aynı zamanda zihin denen aracı da içerir. Kaygılar, genellikle fizik alemde yapılan hatalı işlerden duyulan rahatsızlıkların sonucudur. Bazen bunlar vicdan azabına ve akıl hastalıklarına dönüşebilirler. Astral alemin bu seviyesinde bu işler için akıl hastaneleri bulunmaktadır. Bu tür olaylar uzman doktorlar tarafından hastanelerde tedavi edilir.
Beşinci ve Altıncı Seviye = (Üçüncü Kademe) : Astral alemin bu seviyelerinde psikanalistler, beyin uzmanları ve diğer araştırmacılara rastlanır. Uzmanların düşünceleri burada insanlık için bir araya getirilir. Üçüncü Kademede dünyaya kendilerine özgü bir tarzda yardım etmeye çalışan filozof grupları da vardır. İnsanlığa yapılacak en iyi yardımın ‘yaşamın birliği’ üzerine fikir üretip meditasyon yapmak olduğunu söyleyen mistikler de buradadır. İnsanların belirli bir dini inanca ya da dogmaya bağlanarak ilerleyebileceğine inanan dindar kişiler de vardır. Bu seviyelerde aylarca, yıllarca dünyanın ekonomik sorunları tartışılır. Uzmanlar vardıkları sonuçları dünyadaki düşünürlerin zihinlerine telkin yoluyla iletirler. Kriz dönemlerinde insanlığa yardım elini uzatarak sıradan liderleri öne çıkarır, onların kitleler indinde umut haline gelmesine yardımcı olurlar, kriz bittikten sonra da desteklerini çekerler. Bu seviyelerde, insanlığın giderek vahim bir hal alan gıda sorunuyla ilgilenen uzmanlar da vardır. Devalar yeni tarım metotları önererek bu uzmanlara yardımcı olurlar. Ardarda aylarca süren konferanslar düzenlenir ve çıkan sonuçlar yine insanlığa yardım için devreye sokulur.
Yedinci Seviye : Astral alemin sonuncu katmanı olan Yedinci Seviyede ilk göze çarpan şey herhangi bir binanın bulunmamasıdır. İnsani yerleşime ait hiçbir belirti yoktur, ama burada yaşayan daimi sakinler vardır. Bu varlıklar, yabancı insanlar yaklaştıkları zaman onları engeller, temas kurmak istemezler, çünkü evrim yolunda ilerlemenin ancak inzivaya çekilerek sağlanabileceğine inanmaktadırlar. Fizik dünyada yaptıkları gibi burada da yaşamlarını meditasyon yaparak, oruç tutarak ve bir zahit hayatı yaşayarak sürdürürler. Yedinci Seviyede ne gizlenecek mağaraya ne de eve ihtiyaçları vardır, açlık, susuzluk gibi sorunları da yoktur. Hiç bina bulunmayan açık alanlarda rahatsız edilmeden kendi hallerinde yaşarlar. Bu seviyede devalar aleminin yüksek evrim düzeyindeki mensuplarına da sıkça rastlanır.
Astral Alemden Mental Aleme Geçiş : Astral alemin Yedinci Seviyesinde, bu alemdeki yaşamları sona eren ve Mental Aleme geçiş yapacak olan varlıklar da bulunur. Bu varlıklar, Mental Alemi de geçtikten sonra egonun doğal ortamı olan Kozal Aleme doğru evrimlerine devam ederler.Yedinci Seviyeye çıkışları sırasında onlara genellikle rehberler eşlik eder. Rehberler de onlar gibi insan kökenli, ancak çok daha gelişmiş varlıklardır. Görevleri, astral alemi terk edecek olanlara “ikinci ölümlerinin” ne anlama geldiğini açıklamaktır.
Astral’den Mental’e geçiş sırasında ıstırap çekilmez, bir ‘kılıfın’ daha terk edilmesinden başka bir şey değildir. Rehberlerin bir görevi de geçiş anında varlıkların zihinlerinde meydana gelebilecek korkuları gidermektir. Aynı yolculuğu daha önceki ölümlerinde defalarca yapmış olmalarına rağmen varlıklar bunları hatırlamazlar, çünkü her yeni fizik enkarnasyon için yeni birer mental, astral ve fizik beden edinmişlerdir. Yeni bedenler geçmiş yaşamların ayrıntılı anılarını taşımazlar.
Mental Alem’e geçiş orta seviyeden bireyin kontrolü dışındaki bir olgudur. Zamanı geldiğinde, artık astral seviyede başka deneyimler edinmesine gerek kalmadığı için astral bedenini terk etmek zorundadır. Fizik yaşamı sırasında gerçekleştirdiği zihni çalışmaları pekiştirmek ve bunları ‘daimi atomun’ içinde yer alan ve önceki yaşamlarını temsil eden ‘bilgi deposu’na katmak üzere mental aleme geçmek zorundadır.
Geçişi yapacak varlık, geçiş konusunda rehberlerince verilen enformasyonu alarak uykuya dalar ve hemen ardından mental alemde uyanır. Bu kısacık uyku anında artık görevini tamamlamış olan astral bedenini terk eder. Tıpkı fizik alemden astral aleme geçişi sırasında olduğu gibi, mental alemde de kendisini arkadaşları karşılar. Artık yeni bir yaşama adım atmıştır. Orta seviyede bir insan için bu yaşam astraldekinden daha kısadır, oysa ileri evrim düzeyindeki bir varlık için bu süre daha uzundur. (Sayfa: 26-39)


MENTAL ALEM ve Yedi Seviyesi

Yüksek Rehber Ruh BEYAZ KARTAL : “Astral aura’nın ötesine uzanan ve ona benzeyen, fakat daha süptil ve daha eterik bir maddeden oluşan yumurta biçiminde bir form vardır ki, bu mental bedenin aura’sıdır.” (Sayfa: 40)

Mental beden egonun, (benliğin) yurdu olan kozal alemden aşağıya inişi sırasında çevresinde oluşturduğu ilk bedendir. Astral maddeden daha süptil bir maddeden yapılmıştır. Aslında mental beden bireyin düşünce formudur. Hiç yoğunluğu yokmuş gibi görünen bu çok ince bulutumsu formu kelimelerle tanımlamak imkansızdır. Astral ölümden sonra mental alemde tam olarak bilinçli hale geldiğinde varlığın ilk duyduğu his, derin bir sevinç ve insanlıkla barış içinde yaşama duygusudur.
Mental alem ‘düşünceler alemidir.’ Düşünceler mental alemin yegane gerçekleridir. Ancak, mental bedenin fizik bedenden çok daha süptil bir materyalden oluşması gibi, düşünceler de çok daha süptil bir maddeden oluşurlar. Eğer astral ya da fizik maddeyi bir şekilde mental aleme götürebilseydik (ki bu imkansızdır), oradaki varlıklar için bu madde mevcut olmayacaktı, tıpkı düşünce formlarının dünya insanı indinde mevcut olmayışı gibi! Mental düzeyde diğer varlıkları bireyler olarak, fizik formların astral kopyaları olarak değil de varlıkların düşünce formları olarak algılarız. Bu formlar varlıkların zihni gelişimleriyle uyumludur. Mental düzeydeki bir varlık, başkalarının düşüncelerini ancak o düşüncelere özgü dalga boyuna ayarlanabildiği zaman, yani o düşünceye ilişkin bir bilgiye sahip olduğu zaman alabilir.
Astral alemden mental aleme geçen bilim adamları, sanatçılar ve entelektüeller burada da öğreti ve konferanslarına devam ederler. Ancak bu öğretiler artık bir düşünce akımı halinde yayımlanan teknik ve teorik konferanslar şeklini alırlar. Bu düşünce akımı ilgi duyanlar tarafından zapt edilebilir. Ama konuyu bilmeyen ya da ilgi duymayanlar bu düşünceleri algılayamazlar. Örneğin, eğer kimya veya matematik konularıyla hiç ilgilenmemişseniz, bu konudaki düşünce akımlarını alamazsınız.
Mental alemdeki yaşam, sınırlı zekaya sahip varlıklardan çok entelektüel birikimi olan varlıklar için ilginçtir. Son derece gelişmiş bir zekaya sahip varlıkların mental alemde iki ya da üç bin yıl kaldıkları görülmüştür, çünkü onlar için bu alemdeki yaşam sıkıcı değildir. Öte yandan, pek fazla bilgiye sahip olmayan varlıkların burada geçirdikleri süre genellikle çok kısadır, yaşamları da gelişmiş varlıklar kadar hoş değildir. Ancak kısıtlılıklarını idrak etmedikleri için ıstırap çekmezler.
Mental alemde de astraldeki gibi yedi bilinç seviyesi vardır. Ancak burada bir seviyeden diğerine geçmekte herhangi bir güçlük söz konusu değildir. Buna rağmen seviyelerin daimi sakinlerinin dolaştıkları nadiren görülür. Dördüncü Seviyenin ötesine geçenler olağanüstü zekaya sahip varlıklardır.
Varlığın mental alemden ayrılma zamanı geldiğinde, bu kez “üçüncü ölüm” meydana gelir.Varlık mental bedenini de terk edip kısa bir süre için sahip olduğu yegane daimi bedeni olan “kozal bedene” bürünür. “Üçüncü ölüm”, astral alemden mental aleme geçişe çok benzer. Varlık giderek bilincini kaybeder ve kendini kozal bedenin içinde bulur. Bu bedene kozal denmesinin sebebi, spadyumun Üçüncü Kademesini oluşturan kozal alemde faaliyet göstermesinden ötürüdür. Ayrıca insanın “daimi bedeni” olarak da bilinir, çünkü insan bu bedene birey haline gelerek hayvanlar alemini terk ettiği ve bağımsız bir insan varlığı olduğu zaman sahip olmuştur. (Sayfa: 40-44)


KOZAL ALEM ve Yedi Seviyesi

Yüksek Rehber Ruh DJWHAL KHUL : “Kozal beden görece olarak daimidir ve uzun enkarnasyonlar boyunca varlığını sürdürür. Ancak varlığın bir insan olarak genedoğmasına daha fazla ihtiyaç olmadığı zaman varlığını yitirir.” (Sayfa: 45)

Kozal alem egonun doğal ortamıdır, ego enkarnasyonlar boyunca bu seviyede kalır. Enkarnasyonlar sırasında egonun (benliğin) bir parçası daha aşağı bilinç seviyelerinde tezahür eder ve değişik fizik bedenler içinde tekrar tekrar doğma zorunluluğundan kurtulmak için gerekli deneyimleri edinir.
Kozal beden, insanın en son enkarnasyonunda biriktirmiş olduğu deneyimin eklenmesi suretiyle her yaşamda değişir. Bu yüzden kozal bedene ‘bilgi deposu’ da denir. Evrimleşmiş bir insan bu depoyla istediği zaman bağlantı kurabilir ve geçmiş yaşamlarının deneyimlerini fizik seviyeye çekebilir. Bu da, yeni fizik beyin edindiği her seferinde varlığı belirli bazı şeyleri yeni baştan öğrenme zahmetinden kurtarır, çünkü kendi başına beynin geçmiş deneyimlere ait hiçbir anısı yoktur. İşte bu yüzden evrimleşmiş bir insan, evrim düzeyi düşük olandan daha avantajlıdır. Fakat her birimiz evrimimizin bu safhasına ulaştığımızda aynı durumda olacağız.
Fizik seviyedeki kişiliğin, gerçek insanın yani egonun (benliğin) ufacık bir parçasından ibaret olduğunu pek az insan kavramaktadır. Oysa bu ego ya da bireysellik, insan statüsüne ulaştığı zaman tüm insanlara bahşedilen ‘serbest irade’nin sağladığı sınırlar içinde o kişiliği elinden geldiğince çekip çevirir ve ona rehberlik eder.
Kozal alemde geçmiş, şimdi ve gelecek hepsi birliktedir. Bunu açıklayabilmek için fizik dünyamızdan bir örnek verelim: Birkaç yüz metrede bir kıvrılan bir nehir düşünün. Bu nehirde yol alan buharlı geminin güvertesinde duran bir insan, nehrin sadece önünde uzanan kıvrımını görebilir. Arkasında kalan ya da ilerde önünde belirecek kıvrımları göremez. Oysa gökte helikopterle yol alan bir insan geminin hem arkasında kalan hem de önünde uzanan nehrin kıvrımlarını görmektedir. Gemideki insan için arkada kalan kıvrım geçmişi, kat ettiği kıvrım şimdiyi, henüz göremediği önündeki kıvrımsa geleceği ifade eder. Oysa helikopterdeki kişi için geminin arkasında kalan manzara da, önündeki manzara da şimdi görülebilir haldedir. Ona göre geçmiş ve gelecek zaman yoktur, hepsi şimdiki zamandır.
Kozal alemde varlığa geçmiş yaşamının tüm kaydı bir film şeridi gibi görüntüler halinde gösterilerek yaşamının başarılı ve başarısız dönemlerini anlaması sağlanır.Yeterince gelişmiş varlıklar bu görüntülerden gerekli dersleri çıkarmakta gecikmez, bir sonraki yaşamlarında neyi yapıp neyi yapmayacaklarını hemen idrak ederler. Evrim düzeyi düşük olanlara ise rehber varlıklar tarafından bu görüntülerin yorumu yapılır. Varlığın geçmiş yaşamından aldığı dersler kendi ‘daimi atomu’nun, yani tüm geçmiş hayatlarının özünü içeren ‘bilgi deposu’nun yapısına nakşedilir. Varlığın gelecek yaşamda benzer sorunlara ilişkin kararlar alma zamanı geldiğinde, ‘bilgi deposu’nun bulunduğu seviyeden konuşan ego ‘vicdan sesi’yle gönderdiği uyarılarla hataların tekrarlanmamasını sağlar.
Zamanı geldiğinde ve içinde kendini bir kez daha ifade edebilmek için deneyimler yaşama isteği uyandığında varlık kozal alemi terk eder. Bu terk bir bakıma zorunludur, çünkü varlık yeteri kadar evrimleşemediği sürece kozal alemdeki vibrasyonlara uyum sağlayamaz. Kozal alemde sürekli kalabilmek için fizik seviyedeki tüm dersleri öğrenmek zorundadır. Kozal alemde ‘kamil insan’ düzeyine yükselmiş varlıklar, bazen gönüllü olarak insanlara duydukları sevgi yüzünden ve onlara yardım etmek amacıyla aşağı bilinç seviyeleriyle bağlantı kurarlar ya da fizik dünyalara inerler. (Sayfa: 45-47)

ARTHUR FORD : “Bazıları, önlerine çıkacak engelleri aşmaya ve daha yüksek statüler edinmeye karar vererek hoşnutluk içinde alçakgönüllülüğü veya ıstırabı öğrenmek için gecekondu bölgelerinde ya da geri kalmış ülkelerde doğarlar.” (Sayfa: 48)


DÜNYADA ENKARNE OLMAK- Genedoğum

Fizik dünyaya yeniden doğmak için kozal alemdeki çıplak ego (benlik), bir kez daha giysilere bürünmek zorundadır, yani üç ayrı şuur seviyesinde faaliyet gösterebilmesi için bu seviyelere uygun üç yeni beden edinmelidir. Konuyu daha iyi anlatabilmek için üç ayrı seviyeye ait bedenlerle, insanın giysileri arasında bir benzetme yapmayı deneyelim: Varlığın sahip olması gereken ilk beden mental maddeden oluşur ki biz buna mental beden (gömlek) diyoruz. Varlık kendine mental bir beden edinebilmek için dikkatini ‘daimi atom’una yöneltir. Daimi atomda mental alemdeki tüm katmanlara uyum sağlayabilecek moleküller vardır. Ego mental atomu canlandırır ve çevresine mental atomlar çeker. Egonun çevresine çekilen mental madde, bir önceki mental bedenin (mental alemdeki yaşamında terk ettiği bedenin) biçimini alır. Şu farkla ki, bu yeni beden son enkarnasyonundaki zihni çabalarının sonuçlarını da içerdiği için bir önceki bedenden daha gelişmiş mental bir şuur aracıdır. Ego yeni yaşama, tüm geçmiş yaşamlarında biriktirmiş olduğu bilgilerin hepsini içeren bir mental bedenle döner. Ancak o ana kadar öğrenmeyi ihmal ettiği konulara ilişkin hala hiçbir bilgisi yoktur. Bu da bazı insanların dünyada diğerlerinden neden o kadar farklı olduklarını açıklar. İnsanların, değişik düzeylerde mental bedenlere sahip oldukları için zekaları da farklıdır. Bu yüzden gelişmiş zekaya sahip biri kendinden daha deneyimsiz birini istismar etmemelidir, çünkü görevi kardeşlerini çelmelemek değil, geliştirmektir.
Kendine mental bir beden oluşturan ego, daha sonra dikkatini astral atoma yöneltir ve onu canlandırır. Çevresine, bir önceki astral bedenini terk ettiği sırada o bedende bulunan türden astral madde çeker. Bu şu anlama gelir ki, son yaşamında kaydettiği tüm duygusal gelişmeler, yeni yaşamında kendine hizmet edecek yeni astral bedeni (ceket) tarafından içerilmektedir. Bu yeni astral beden, astral alemdeki son yaşamı sırasında yaptığı çalışmaların sonuçlarını da kapsamaktadır. Örneğin, müzikle ilgili ayrıntılı bir çalışma yapmışsa, bir sonraki dünya yaşamında müziği ya bir meslek ya da bir hobi olarak seçme dürtüsü duyacak ve müzik yeteneğini geliştirmek onun için çok kolay olacaktır. Bu durumda yeni astral beden eskisine oranla çok daha hassas ve duyguları daha güçlüdür.
Ego bundan sonra kendine bir fizik beden (palto) edinmek zorundadır. Bunu da doğal olarak fizik dünyadaki bir aileden dünyaya gelmek suretiyle yapacaktır. Fizik bedenin bir evvelki enkarnasyondaki bedenden daha iyi olması gerekmez. Yeni fizik bedenin niteliği, yeni yaşamda öğrenilecek derslere bağlıdır, varlığın sadece o yaşamda gereksinim duyduğu bir bedendir.
Varlık fizik dünyaya inerken verilecek ilk karar, ne tür karakter değişikliklerinin oluşturulacağına dairdir. Bunun anlamı, bu konuda çeşitli kararların daha evvel verilmiş olduğudur. İlk karar, egonun hangi ulusa mensup olarak doğacağına ilişkindir, çünkü her ulusun kendine has özellikleri vardır.Varlığın öğrenmesi gereken derse aykırı özellikler taşıyan bir ulus elbette seçilemez. Bundan sonraki karar seçilecek aileyle ilgilidir. Öyle bir aile seçilmelidir ki, varlık hem geçmişte kişisel bağlantı kurduğu insanlarla temasa geçebilsin, hem de dersini öğrenmeye uygun bir ortam olsun. Örneğin, alçakgönüllü olmayı öğrenecek bir çocuğun diktatör olarak doğması pek uygun olmaz. Soyaçekim konusu da verilecek bir başka karardır. Varlığın sağlıklı olup olmayacağı, yakışıklı mı çirkin mi olacağı, hak ettiği beyin tipi gibi bir sürü karmaşık sorunun da çözülmesi gerekir. Bütün bu ayarlamalar yapılıp enkarne olacak varlığın onayı alındıktan sonra bebek dünyaya gelir. Hayatında yüz yüze geleceği tüm engelleri aşmak artık o varlığın görevidir. (Sayfa: 48-52)


UFO –Bilimsel Kuramları

Bir uçan daire geceleyin millerce öteden görülebilen bir korona üretir. Uçan dairenin biçimi aerodinamiğin gereklerine değil, elektrostatik ve çekim yasalarının gereklerine uymaktadır. Tepkime yöntemiyle havayı yararak ilerleyen uçaklarda görülen ısı engeli ya da yüzey sürtünmesi onlar için söz konusu olamaz. Aracın maddi kenarı, önündeki elektrikle yüklü alanın yarattığı bir boşluğa girer. (Sayfa: 8)

Uçan daireler elektrostatik manyetik araçlardır. Aracın üzerindeki dış yükleme, radar dalgalarının araçtan yansımasını önleyecek bir frekansta titreşebilir. Araç hız kazandıkça dış alan koronası, aracın ilerlerken kestiği güç hatlarının hızına izafi olarak genişler. Aracı çepeçevre saran bu korona, ufonun hızının enerji oranına göre kırmızı, kavuniçi, sarı, yeşil, mavi ve mordan parlak beyaza kadar görünür tayfın çeşitli renklerine bürünebilir. Dünyanın buharla yüklü atmosferi içinde, havadaki buharın iyonlaşması statik alan yüküne orantılı olarak yoğunlaştığından araç çevresinde bir bulut oluşturabilir. (Sayfa: 13)

Negatif elektrik yüklü bir kağıt mendilin, üzerine tutulan üç binlik bir asetilen lambası alevinde bile yanmadığını ya da kavrulmadığını görüyoruz. Dış kabuğunda negatif bir polarlık yükü taşıyan uzay aracının dış yüzeyi hiç ısınmadan saatte binlerce millik bir hızla nasıl uçtuğunu böylece kavrayabiliriz. Atmosfere girişlerinde bizim uzay kapsüllerinin üzerinde yaratılacak negatif statik yükleme bir alev kalkanını gereksiz kılacaktır. (Sayfa: 14)

Acaba ufolar uçan laser üreteçleri midir? Işın yayıldığında havada kalan disk, ışın odaklandığında hızla ilerlemektedir. Laser ışınının nabız gibi çalışması hareket halindeki diskin bir yükselip bir düşmesine yol açacaktır ki, salınım denen bu hareket ufolarda gözlemlenmektedir. Özet olarak diyebiliriz ki, biz burada yoğun laser ışınları ve füzyon enerjisi boşalımlarıyla işletilen, dönen bir tekerlek ya da diskle dengelenen, laserleri için enerjiyi çevresindeki elektrostatik enerjiden ya da kimyasal hücrelerden sağlayan bir ufo kavramı hipotezini tüm ufo araştırmacılarının dikkatine sunmaktayız. (Sayfa: 31-33)

New York Colombia Üniversitesinde kuramsal fizik profesörü olan Gerald Feinberg, 1967 yılında Tachyon’larla ilgili kuramını yayımladı. Tachyon sözcüğü Yunanca’da hız anlamına gelen tachyos’dan gelmektedir. Feinberg, Einstein Kütlesi’nin karşıtının varlığına dair matematik bir kanıt vermiştir. Bu karşıt, sonsuz hızla hareket eden, fakat ışık hızına yaklaştıkça yavaşlayan parçacıklardır. Feinberg’e göre takyonlar ışıktan bir milyar kere daha hızlı hareket ediyor, fakat hızları ışık hızına ya da daha düşük bir hıza indirgendiğinde yok oluyorlarmış. Bundan üç yıl sonra 1970’de John ve Allen Geoffrey adlı iki İngiliz bilim adamı bir manyetik alan keşfettiklerini açıkladılar, bu alanın karakteristikleri Einstein’in yanıldığını ortaya koyuyordu. İki İngiliz’in gözlemlerine göre bu manyetik alanın içindeki parçacıklar ışıktan iki kat daha hızlı hareket ediyorlardı. Böylece Einstein’in kuramının temelinde iki büyük gedik açılmış oldu. (Sayfa: 37)

Dr. Marcel Pages’e göre, yerin çekim gücü elektromanyetik yapısının tam tersi bir alan yaratılarak nötralize edilebilir. Bu tür bir alan oluşturabilecek her uzay aracı ya da aygıt, yer çekiminden kurtulup alan yönünde gitmek koşuluyla kendini sonsuza kadar hareket ettirebilir. (Sayfa: 39)


HİPNOTİZMA – Bilimsel Teori ve Pratikleri

DOSTLAR PLANI (Celse 25. 1. 1974) :
“Siz bozulan bir organizmayı tamir etmeye çalışıyorsunuz! Bugün buna mecbur kalışınızın sebebi insanın kendi bedeni, dahası kendi varlığı hakkındaki bilgisizliğidir. Siz bir organın bozulduğunu sanıyorsunuz, aslında orada uyumsuzluk vardır. Bir organın bozulmasını sağlayan şey uyumsuzluktur, uyumsuzluğun giderilmesi ise insanın kainattaki yerini iyi tayin etmesi ve anlamasıyla mümkündür. Bilginizi bu yönde geliştirdiğinizde tıbbınızın önünde yeni bir ufuk açılacaktır. Bu yeni yolda ne narkoza, ne ameliyata, hatta ne de ilaca gerek var! Dikkatinizi günlük gereksinimlerinizin zorunlu kıldığı çalışmalardan daha ileriye yönlendirmeli ve gelecekteki hedefleriniz için şimdiden planlar yapmalısınız. Böyle bir yola girmeniz hayrınıza olacaktır, ancak bu şekilde yaklaşan Yeni Çağ’ın yükünü omuzlayabilirsiniz. Narkoz, akupunktur ve hipnoz gibi metotlar önümüzdeki devrede geçerliliğini yitirecektir.” (Sayfa: 2)

Hipnotizmanın Kısa Tarihçesi

Hipnotizmanın modern tarihi France Anton Mesmer (1734-1815) ile başlar. Mesmer şifacılık kariyerine Viyana Üniversitesinde tıp öğrenimi görerek başlamıştı. 1765 yılında sınavlarını şeref derecesiyle veren Mesmer’in hazırladığı tezin konusu geçmiş dönemlerin tıp yöntemleriydi. “Planetlerin İnsan Bedeni Üzerindeki Etkileri” adını taşıyan teziyle, can çekişen astroloji bilimini canlandırmakla suçlandı. Ama Mesmer evrendeki fizik güçlerle ilgileniyor, uzayı kaplayan kozmik akımların insan yapısı üzerinde etkili olduğunu düşünüyordu. Bu fikirleri birkaç yıl askıda kaldı, ta ki 1774 yılında bir Cizvit papazı olan Maximillian Hell tarafından yapılan deneylerden haberdar olana kadar. İmparatoriçe Maria Theresa’nın saray doktoru olan bu Cizvit papazı, hastalarını bedenleri üzerine yerleştirdiği mıknatıslarla iyileştirmede çok başarılıydı. Bu yöntem, 16. yüzyılın maji uygulayıcısı mistik Paracelsus’dan kalan bir reçeteye dayanıyordu. Paracelsus’un benimsediği ‘uygunluk ve duygudaşlık’ teorisine göre evrenin bölümleri arasında bir bağlantı vardı. Bu duygudaşlık tıbbının yaygın bir biçimi de bedenin belirli yerlerine hasta uzuvla hayırlı bir bağlantısı olduğuna inanılan kıymetli taşların uygulanmasıydı.
Mesmer bu teorileri düzenlemeye başladı. Deneylerle geçen bir dönemden sonra elde ettiği başarılara mıknatısların değil de, kendi bedeninin sebep olduğuna inandı. Fikirleri giderek ayrıntılı bir hal aldı, Paris’e taşınarak keşfettiğine inandığı ‘animal manyetizma’yı tanımlamak üzere bir memorandum yazdı ve şu öneride bulundu: 1- Göksel cisimlerle dünya ve tüm canlı bedenler arasında uyumlu bir etkileşim vardır. 2- Bu etkileşim evrensel olarak yaygın, hiçbir vakuma yer bırakmayacak kadar sürekli, hiçbir şeyle kıyaslanmayacak kadar süptil, tüm uyumsuzlukları alacak, yayacak ve iletecek duyarlılıktaki akışkan bir madde sayesinde sağlanır. 3- Bu karşılıklı etkileşim henüz tam olarak bilemediğimiz mekanik yasalara bağlıdır. Animal manyetizma kısa sürede Paris’i heyecanlandıran bir olay haline geldi. Mesmer, çeşitli rahatsızlıklar çeken bir takım tanınmış kişileri iyileştirmeyi başardı.
Mesmer’in öğrencilerinden en ünlüsü Puysegur Markiziydi. Markiz, hastalarını sakin
uykuya benzer bir hale sokabileceğini ve onların bu halden iyileşmiş olarak çıkacaklarını keşfetmişti. Markizin deneyleri sonucunda ‘manyetik uyku’ kavramı gelişti, kısa bir süre sonra da bu hale ‘somnambülizm’ denmeye başlandı.
1830’larda John Bovee Dods, elektriğin zihinle cansız madde arasındaki bağlantıyı sağlayan, evreni harekete geçirmek ve yönetmek için Yaratıcı tarafından kullanılan yüce bir etken olduğuna kanaat getirmişti. Böylece Dods, ortaya çıkan bu ‘elektriki psikoloji’ bilimi hakkında konferans vermek üzere Amerikan Senatosu tarafından tam 9 kez davet edildi. Dods teorisinin dini açıdan ne anlama geldiğiyle de ilgileniyordu. Beden ve zihin Tanrının tezahürleriydi, beyindeki frenolojik uzuvlar da dahil bedenin her bir uzvunun spiritüel bir karşıtı vardı. Hastalarıyla temas kurabilmek için aurasını kullanan Dods’un karşısında ise, bugüne kadar görmüş oldukları ilgiden çok daha fazlasını hak eden Laroy Sunderland ile William Fahnstock bulunuyordu.
Bir din görevlisi olan Sunderland’in Mesmerik uykuyu gerçekleştirmek için uyguladığı yöntem çok basitti, bir konferans vermesi yetiyordu. Seyircilerden bazıları oturdukları yerde hipnotik transa girerken, diğerleri Sunderland’in konuştuğu platforma çıkarak yere oturuyorlardı. Sunderland başarı için sadece iki hususun gerekli olduğunu düşünüyordu:
“Uygulayıcı otorite kurmalı, hasta da bu otoriteye uygun bir imana sahip olmalı” diyor ve şunları ilave ediyordu: “Aslında söz konusu doktor, profesör ya da konuşmacı ne kadar cahil olursa, kendine ve gücüne olan inancı da o kadar artacaktır. Bu inanç ne kadar artarsa başarı o kadar büyük olur!” Sunderland öğretisine ‘patetizm’ adını verdi ve 1860 yılında bu öğretinin başlıca kitabı olan Trans’ı yayımladı.
Dr. William Fahnstock, önceleri bir patetist olmasına rağmen sonradan ‘statuvolizm’ öğretisini kurdu. Mesmerik uykuya girilmesinden hastanın sorumlu olduğunu düşünmede Sunderland’den daha ileri gitti. Fahnstock, ikna yoluyla sözünü ettiği ‘statuvolik hale’ hastalarının kendi iradeleriyle girmelerini sağlıyordu. Bu hale girmiş biri, herhangi bir hastalığa yakalandığına kendini ikna edebiliyor ve söz konusu hastalıkla ilgili belirtiler şaşmaksızın ortaya çıkıyordu.
1843 yılında Manchesterli göz doktoru James Braid, ‘hipnoz’ kelimesini ilk kez kullanan bir kitap yayımladı. Hipnotizmanın incelenmesinde bir dönüm noktası olan bu kitabın adı ‘Nöripnoloji ya da Sinirsel Uykunun Mantığı’ idi. Braid, 1841 yılında bir Mesmerizm gösterisinde bulundu, bu gösteriden etkilenerek kendi başına deneyler yapmaya başladı. Keşfettiği hipnotizmayla eski animal manyetizma arasında tam bir ayrım yaptı. Hipnoz hakkında şunları söylüyordu: “Bunu, sinir sitemini yeni bir duruma sokmanın basit, hızlı ve belirli bir tarzı olarak değerlendiriyorum. Bazı hastalıkların tedavisinde başarıyla kullanılabilir.”
Psikanalizmin kurucusu Sigmund Freud, 1889 yılında Nancy ekolünün telkinle ilgili fikirlerini benimsedi. Hipnoz psikanalizmin gelişiminde büyük bir rol oynamıştı, çünkü Freud hastalarının hipnoz altında nevrozlarına sebep olan bastırılmış anıları hatırladıklarını saptamıştı.
Çalışmalarında hipnozu kullanan C.G.Jung , herhangi bir müdahalede bulunmasına gerek kalmadan hastalarının doğrudan hipnotik bir uykuya pekala dalabildiklerini saptadığı için, Freud’u izleyerek hipnotik prosedürü bir kenara bıraktı. Kendi kendine telkin işlemi 1910 yılında Emil Coue tarafından klinik düzenin temeli haline getirildi. Coue’nin şifaları tamamiyle hasta uyanıkken yöneltilen telkine dayanıyordu.
Hipnozun bu psikolojik anlayışı 20. yüzyılın ilk on yılından sonra değişerek Rus fizyoloğu Pavlov’un ‘fizyolojik hipnoterapisine’ dönüştü. Pavlov hipnozu psişik duruma bağlı bir refleks olarak açıkladı. 1953’de İngiliz Tıp Kurumu’nun bir komitesi, hipnozun belirli nevrozlarda tedavi seçeneği olabileceğine karar verdi ve hipnotik uygulamanın tıbbın belirli dallarında ihtisas yapanlara öğretilmesini önerdi. (Sayfa: 12-20)

Hipnotizmanın Üç Aşaması

Hipnozun birinci aşaması, kendiliğinden imajinasyon devresidir. Süje bir iskemleye oturtulur, operatör karşısına geçer ve teknik bir takım yöntemlerle onu hipnotize veya manyetize etmeye başlar. Bu işlemin süjedeki ilk etkisi bir ağırlık duygusundan ibarettir. Bu etki, süjenin bünyevi yeteneğine göre ya bu derecede kalır ya da daha ileri gider. Eğer süje uygun durumdaysa, üzerindeki ağırlık hissi onu kendi iradesiyle harekete imkan bırakmayacak bir tarzda atalete ve uyuşukluğa sevk eder. Şuuru bulanmaya başlar, gözleri kararır, etrafındaki objeler yavaş yavaş silinmeye yüz tutar. Süjenin dış alemle ilişkileri gittikçe gevşemeye başlamıştır. Bu hal, süjeye kişiliğini unutturacak bir safhaya kadar varabilir, artık o hiçbir şey değildir. Deneyciler bu hale telkin, inanma gibi adlar verirler. Hipnozun bu aşamasında süjenin kendi üzerindeki kontrolü tamamen felce uğramıştır, tam bir karmaşa içindedir.
Operatörün iradesinin rolü, süjenin ruhunda mevcut imajları ortaya çıkarmaktan ibarettir. Telkin burada esas rolü oynamaz, ancak ruhta zaten mevcut duygu ve bilgi unsurlarını uyandıracak bir uyaran vazifesi görür. Operatörün iradesiyle süjenin vicdanında meydana gelen uyanışlar derhal süjenin iradesini harekete geçirir ve farkına varmadan onu idare etmeye başlar. Bu devredeki tezahürlerin zenginliği, süjenin ruhundaki bilgi ve duygu unsurlarının zenginliğine bağlıdır. Eğer süje operatörün emirlerine inanmazsa, daha doğrusu kendi ruhunda bu emirlere uygun izlenimleri ve izleri taşımıyorsa telkin boşa gider ve operatör ne kadar ısrar ederse etsin süjesine emirlerini kabul ettiremez. Eğer operatör süjenin inanmadığı ya da tahammül edemediği emirlerinde gereğinden fazla ısrar ederse, süje histerik krizlere girer veya uyanarak emri yerine getirmeyi reddeder.
Hipnozun ikinci aşaması donma halidir. Süjenin gözleri açık ama donuktur, her şey donmuştur. Ellere, ayaklara, yüze, kısacası tüm iradi kaslara verilen vaziyet uzun süre sabit kalır. Süje konuşmaz, sadece hareketlerin bir de musikinin etkisi altında görünür, etrafındaki diğer gürültülerin hiçbirini duymaz.
Hipnozun üçüncü aşaması somnambülizm halidir. Bu klasik düzendeki uykunun üçüncü halidir. Bu durumda süje kendini kontrol yeteneklerini normalden daha şuurlu ve ayrıntılı olarak tekrar kullanmaya başlar. Artık doğrudan doğruya telkin mümkün olmaz, süje ancak ikna yoluyla sevk edilebilir. Yani birinci aşamada telkinin otomatik olarak şuursuzca meydana gelmesine karşılık, bu aşamada telkin faaliyeti ancak yargılama yoluyla ve süjenin az çok şuurlu iradesiyle harekete geçirilebilir. Bu aşamadaki uyku bizim bildiğimiz uyku hali değil, belki de ruhun bir faaliyet halidir, bu yüzden bu duruma yapay uyku demek yanlış olur. (Sayfa: 22-27)

Hipnotizmanın Neo-Spiritüalist Açıklaması

Ruh bedenle doğrudan doğruya ilişkide değildir, arada perispiri gibi daha akışkan maddi bir vasıta vardır. Bu vasıta, yani perispiri doğrudan doğruya bedene yapışmış değildir. Aradaki bağlantı, üç boyutlu dünyamızın bir takım akışkan maddelerinden, sinirsel, ısısal, mıknatısi ve daha bilmediğimiz bir takım süptil akışkanların ve özellikle sinirsel akışkanların yardımıyla sağlanmaktadır. Öyle ki, gerek ısının gerekse sinirsel akışkanların azalması ya da çoğalmasıyla perispirinin bedenle ilişkisi gevşemeye yüz tutar. Hatta bu unsurlar gerek aşağıdan gerekse yukarıdan sınıra biraz daha yaklaştıkları zaman vücudun adeta bir ölüm hali aldığını görürüz. Bu hal, yaşamsal akışkanların dağılımında meydana gelen uygunsuzluk yüzünden perispiriyle beden arasındaki bağın gevşemesiyle meydana gelir. Eğer bu aracı akışkanların azalıp çoğalması aşağıdan ve yukardan sınırı aşarsa, perispiri tamamiyle bedenden ayrılır ki buna ölüm deriz. Şu halde hipnoz, perispirinin bedenden az çok ayrılmış, daha doğrusu bedenle ilişkilerini az çok gevşetmiş halidir, yani bir degajman halidir. (Sayfa: 27-28)

F. L . MARCUSE : “İlaçla uyuşturmada ağrı sinyallerinin bloke edildikleri ve beyne kadar ulaşmadıkları, hipnotik uyuşturmada ise ağrı sinyallerinin beyne kadar ulaştıkları, fakat beynin yüksek merkezleri tarafından kaale alınmadıkları ileri sürülmektedir.” (Sayfa: 29)

Hipnoz, ağrıyı dindirmek için çeşitli şekillerde kullanılmaktadır. Hipnotizörün vereceği bir işaretle ağrı hissinin hastanın bilincine çıkması önlenebilmekte, hatta ağrının yerini alacak bir heyecan kaynağı yaratılıp hastanın dikkati ıstırap kaynağından uzaklaştırılabilmektedir. Tıpta hipnoz ya tek başına ya da ilaç veya anesteziye yardımcı olarak kullanılmaktadır. Bazen hipnozu uygulayan hastasını geçmiş yıllarda bir keşif yolculuğuna çıkarır, geçmişe yapılan bu yolculuklarda hasta halihazırdaki durumunu oluşturan psikolojik sorunlarını yenebilir ya da nedenlerini hatırlayabilir. Bu olaya ekminezi denir.
Hipnotize edilen bir hastaya ilaç yerine su şırınga edildiği halde, ilaçla tedavisi yapıldığı telkin edildiğinde iyi sonuçlar alındığı görülmüştür. Bazı hallerde, telkin metodu hastaya öğretilerek telkin yoluyla kendini iyileştirmesi de sağlanabilmektedir. Tıpta buna oto hipnoz deniyor. Hipnotik telkinle astım ve amfizemi hastaları solunumlarını düzene sokabilmekte, kalp hastaları kalp atışlarını hafifletebilmekte, kan basıncını yükseltip alçaltabilmektedirler. Öte yandan, ilaçlara cevap vermeyen migren ağrıları hipnotik dürtü ile iyileştirilmekte, ağır yanık vakalarında acıya dayanıklılık artırılabilmektedir. Yine telkin yoluyla bazı insanlarda sıcaklık ya da soğukluk hissinin yok edildiği, kızgın demiri ellerinde tutanlara hiçbir şey olmadığı görülmüştür.
Montreal’de düzenlenen bir konferansta, hipnoz altında sezaryenle doğum yaptırıldığı haber verilmişti. Ameliyat esnasında hiçbir uyuşturucu ilaç kullanılmamış, annenin ve çocuğun yaşamı hiçbir şekilde etkilenmemiş ve anne ameliyat süresince aktif halde kalmıştı. Bir İsveçli doktorun ifadesine göre, hipnoz yöntemi diş çektirmeden ağır ameliyatlara kadar başarıyla uygulanmıştı.
Milanolu psikolog Roland Marchesan, Milano kentinde ilk defa hipnozla doğum kontrol uygulaması yapmıştı. Ünlü bir psikolog ve aynı zamanda Uluslararası Tıbbi ve Psikolojik Hipnoz Derneğinin başkanı olan doktorun babası Marco Marchesan, oğluyla birlikte hipnozla doğum kontrolü uyguladıkları 100 kadından 85’inde yüzde yüz başarı sağladıklarını açıklamıştı. (Sayfa: 30-41)


AKUPUNKTUR – Biyoplazmik Tedavi

Akupunktur Çin’de binlerce yıldan beri uygulanan geleneksel şifa yöntemlerinden biridir. Tüm rahatsızlıkların, insan bedenindeki meridyen denen hatları izleyen enerji akımındaki dengesizliklerden meydana geldiği tezine dayanır. Akupunktur uygulayıcıları, meridyenler üzerinde yer alan belirli noktalara ince iğneler batırarak enerji akımlarını yatıştırır ya da uyarırlar.
Uzun yıllardan beri yapılan deney ve gözlemler akupunktur tedavisinin geçici olmadığını göstermiştir. Doğuda kağıdın, barutun ve porselenin bulunmasından çok önce Çinliler hastalarını akupunkturla tedavi etmekteydiler. Kesin tarihi bilinmemekle birlikte, Çin’de aşağı yukarı beş bin yıldan beri kullanılmaktadır. Akupunkturu bulanın Huang-ti “Sarı İmparator” olduğu söylenir. Nesilden nesile aktarılan bir geleneğe göre, Sarı İmparator MÖ. 2698 ile 2598 yılları arasında yaşamış ve doktorlarına şu buyruğu vermiştir: “Akupunktur dışındaki tüm şifa metotlarının yasaklanmasını istiyorum. Akupunktur bilgi ve yasalarının kayda geçirilerek nesilden nesile aktarılmasını emrediyorum. Böylece onu uygulamak kolay, ama unutmak zor olsun.” Konuyla ilgili en eski kitaplar iki bin yıllıktır. Bu kitaplarda akupunktur o denli ayrıntılı anlatılmıştır ki bugün bile kaynak olarak kullanılmaktadır. Akupunkturun ana prensipleri binlerce yıldır değişmemiştir, az buçuk değişenler ise teorik ve filozofik ayrıntılardır.
Çin’in birçok kentinde, örneğin Pekin ve Şanghay’da akupunktur ve akupresör (parmak masajıyla tedavi) yöntemleri üzerinde araştırmalar yapan enstitüler vardır. Çalışmalarını aralıksız sürdürmelerine rağmen akupunkturun işleyiş mekanizmasının hangi biyolojik nedenlere dayandığı bir türlü saptanamamış ve bu konudaki esrar ancak %50 oranında aydınlatılabilmiştir. Bu metotta insan bedenindeki organlar yin ve yang olarak ikiye ayrılır. Yin organları pasif, depo edici ve biriktirici olanlar, yang organları ise aktif ve yenileyici olanlardır. Bazı Çinli doktorların bu tasnifi benimsememesine rağmen, Çinli mistikler akupunkturun bedeni etkileme esasını 5 sayısına dayandırırlar. Onlara göre 5 tane yin organı vardır: Bunlar akciğer, dalak, kalp, böbrek ve karaciğerdir. 5 yang organı ise kalın bağırsak, ince bağırsak, mide, sidik torbası ve safra kesesidir.
Batı tıbbıyla değil de akupunkturla tedavi edilen sayılamayacak kadar çok fizyolojik fonksiyon bozuklukları vardır. Araba kazalarında başın öne ya da arkaya çarpması veya sportif çalışmalar sırasında oluşan ayak bileği burkulmaları gibi akut travmatik olaylarda ağrının giderilmesi için ilk etapta akupunkturun kullanılması rasyonel bir yaklaşımdır. Başlangıç aşamasındaki eklem iltihabının hastada oluşturacağı değişimlerin tedavisinde, hareket yeteneğinin geliştirilmesi ve bedenin duruşunun tekrar normale döndürülmesine yönelik uygulamalarda, fizik tedavi yanında akupunkturun kullanılması yararlı olur. Kronik eklem iltihaplarında akupunktur geçici bir rahatlamadan öte bir şey sağlayamaz. Bacak ya da kolları kesilen insanların hissettikleri fantom ağrılara karşı akupunktur tedavisi oldukça etkilidir. Ayrıca sinir tahriplerinden doğan ağrılarla, zona olaylarını izleyen sinir iltihabının tedavisinde de yardımcı olur. Çeşitli yüz nevraljileri, kaburga arası nevraljiler ve tüm sinir ağrıları akupunkturla tedavi edilebilir. Akupunktur ayrıca safra kesesi taşlarıyla böbrek taşlarının sebep olduğu kolik ağrıların yanı sıra, hazım koliği ve ameliyat sonrası gerilme ağrılarını da giderebilir. Kalp kası ağrılarının tedavisinde de kullanılabilir. Cerrahi ve dişçilikte akupunktur anestezisi günümüzde uygulanmaktadır.
Geleneksel akupunktur iğnesi ince çelikten yapılır ve gövdesine sarılan bakır tel de iğnenin sapını oluşturur. Bazen uyarma ya da yatıştırma amacıyla altın ve gümüş iğneler de tercih edilmektedir. İğne, tedavide tarif edilen derinliğe inecek kadar uygun görülen akupunktur noktasına batırılır. Akupunktur metodu öylesine etkilidir ki, hastalar tamamen şuurlu haldeyken büyük ameliyatlar geçirebilir ve diğer anestezik maddelerin yarattığı ameliyat sonrası etkilere maruz kalmazlar. Cerrahi operasyonlarda, elin ve kulağın belirli bölgelerine batırılan çok ince ve küçük akupunktur iğneleri yeterli olmaktadır.
Bazı Avrupalıların uğradıkları başarısızlıklar, uzmanlar tarafından yetiştirilmemiş, dolayısıyla belirli noktaların yerini iyi saptayamamış olmalarından kaynaklanmaktadır. Noktaların gerçek yerlerini ve hangi hastalığa iyi geleceğini bilen herkes akupunktur tekniğiyle hem kendini hem de başkalarını tedavi edebilir. Akupunktur yönteminde hiçbir tehlike söz konusu değildir. Başarı kesindir, yeter ki hata yapılmasın. Metodun temeli ‘akım noktaları’ ve ‘meridyenlere’ dayanmaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus ‘tesir edici noktalar’ın bulunmasıdır.
İnsan vücudundaki bazı belirli noktalarla iç organların fonksiyonları arasında bir ilişki vardır. Bu noktalar belirli bir hat üzerine simetrik olarak dizilmiş meridyenlerdir, yani vücudun her iki yarısında eşit sayıda akupunktur noktaları vardır. İnsan vücudunda toplam olarak 12 merkez meridyen, 12 yan meridyen, 8 özel meridyen bulunur. Bu meridyenlerin tümü aynı önemde değildir, önemli, daha az önemli ve önemsiz olarak sınıflandırılırlar. Bugüne kadar bilinen akupunktur noktalarının sayısı 1054’ü bulmaktadır. Eskiden ağrıyı dindirmek için 30 kadar iğne kullanılırken bugün bu sayı 2-4’e kadar düşürülmüştür. Eski dönemlerde vücudun sayısız noktasına ve meridyenlere iğneler batırılırdı, oysa bugün kulakta saptanan çok hassas ve etkin bölgeler sayesinde iğne sayısı çok azaltılmıştır.
Akupunkturda etki, meridyenler aracılığıyla tüm organ grupları üzerinde ortaya çıkmaktadır. Çalışma ve uygulamalar, organ gruplarının belirli ortak özellikler taşıdığını göstermiştir. Bu ortak özellikler eski Çin’de yin ve yang olarak adlandırılırdı. Her organ vegetative sinir sistemi tarafından sevk ve idare edilmektedir. Bu sevk ve idare aynı anda iki görevi de yüklenir. Sempatik sinir sistemi hem içgüdü, iş, enerji ve güç, hem de sükunet, dinlenme ve uyku sağlamaktadır. Öyle görünüyor ki, meridyenler iki ayrı görevi de yürüten sevk ve idare edici sinir sistemiyle ilişkilidir.
Meridyenler üzerinde beş temel uyarı noktası vardır: 1- Harmoni noktası: Bir meridyenin başlangıç ve bitiş yerlerinde bulunur. Noktaların meydana getirdiği akım tüm organlar için harmoni, yani uyum sağlar. 2- Uyarıcı nokta: Her meridyende bir tane bulunur. Meydana getirdiği akım organların enerji ve aktivitesini artırır. 3- Sakinleştirici nokta: Her meridyende bir tane bulunur. Meydana getirdiği akım organları dinlendirip sakinleştirir. 4- Alarm veya MU noktası: Her organ sistemi en az bir alarm noktasına sahiptir. MU noktaları iki fonksiyon gösterir. Birincisi, bu noktaların parmakla masajda çok etkin olduğu anlaşılmıştır. İkincisi, noktanın akımı vücuttaki her tür ağrı ve sızıyı dindirmektedir. 5- Özel nokta: Bu noktada birçok akupunktur noktaları toplanmıştır. (Sayfa: 10-35)


BEDRİ RUHSELMAN – Bilgi Çağı Önderi

Yüksek Rehber Ruh KADRİ : “Bir görev almış varlıklar, ne kadar büyük bir ıstırap ve özveri içinde olurlarsa olsunlar her zaman ruhun nurundan, hiç şaşmayan desteğinden ve rehberliğinden haberdardırlar. En küçük şüphe izi taşımayan kararlı bir bilgiye sahiptirler. Bilirler ki her neyle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, hepsinin ardında kendini koruyacak ebedi kollar kötü olan hiçbir şeyi onların kaderi yapmayacaktır!” (Sayfa: 2)

21 Ağustos 1952’de Dr. Bedri Ruhselman, Milli Eğitim Bakanlığı’nın isteği üzerine Deneysel Spiritüalizm konusunda bilimsel bir rapor hazırlayıp Bakanlığa göndermiştir. Aşağıda bu rapordan bazı bölümler sunuyoruz.

“Deneysel spiritüalizm, süptil doğa olaylarını, insan ruhunun şimdiye kadar hiç dokunulmamış taraflarını, insanlara ilham, irşat ve açıklama yoluyla gelmiş bir sürü ilahi yardımı günümüz insan zekasının ve bilimsel anlayışının benimseyebileceği şekilde deney yoluyla değerlendiren pozitif bir bilim, felsefe ve ahlak yoludur.
“Bu fikirler, pozitif bilim alanında büyük başarı göstermiş bazı büyük bilim adamlarının kabul ve itiraf ettikleri bir gerçeğin ifadesidir. Buna kanıt olmak üzere söz konusu bilim adamlarından bazılarının birkaç sözünü kendi orijinal eserlerinden aktarıyorum.
“Sir William Crookes, (1832-1919) Fizik ve kimya bilgini, Thallium’un kaşifi, radyometre ve Crookes tüpünün mucidi. Londra Kraliyet Akademisi Üyesi. “Maddi nedenleri belli olmayan bazı gürültüler ve eşyaların temas olmadan kendi kendilerine hareketleri gibi bilinen fizik yasalarının hiçbiriyle açıklanması mümkün olmayan olayları bizzat gözlemledim. Bugün bunların en basit kimya olayları kadar gerçek birer olay olduklarına kesinlikle inandım. Bu konudaki görüşüm çok uzun süren bir araştırma sonucunda elde ettiğim gözlemlere dayalı bilimsel bir inceleme ürünüdür. Eserlerimi ve makalelerimi okuyanlar, ruhsal güçlerin tezahürlerine dair önlerine koyduğum olayların doğruluğuna, bunların sadece gerçeği yansıtmak için ciddiyetle yapılmış birer deney ürünü olduğuna kesin olarak inanırlar diye düşünüyorum. Burada ne bir varsayım ne de bir teoriden ibaret şeyleri değil, kesin ve gerçek olayların varlığını gösteriyorum. Kuşku duyabilirsiniz, fakat inkar yoluna sapmayınız. Sunduğum bu gözlemleri eleştirel gözle inceleyebilir, zayıf ve yanlış noktalarını araştırabilirsiniz. Fakat gözlemlerimin peşin yargılarla birer yalan ve hayal ürünü olduğunu söylemekte acele etmeyiniz. Deneylere girişiniz, benim gibi büyük bir sabır ve özenle psişik ve metafizik olaylar üzerinde durarak incelemeler yapınız. Eğer bunu yaptıktan sonra olumlu sonuçlar alamazsanız, bu başarısızlığınızı derhal ilan ediniz. Aksi bir sonuca varırsanız, namus ve şeref yasası bu gerçeği kabul etmeye sizi sevk etmelidir.”
“Sir Oliver Lodge: (1851-1940) Fizikçi ve yazar. Yıldırımı, elektro-manyetik dalgaları ve telsiz telgrafı araştırmıştır. Profesör ve Birmingham Üniversitesi Rektörü, İngiliz Kraliyet Akademisi Üyesi. “Ruhsal ve psişik olaylar gelişigüzel fizik sistem içinde irdelenemezler. Sözgelimi, hiç temas etmeden eşyanın kendi kendine hareket etmesi veya uzaktan etkileme gibi olayları bir fizikçinin inkar etmeye hakkı yoktur, çünkü ancak ışık, ses, elektrik olaylarından bahsetmek onun uzmanlık alanına dahildir. İnsanın kişiliği ve zekasının çalışması ölümden sonra da devam etmekle kalmaz, aynı zamanda dünyada kalan insanlarla görüşmek de ister, bunda başarılı da olur. Bu tür olayların en iyi ve en basit açıklaması ancak bu şekilde yapılabilir. Ben şunu kesinlikle saptadım ki, bedensiz varlıklarla biz insanlar arasında görüşme olması mümkündür. İngiliz Ruhsal Araştırma Cemiyeti’nde yapmış olduğumuz deneyler sonucunda şunu keşfettik. Bazılarımızın çok iyi tanıdığı rahmetli dostlarımızdan Prof. Gurney’in, Myers’in ve Hodgson’un ruhları, medyumlar kanalıyla öte alemde yaşamakta olduklarını bize anlatmak için faal bir rol oynadılar. Ayrıca bu bilgin dostlarımızın ruhları özel hayatlarına dair sorularımıza doğru yanıtlar verdiler. Biz bu kanıya ne kolayca ne de çabucak varmış değiliz.Telefonla yaptığımız özel konuşmaları, onların hayatlarına ait özel sırları bile deney konusu yaptıktan sonra bu kanıya vardık.”
Prof. Cesar Lombroso: (1836-1909) İtalyan doktoru ve kriminolojist, psikiyatri profesörü, kriminal antropoloji profesörü. “Yaşamını akıl doktorluğu ve kriminal antropolojiyle geçirmiş benim gibi bir insanın spiritizmle ilgili kitap yazdığını gören yakın dostlarım, şimdiye kadar yaptığım çalışmalarla kazandığım şöhreti kaybedeceğimden endişe duyarak bana itirazda bulundular. Buna rağmen bu alanda çalışmayı ben bir görev olarak kabul ediyorum. Resmi bilim adamları, öbür aleme ait açıklayamadıkları konuları gizlemeye veya inkar etmeye eğilimliler. Bununla birlikte, onların gözünden düşmeyi de göze alarak şunu tekrar etmekte asla duraksamam. Ölmüş insanların ruhlarının varlığını kabul etmeden spiritizm deneylerinde meydana gelen olayları açıklamak asla mümkün olamaz. Celselerde görülen ruhlar o kadar canlıdır ki ağırlıkları ölçülebilmekte, nabızları sayılabilmekte, solunumlarının kimyasal analizi yapılabilmektedir. Dahası, kişilikleri, şefkat ve merhamet dereceleri, cesaretleri ölçülüp takdir edilebilmektedir. Ani şekilde dünyadan ayrılan bazı insanların ruhları evlerde gürültü çıkarabiliyor ve nadir de olsa kendilerini gösterebiliyorlar. Şiddetli ışık altında eriyorlar, ellerine verilen dinamometreyi o kadar kuvvetli sıkıyorlar ki, bazen alet 80 hatta 110’u gösteriyor.”
“Prof.Charles Richet: (1850-1935) Fransız fizyoloğu, Paris Üniversitesi profesörü. Serum hastalığı fenomeninin kaşifi, 1913 Nobel Tıp ödülü sahibi. “Şurası kesindir ki hayallerin maddileşmesi, medyumlara ve daha bilmediğimiz diğer şartlara göre değişir. Önceleri bunlar genellikle az çok bulanık bir kütle halinde ve şekilsizdirler, bazen de ancak görülebilecek kadar saydamdırlar. Bu durumda bile onlara elle dokunulabilir, hatta bazı mekanik etkiler yapabilirler. Ektoplazma medyumun ağzından çıkar ve dışarda insan şeklini alır. Materyalizasyon önce taslak halinde peyda olur, daha sonra tam bir insan haline gelir. Maddileşen hayaller yalnız insan şeklinde olmaz, eşyalar da maddileşebilir. Genellikle fantomların üstlerinde görülen elbiseler tüldendir ve beyaz renktedir.”
“Prof. W.J. Crawford: Belfast Üniversitesi profesörü. “Ben Goligher celsesinde meydana gelen psişik olayların mekanik açıdan tezahürlerini kontrolüm altında ve kendi iradem dahilinde araştırdıktan sonra olayların doğruluğuna inandım. Bu olayların doğal kas gücünün ötesinde, kasla yapılandan daha genel ve daha geniş bir kategoriye ait olaylar olduğunu ispat edebileceğime inanıyorum.” (Sayfa: 7-15)

Dr. Bedri Ruhselman ve Evrim

Spiritüalizmin Türkiye’deki kurucusu ve önderi Dr. Bedri Ruhselman’ın evrim konusundaki görüşlerini yansıtan bir özeti aşağıda sunuyoruz.

“İnsanın içinde taşıdığı kudret sonsuzdur, bu sonsuzluk O kudretin sonsuzluğunu gerektiren bir durumdur. İşte bu gelişmenin adına biz evrim diyoruz. Evrim sonsuzdur ve sürekli bir seyirle yürür gider. Şu halde evrim gerçekleştikçe ruhun artan tüm melekeleri gibi idraki de artacaktır. İdrak arttıkça ruhta saklı ilahi titreşimler konusundaki anlayış ve duyuş imkanları da o oranda artacaktır. İşte bu titreşimlerin ve kudretlerin artması sonucunda meydana gelen olaylar ruhun kainatta aktif, kudretli ve yapıcı bir unsur haline gelmesine yardım edecektir ki, evrimden şimdilik beklediğimiz şey budur.
“Ruhun kainattaki tüm maddi hayatını ancak tek bir dünya hayatından ibaret sananlar, bundan evvel ruhun yalnız mana aleminde yaşadığını zannedenler, kendilerini sınırlı bir madde kainatı içine hapsetmiş, hayat alanını daraltmış ve amaçlarını çok kısa mesafeli bir son hedef kavramına bağlamış insanlardır. Oysa ruhun maddi alemlerdeki hayatının evrimleşmek için bir hikmet-i vücudu bulunduğunu, bir tek dünya hayatının evrimleşmeye yetmeyeceğini bilmeleri gerekir. Gerek bu dünyanın, gerekse diğer dünyaların ruhlar için sonsuz evrim yolunda birer araçtan ibaret olduğunu, her birinin hiçbir zaman sonu gelmeyecek birbirinden daha üstün, daha mükemmel evrim aşamalarını hazırlayan birer konak olduğunu bilmek, takdir etmek ve anlamak gerekir.
“Ruhlar kendilerini Yaradana yükseltecek melekelerini geliştirmek zorundadırlar, işte olgunluk dediğimiz şey bu zorunluluğun gerçekleşmesidir. Ruhun olgunlaşması deyince aklımıza onun maddi kainattaki melekelerinden ancak kavrayabildiğimiz kadarının açığa çıkmış hali gelir. Ruhun bu kainattan evvelki ve sonraki hayatı hakkında hiçbir bilgimiz ve tahminimiz olmadığı için, ruhların oradaki durumlarını olgunluk niteliğiyle kıyas edemeyiz. İyice anlaşılıyor ki evrim aşamaları da birer araçtır ve asıl amaç ruhun görgüsünü artırmasıdır.
“Bu amaca ulaşmak için ruhlar evrim aşamalarını tamamlamak üzere maddi kainata girerler. Doğal olarak buraya ilk girdikleri zaman maddeler karşısında tamamiyle görgüsüz ve deneyimsizdirler, yani bu maddeleri doğa yasaları gereğince kullanabilecek yetenekten yoksundurlar. Çünkü bu işler için gerekli melekeler kendilerinde henüz açığa çıkmış halde olmayıp örtülü durumdadır.
“Melekelerin gelişmesine yarayacak şekilde maddeler arasında deneyimler yaparak yetki ve kudret sahibi olmak için ruhlar geçici olarak daha yoğun madde dünyalarına bağlanırlar. Fakat bu bağlılık bir esarettir, çünkü ruhun birçok melekelerini kararttığından özgürlüğüne de engel olur. Geçici olan bu esaret, şüphesiz daha geniş bir ruh serbestliğini kazanmak için bir araç olacaktır. Şu halde, ruhlar görgüsüzlükleri oranında maddelere bağlanmak zorundadırlar, bu da onların özgürce hareket etmelerini kısıtlar.
“Öte yandan ruhların bu yoğun maddelere esir olmaları, o maddelerin bağlı bulunduğu doğa yasaları gereğince kendilerinde bir takım eğilimlerin ve hırsların ortaya çıkmasına sebep olur. Demek ki maddi alışkanlık ve hırslar genellikle sanıldığı gibi ruhun bünyesinde mevcut bir eksiklik değil, maddi bağlantılardan doğan bir sonuç ve aynı zamanda evrim amacına yönelik bir araçtır. Bu noktayı gözden kaçırmamak, evrim konusunda bizi yanlış yollara sapmaktan kurtarır. Bu gerçeklere göre ruhların geri eğilimlerinden kurtulması, maddeye ve maddi olaylara esir olmaksızın egemen bir duruma girebilmeleriyle mümkündür. Ruhu evrimleştirecek araçlar maddi bağların çözülmesini sağlayan maddi faaliyetlerdir, ruh bu faaliyetleri göstermek için maddeye bağlanır.
“Sonuç olarak evrim düşüncesi, bugünkü anlayışımıza göre ruhun madde kainatındaki durumuyla ilgili bir kavramdır. Maddeyi ve tüm maddi kavramları ortadan kaldırdığımız zaman, ruhun varlığıyla birlikte evrim düşüncesini de ortadan kaldırmış oluruz.
“İçinde bulunduğumuz kainatta hiçbir şeyi madde düşüncesinden ayıramayız. Hatta en gayrı maddi sandığımız ruhi haller bile ancak maddi kavramlarla idrak ve takdir edilebilir. En saf ve en ilahi sevgi bile asla unutulmasın ki maddi kavramla yaşayabilir. Biz maddeden ve maddi kavramdan soyutlanmış bir ruhu sevemeyiz, çünkü o bizim için bir yokluktur ve yokluk sevilemez! En saf sevgiyle sevdiğimiz şey, ruhun hiçbir zaman değerlendiremediğimiz kendisi değildir, onun çeşitli maddeler arasındaki faaliyetlerinin tezahürüdür.
“Her zaman söylendiği gibi ruh aslında kötü değildir. İlahi bir yaratıda kötülüğün bulunduğunu düşünemeyiz. Bu yüzden gerek teozoflar, gerekse spiritler kötülüğün ancak maddeyle bağlantıdan ileri geldiğine inanmışlardır, maddi bağlantılar ruhları geriletir. Fakat bu anlamdaki gerilemeyi, ruhların maddi kainata inmelerinin amacı olan evrimin tam zıddı gibi değerlendirmemek gerekir. Çünkü bu gerileyiş olgunluğun zıddı değil, aslında ona yardım eden bir evrim sürecidir. O halde, maddi dünyalarda geri durumlar içinde yuvarlanan ruhları bu bakımdan kınamak değil yüceltmek gerekir, çünkü onlar bu halleriyle evrim yoluna girmişlerdir. Hatasız, günahsız gerçeğe varmak ve yükselmek mümkün değildir.
“Şimdiye kadar söylediklerimizden çıkan sonuca göre evrimi, ruhun maddeden ve maddi kainattan ilgisini keserek onu ebediyen terk etmesi şeklinde anlamıyoruz. Aksine evrim, ruhun bu kainata egemen olacak bir duruma gelmesi, yani madde üzerindeki egemenliğinin ebedileşmesi demek oluyor. Henüz maddi kainatın esareti altında bulunan ruhlar için bu amacın gerçekleşmesi söz konusu olamaz.
“Ruhların maddeye bağlanmaları, maddeyle ille de kastettiğimiz anlamda bir ilişki kurdukları anlamına gelmez. Kastettiğimiz anlamdaki ilişki, aslında ruhların madde kainatına inmelerindeki amacı teşkil eder, yani düşündüğümüz anlamdaki ilişkide ruhların maddeye egemen olma düşüncesi vardır.
“Bir ruhun dünyalarda deneyim geçirmesi, bu deneyimlerin amacıyla ona araç olan
maddi olayların uyumlu hale gelmesi için çaba harcamak demektir. Şu halde dünyadan olgunlaşarak ayrılmış ruh demek, oradaki maddi koşulların üstüne yükselmiş, yani madde üzerinde tüm etkileme imkanlarını kullanabilecek duruma gelmiş ruh demektir. Bunu böyle kabul etmedikçe ruhun dünyalara girmesinin de, evrim yapmasının da mantıki ve akla uygun bir izahını yapmak mümkün değildir. Aramızdaki evrim aşamalarını tamamlayıp yükselmiş bir ruh karşısında dünyanın durumu neyse, kainatımızın tüm evrim aşamalarını tamamlamış yüksek bir ruh karşısında kainatın durumu elbette daha büyük oranda odur.
“Ruhlar çeşitli evrim yollarında yürüyerek üç boyutlu alemin tüm realitelerinin üstüne çıktıktan sonra evrimlerine daha yüksek bir düzeyde devam etmek üzere dört boyutlu alemde birleşirler. Buraya kadar yükselmiş ruhlarda artık bizim kainatımızda olduğu gibi bedenler, şekiller yoktur. Bunun sonucu olarak oradaki varlıklar hakkında ne cinsiyet, ne de insanlık-hayvanlık-nebatlık veya kainatımızın dünyalarına özgü herhangi maddi bir varlık hali söz konusu olamaz.
“Yaratılış, maddi kainatın sayısız çeşitlerini meydana getiren kuruluş hallerinden ayrı bir şeydir. Bizim kainatımızda ne yoktan var olan, ne de varken yok olan bir şey vardır. Dolayısıyla yoktan var etme anlamına gelen Yaratılış konusunda bizim hiçbir bilgimiz olamaz. Kainatımızdaki tüm olaylar maddenin hal ve şekil değiştirmesinden ibarettir. Bu da ilahi yasaların uygulanmasından sorumlu, daha doğrusu buna hak kazanmış bazı yüksek varlıkların maddeyi etkileme güçlerini tam anlamıyla kullanabilmeleri sayesinde mümkün olur. Kainatların sonsuzluğu, ruhların sonsuz alanlar içinde evrimlerine devam etmeleriyle örtüşmektedir. Bu sonsuz yürüyüşün sonunu görebilmek, hatta bu konuda herhangi bir tahminde bulunabilmek bizim gibilere nasip olmayacaktır! O halde, ruhların evriminin gerçek amacı hakkında son sözü söylemek şöyle dursun, bir tahminde bile bulunmanın imkansız olduğunu unutmamalıyız. Bu konuda söyleyebileceğimiz şeyler, ruhların kendi alemlerimizle ilişkilerine dair bilgi ve tahminden ileri gidemez. Biz ruhların alemimizde meydana gelen faaliyetleri hakkında ancak bazı gözlemlere sahibiz ve ona göre fikir yürütüyoruz.
“Dört ve daha yüksek boyutlu alemlerdeki varlıklar, insanların yaptığı gibi işlenme oranı çok düşük yoğun taş parçalarından heykeller ya da sınırlı seslerden senfoniler yapmazlar. Onlar kozmik akışkan maddeler üzerinde çalışarak bu maddelerden diğer maddeleri meydana getirmek suretiyle alemleri ve dünyaları kurup dağıtırlar! Fakat bu kurup dağıtma kolayca anlaşılabilecek bir şey değildir, bu faaliyetler bizim idrak edemeyeceğimiz bir takım etkileme tarzlarıyla zaman ve mekan kavramları dışında meydana gelir. Bütün bu işlerde yalnız Allah’a has olan yoktan var etme söz konusu olmayıp O’nun yasalarına uygun bir kuruculuk hali vardır.
“Şu halde bizim idrakimize göre ruh olgunluğunun doruğu ve sonu yoktur. Evrim sonsuzluk içinde bilmediğimiz bir geleceğe doğru sürüp gidecektir. Sonsuzluk içinde sonsuzluk. İşte kainat konusunda olduğu gibi ruhların evrimi konusunda da duygu ve düşüncemizin varabildiği en son nokta budur!
“Kainattaki her maddi şekil ilahi yasaların gereklerine uygun şekilde ruhlar tarafından meydana getirilir. Hatta şunu söylemekten çekinmeyiz ki, devasa maddi dünyalar bile böyle kurulmuş, böyle yaşamaya devam etmişlerdir! Ancak, böylesine yüce kudretlere sahip ruhlar hiç şüphesiz ne uygulama ne de teori olarak inceleme alanımıza girebilecek bölgede değildirler! Ruhların kainatta kurdukları şeyler çok kısa veya çok uzun ömürlü olabilir. Bu süre birkaç saniyeden, bize göre bir ebediyet olan milyarlarca seneye kadar varabilir. Bu dünyaların kurulmasının amacı, ruhların evrimleşmeleri için gerekli araçların hazırlanmasıdır. Her ruh doğanın bu devasa işinde kendi kudretine göre amelelik görevini az çok başarıyla yapmaya çalışır. Burada Mutlak Allah’a has yaratış konusuyla bu söylediğimiz meydana getirme, kurma olayını haşa birbirine karıştırmamak gerekir. Her şeyi yoktan var etmek başkadır, var olana şekil vermek başka!
“Büyük ve henüz tanımadığımız ruhların milyarlarca asır payidar olan devasa dünyaları, baş döndürücü büyüklükteki nebülözleri meydana getirmelerini yaratma deyimiyle ifade etmek tamamen uydurma bir söz olur, çünkü bunların hiçbiri yoktan var edilmiş değildir. Hepsi maddelerin dönüşümlerini tayin eden ilahi yasalardan yararlanarak ruhlar tarafından ve aslında var olan maddelerden vücuda getirilmiş şeylerdir.
“Varlıklar, kudretler, kudretlerin kudretleri olan kudretler ve yine kudretlerden daha kudretli kudretler var! Ey bu sonsuz kainatları yaratan! Ey bu sonsuzluğun sonu gelmeyen sonsuzluğunu var eden! Ve ey bütün bu zaman ve mekan sonsuzluklarıyla ve sonsuzluğun sonsuzluğuyla boy ölçüşen varlıkların, kudretlerin ve bu kudretlerden daha üstün kudretteki sonsuz kudretlerin Yaratıcısı Ulu Tanrım! Seni hiç anlayamıyorum, asla da anlayamayacağım!” (Sayfa: 24-37)

Bilgi Kitabı ve Bilgi Çağı Önderi

Bu bölümde, Dr. Bedri Ruhselman ve görevi hakkında Şambala üstatlarından Djwhal Khul’un özel bir teknikle verdiği önemli açıklamaları ve esasa ilişkin bilgileri bulacaksınız. Uzun yıllar Alice E. Bailey kanalıyla çok önemli okült, ezoterik, spiritüel ve kozmik bilgiler veren Djwhal Khul, Şambala’da insanlıkla ilgili bir Üstatlar Grubu içinde yer almaktadır. Üstte sayılan konuları en iyi bilen ve konuşmaya yetkili bir üstat olduğu diğer üstatlar tarafından da kabul edilen Djwhal Khul, insanlardan kadim zamanlarda geri alınan Yüce Bilgi ve onun tekrar insanlığa verilişinin getireceği olumlu sonuçları açıklamaktadır.

Yüksek Rehber Ruh DJWHAL KHUL (Mesaj Tarihi 1922) : “Gezegensel Hiyerarşi’ye dahil varlıklar, Dünya Rabbi’nin ve onun kanalıyla Güneş Rabbi’nin iradesini insanlara, devalara, meleklere aktaran varlıklar olarak faaliyet gösterirler. Her gezegensel düzen Rabbe ait bedenin içindeki bir merkezdir ve bir tür enerjiyi ya da gücü ifade eder. Her bir merkez, kendine özgü güç türünü üçlü bir tarzda gözler önüne sererek ifade eder. Böylece evrensel olarak tezahür halindeki üç veçheyi üretir. Beşinci spiritüel aleme girenlerin eriştikleri yüce anlayışlardan biri de, Dünya Rabbi’mizin kapsadığı o kendine özgü enerji türüne ilişkindir. Bilge kişi bu beyan üzerinde iyice düşünmelidir, çünkü bu beyan bugün dünyada görülebilen pek çok şey hakkında ipucu vermektedir. Sentez yapmanın sırrı kaybolmuştur, insanlık daha önceki sikluslar sırasında sahip olduğu enerji türüyle ilgili bilgiyi tekrar edinince (insanlığa merhamet edilerek Atlantis zamanında bu bilgi elinden alınmıştır) dünya sorunları da kendiliğinden rayına oturacak ve ritmi dengelenecektir. Bu henüz gerçekleşemez, çünkü söz konusu bilgi tehlikelidir, üstelik insan ırkı hala grup bilincine ulaşmış değildir. Bu yüzden grup adına çalışması, düşünmesi, program yapması ve faaliyet göstermesi beklenemez. İnsanlık henüz nefsanidir, ama bu konuda hayal kırıklığına da gerek yoktur. Grup bilinci daha şimdiden bir hayal olmaktan çıkmıştır. Bu arada, kardeşliğin gerçek anlamını insanlığın gözleri önüne sermek ve herkeste gizli halde bulunan bu ideale karşı bir yanıtın ortaya çıkmasını sağlamak da Işık Hiyerarşisi’nin görevidir.”

Aşağıda, Yeni Çağı başlatacak Dört YüceVarlık enkarnasyonundan ve onların tezahür ettirecekleri İkinci, Üçüncü, Beşinci ve Yedinci Işınlar’ın etkisiyle yeryüzünde 5. Kök Irk Dönemi’ni başlatacaklarından söz edilmektedir.

Yüksek Rehber Ruh DJWHAL KHUL (Mesaj Tarihi 1936) : “İkinci, Üçüncü, Beşinci ve Yedinci Işınların enerjisini somutlaştıracak olan Yüce Varlıkların yakın zamanda tezahürü söz konusudur! Onlar bu dört ilahi enerjinin içeriye akışı için odak noktaları oluşturacaklar, bu da ışınlara yanıt veren yaşam ünitelerinin muazzam şekilde uyarılmalarına sebep olacaktır. Modern dünyada insan olarak ortaya çıkacak bu Dört Yüce Varlık bu yüzyıl bitmeden önce beklenmektedir. Onların birleşik çabaları Yeni Çağı kesinlikle açacak ve tarihe 5. Kök Irk’ın görkemli dönemi diye geçecek olan dönemi başlatacaktır. Dört Yüce Üstat’tan her biri, sübjektif olarak Tanrı’nın Bedenindeki Merkez’den gelen Üçlü Enerji Akımı için odak noktasıdır.”

Aşağıda, tüm Çağların Misteri olarak bahsedilen Yüce Bilgi’nin vahyedilmesinin yakın olduğu belirtilmektedir. Gerçekten de tüm Kutsal Kitaplar’da en açık ve orijinal bilginin Bilgi Çağ’ı olan son çağda verileceği belirtilmiştir.

Yüksek Rehber Ruh DJWHAL KHUL (Mesaj Tarihi 1936) : “Çağların Misteri vahyedilmek üzeredir, can’ın açığa çıkmasıyla perdelediği O gizem de açıklanmış olacaktır. Dünyadaki Kutsal Kitaplar, gizli ve saklı olanın çağın sonunda açığa çıkışını göreceğimize dair kehanette bulunmuşlardır. Şimdi içinde bulunduğumuz dönem karanlık çağın son safhasıdır.”

Aşağıda, Yeni Dünya Dininin veya Birleşik İnsanlık Realitesinin genel esprisi verilmektedir.

Yüksek Rehber Ruh DJWHAL KHUL (Mesaj Tarihi 1947) : “Yeni Dünya Dininin anahtarı İlahi Yaklaşma’dır. Bugün Gezegensel Hiyerarşiden açık olarak yayımlanan öğüt şudur: “O’na yaklaş ki, O da sana yaklaşsın.” Gelecek olan yaklaşmanın, hazırlayıcı çalışmanın ve niyazın amacı Vahiy’dir. Bu, sürekli devresel olarak verilmiş olan ve bugün insanın benimsemeye hazır olduğu Vahiy’dir.”

Aşağıda, tüm insanlığın ortak bir anlayış, duyuş ve düşünüş sürecine girmesine yol açacak Birleşik İnsanlık Realitesi’nin varlığına ve sonuçlarına vurgu yapılmaktadır.

Yüksek Rehber Ruh DJWHAL KHUL (Mesaj Tarihi 1947) : “Tüm dinlerin tek yüce spiritüel Kaynak’tan yayıldıklarının kabul edileceği gün ufukta ağarmaktadır. Hepsinin kesinlikle evrensel dünya dininden kaynaklandığı görülecektir. O zaman ne Hıristiyan ne kafir ne Musevi ne de putperest kalacak, tüm dinlerden toplanacak inanmışlar yekvücut olacaklardır. Aynı gerçekleri teolojik kavramlar olarak değil, spiritüel yaşantı için elzem şeyler olarak kabul edecek, kardeşliğin ve insani ilişkilerin ortak platformunda yerlerini alacaklardır. İlahi oğulluğu kabul ederek Tanrıya yaklaşma yolunda atılması gereken adımları birlikte atacak, bir sonraki adım olan İlahi Plan ve programla işbirliği yapacaklardır. Bu dünya dini boş bir rüya değil, bugün kesinlikle oluşmakta olan bir şeydir.”

Aşağıda, yaklaşan Spiritüel Hiyerarşi’den ve insanlığın üzerinde asılı duran Yeni Vahiy’den bahsedilmektedir. Ayrıca, İlahi Merkez ve Gelecek Olan Kişi ifadeleri de dikkat çekicidir.

Yüksek Rehber Ruh DJWHAL KHUL (Mesaj Tarihi 1948) : “İlahi NiteliğinYaklaşma’sı ve Spiritüel Vahiy artık imkan dahilindedir. İnsanlığın üzerinde yeni bir Vahiy asılı durmaktadır. O’nu getirecek ve yürütecek Kişi sürekli bize yaklaşmaktadır. Bu yüce yaklaşmanın insanlığa ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Ama daha evvel insanların taleplerine cevap veren yüce varlıkların misyonunda olduğu gibi kesin sonuçlar getirecektir. Dünya savaşı insanlığı arındırmıştır, yeni bir gök ve yeni bir yeryüzü belirmek üzeredir. Şu bildik teolog ile din adamı ‘yeni bir gök’ sözünden ne anlamaktadır? Bu sözler tamamen yeni bir şeyi, spiritüel realiteler dünyasına ilişkin yeni bir anlayışı ifade etmiyor mu? Gelecek Olan Kişi, Tanrının ta kendinin niteliği konusunda yeni bir vahiy getiriyor olamaz mı? Tanrı konusunda bilinebileceklerin hepsini henüz biliyor muyuz? Eğer öyleyse Tanrı çok sınırlı demektir! Şu anda Tanrı konusunda sahip olduğumuz Evrensel Zihnin, Sevgi ve İrade gibi düşüncelerin, henüz bir isim koymadığımız, hakkında en ufak bir anlayışa sahip olmadığımız yeni bir düşünce ya da nitelikle zenginleştirilebilmesi mümkün değil mi? Yeni dünya dini, insanın ilahi olanla ilişkisine, ölümsüzlüğe ve İlahi Merkez’den sürekli olarak habercilerin geldiği gerçeğine dayanacaktır. Bu gerçekler insanı ilahi niteliğe yeni bir yöneliş noktasına ve aşkın Tanrı varlığının her formda var olduğu gerçeğine taşıdığında, insanoğlu içindeki güdüsel bilgisini de kullanarak Tanrı yolunda yürümeye başlayacaktır! Yeni dünya dininin yüce düşüncesi, ilahi yaklaşımın ve vahyin sürekliliğinin mevcudiyeti olacaktır.”

Aşağıda, yüce vahyi doğrudan Merkezi İlahi Kaynaktan alacak bir semavi varlıktan bahsedilmektedir. Bu varlık yüce vahyi alacak kadar ilahi kaynağa yakındır.

Yüksek Rehber Ruh DJWHAL KHUL (Mesaj Tarihi 1950) : “Vahiy, Hiyerarşiye öylesine yakın bir Kişiye, ilahi nitelikle yoğrulmuş öyle birine verilmiştir ki, o kaynaktan tebliği ancak o alabilir. O, yüce sezgi üstatları arasına katılmış olup ilahi ideler aleminde serbestçe çalışmaktadır. Misyonunu açıkça bilir, çalışma alanını dikkatli bir araştırmayla seçer, zamanın gereklerine uygun gerçekleri diğerlerinden ayırmasını bilir. O, En Yüce’nin habercisi olarak gelir, çarpıcı ve dikkat çekici bir hizmet hayatı sürdürür. Yaşadığı olaylarla bazı temel gerçekleri canlı bir şekilde gözler önüne serer.”

Aşağıda, dünyaya şimdiye kadar indirilen Kutsal Kitapların asıl vahyin çeşitli yönlerini açıkladığı, Yüce Vahyin ise en sona bırakıldığı belirtiliyor.

Yüksek Rehber Ruh DJWHAL KHUL (Mesaj Tarihi 1960) : “ İlahi Niteliğin, çağlar boyunca birbirini izleyen tüm vahiylerinde tek bir amaç vardır. Onların hepsi de Yüce Vahyin çeşitli yönleridir ve öyle oldukları da kanıtlanacaktır. İlahi Nitelik, vahiy süreci yoluyla yavaş yavaş insan şuuru tarafından idrak edilmektedir.”

Aşağıda, yakın zamanda kozmik bir sempozyuma katılan yüksek üstatlardan Hermes, gelecek olan vahiyden bahsederek geçmişteki kadim öğretilerle Yeni Vahiy arasındaki belirgin farka dikkat çekiyor.

Yüksek Rehber Ruh HERMES (Mesaj Tarihi 1980) : “Seçilmişler ışığı sürekli yaydıkları için kadim öğretiler yüzyıllar boyunca etkisini sürdürebilmiştir. Fakat bu, ‘gelecek olan’a kıyasla bir kaplumbağa hızında olmuştur. Bugünlerde ve önümüzdeki on yıl içinde yeryüzü Yeni Vahiy ve anlayış çağına adımını atarken Hermes’in (bilgeliğin) prensipleri hayatın her alanına yansıyacaktır. Gelen değişikliklerden korkmayın, çünkü onlar henüz insanlığın hayal bile edemeyeceği türden spiritüel bilgi, bilgelik ve anlayış getirecekler.”

Aşağıda, sözü edilen sempozyuma katılan bir başka yüksek üstat Hilarion, gelecek günlerde kimsenin kimseye şefaat edemeyeceğini, herkesin nefsini arıtmak için mücadele etmesi gerektiğini söylüyor.

Yüksek Rehber Ruh HİLARİON (Mesaj Tarihi 1980) : “Beşinci Işına (bilgi ve bilim ışını) çağrıda bulunan üstatlar, yeryüzünün ışığının genişleyeceği, genişleyeceği ve genişleyeceğine dair emri bildirmişlerdir. Canlar, vakti saati geldiğinde gelecek on yılın güçlüklerini korkusuzca karşılayabilecekleri büyük bir spiritüel güç keşfedecekler. Ne sağa ne de sola bakın, gözlerinizi hiç ayırmadan kurtuluşunuza dikin. O günlerde herkese içindeki ruh yol göstereceği için, hiçbir insanın komşusunun öğretmeni olamayacağı yazılıdır. Dostlarım, işte o gün gelmiştir. Hazırlık bittiğinde ve kargaşa son bulduğunda herkes “yol budur, orada yürü ” diye fısıldayan sesi duyacaktır. Sonra yaratılışın tümünden büyük bir iç çekişi duyulacak, o zaman ruhun şuur alanları temizlenerek insanlığın üzerinde beşinci ışının kutsayışları tezahür edecektir. Şunca zaman aranmış rahmetler bu şeylerin yerine gelmesiyle bulunacak ve idrak edilecektir.”

Peygamberler hakkında şimdiye kadar çok şey söylenmiş ve ilahi kişilikleri bir dereceye kadar ortaya çıkmıştır. Fakat Bedri Ruhselman’ın semavi kişiliği hakkında ne bilinmektedir? Dünya Rabbi’nin sağ kolu olan Sadıklar Planı’nın mesajı bize bu konuda önemli bir açıklama yapmaktadır.

SADIKLAR PLANI (Celse 22. 1. 1971) : “Sodom ve Gomorra olayında Hz. Lut’a gelen iki melek, yeryüzünde enkarne olmuş iki yüksek ruhsal varlıktı. Onlar o devrin en bilge, en ileri görüşlü, en idrakli kişileriydi. Hatta ruhi etki bakımından Lut’un peygamberliğini yapmasına yardım ediyorlardı. Bu varlıkların kökeni şüphesiz dünya dışı bir sistemdendi, ama dünya bedenine sahiptiler. Onlara melek demek yerindedir. Bu tip varlıklar yeryüzünde hala vardır, fakat isimleri her devirde değişir. Sizler onlara ‘görevli varlıklar’ dersiniz. İşte onlardan bir örnek, bu cemiyetin kurucusu (Dr. Bedri Ruhselman) geldi ve geçti.
“Unutmayınız ki her maddi ortamın, her devrenin, her coğrafi koşulun kendine göre bir karakteri, bir anlayışı, bir şuur ve idraki vardır. Lut’un devrinde, bugünün gerçekten yüksek ahlaklı ve bilgili bir alimi melek olarak adlandırılırdı. O devrin meleği, bu devir için sadece bir filozof olabilir.
“O enkarnasyon çevresinde Hz. Lut’tan evvel veya kendisiyle birlikte enkarne olmuş, fakat serbest şuurun büyük bir kısmına sahip olarak bedenli halde bulunan diğer varlıklar, mesela oradaki iki melek Lut’a sözlü uyarıda bulunma görevini yerine getirmişlerdir. İşte bu iki canlı melek, bu iki varlık, bu iki insan sanki ruhi hayatları içindeki geniş şuur ve parlak idraki beden içinde de devam ettiriyorlardı. Onlara sizin dilinizle melekten başka kelime yakışmaz. İşte birçok peygamberin etrafında bu tip insanlar vardı. Onlar Rabbin meleği olarak adlandırılırlar. Bu tip varlıklar yüksek kudrete sahip oldukları için kah bedenli, kah bedensiz olarak istedikleri etkiyi görevleri dahilinde yerine getirme güç ve yetkisine sahiptirler.
“Ve Cibril hepsinin organizatörüdür, yani dünyanın sevk ve idaresiyle sorumlu İlahi Mekanizmanın tüm haberlerinin yerine ulaşmasını sağlamakla görevli varlık Cebrail olarak adlandırılmıştır. Bu, salt kendisi için var olan bir varlık mıdır, yoksa bir kudret topluluğu mudur bunu biz de bilmiyoruz, yani varlık mıdır, yoksa varlıklar mıdır bu konuda bilgimiz yok. Yalnız Mekanizma’nın bu şekilde çalıştığını biliyoruz. Bizim Görev Grubumuz da zaman zaman bu varlığın haberleriyle karşılaşabilir, karşılaşmaktadır. Bu genel bir çalışma sistemidir, yalnız bizim grubumuz için değil, hayalinizin alamayacağı geniş gruplar için de durum aynı olduğundan bu asla bir üstünlük değildir, alışılmış bir şeydir. Nitekim, en basit insanın dimağında ortaya çıkan sezgi bile Cibril’den gelir. Kademeler oluşturmak yoluyla haberin dağıtımı O’na aittir. Bu noktayı dikkate almalısınız, böylece gerçek sezginin ne yaman bir şey olduğu hakkında da bilginiz olur!”

Sadıklar Planı’nın üstteki mesajı, geçmiş zamanlarda melekler olarak bilinen semavi varlıkların günümüzde görevli varlıklar olarak anıldığını, Dr. Bedri Ruhselman adlı varlığın geçmişte melek denilen semavi varlıklardan ve çağımızın yüce görevlilerinden biri olduğunu ima etmektedir. Bu semavi varlık, bu ilahi haberci yeryüzüne ve ülkemize niçin gönderildi? İşte bu sorunun yanıtını binlerce yıl önce eski Mısır Zoan’daki Kahinler Okulu’nun başkanı Elihu isimli yüksek rahip şöyle veriyor.

Rahip ELİHU : “Bu karanlık çağ saflığın ve sevginin işlerini pek anlamayacaktır! Fakat tek kelime bile kaybolmamıştır, çünkü Tanrı’nın Kayıt Kitabı’nda her düşüncenin, her kelimenin ve her işin kaydı vardır. Ve dünya almaya hazır olduğunda Tanrı Kitabı açması ve onun kutsal sayfalarından tüm saflık ve sevgi mesajlarını kopya etmesi için bir Haberci gönderecektir. O zaman yeryüzündeki her insan Hayat Kelamını kendi ülkesinin dilinde okuyacak, ışığı görecek ve tekrar Tanrı ile birlikte olacaktır!”

Bu mesajda sözü edilen Hayat Kelamı ile “Bilgi Kitabı” kastedilmektedir. Söz konusu Haberci ise Bedri Ruhselman’dır. Bilgi Kitabı’nın ne zaman ortaya çıkacağını kitabı indiren Plan’dan gayrı kimse bilemez. Bu konuda Sadıklar Planı şöyle diyor: “Haberin yayımlanması belli bir tarihe bağlı değildir. Zaman ve zeminin gerekleri göz önünde tutularak Haberin ortaya çıkarılma tarihi belirsiz bırakılmıştır, yani insanlığın belirli bir gelişme göstermesi, bir ideali kazanmasıyla ilgilidir.” Burada da ifade edildiği gibi, insanlığın davranışlarıyla bu ideali kazanması Bilgi Kitabı’nın ortaya çıkarılacağı günü belirleyecektir. Öte yandan, Bilgi Kitabı’nın batıya duyurulduğu bir eserde, Haberin, yani Bilgi Kitabı’nın ortaya çıkarılışının “İnsanlığın tanık olabileceği en tarihi olay” olacağı belirtilmiştir. (Sayfa: 39-49)

3 yorum:

Adsız dedi ki...

çoooook kötüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüü

Adsız dedi ki...

Çok emek verilerek hazırlanmış bir çalışma. Teşekkür ederim. İlgi ve merakla okuyorum.

Adsız dedi ki...

Merhaba,

Hastalarımız için böbrek satın almak için bir kez daha buradayız ve onları kurtarmak için bir böbrek bağışlamak isteyen herkese iyi miktarda para ödemeyi kabul ettiler ve böylece bağışta bulunmak istiyorsanız veya bir Hayat kurtarmak istiyorsanız, lütfen aşağıda e-posta ile bize yazın.

Bu sizin için zengin olmanız için bir fırsattır, biz temin ederim ve bizimle% 100 güvenli bir şekilde sizinle güvence altına alıyoruz, herşey yoluna giden böbrek bağışçılarına göre yapılmalıdır.
Artık boşa harcamayın, lütfen irruaspecialisthospital20@gmail.com adresine bize yazınız.

Irrua Uzman Eğitim Hastanesi.