14.04.2009


ÖLÜMSÜZ ÜSTATLARIN
YAŞAM VE ÖĞRETİSİ

(İkinci Cilt)
AKAŞA YAYINLARI

BÖLÜM : 1

Dostlarımız Büyük Tau Haçı Tapınağını mutlaka görmemiz gerektiğini söylediler. Tapınak iki yüz metre yüksekliğindeki sarp bir kayaya oyulmuş, eşkiya çetelerinden korumak için her türlü önlem alınmıştı. Dostlarımız çok değer verdikleri kayıtları burada saklıyorlardı. İddia edildiğine göre tapınakta saklanan kayıtların bazıları insanın bu topraklara ilk ayak bastığı döneme ilişkindi. Kayıtlar Kutsal Kardeşler adıyla bilinen Naakaller’e aitti, onlar insanın Anayurdundan (Lemurya) gelmişlerdi. Önce Burma’ya gelmiş ve Nagalar’a öğretmenlik yapmışlardı. Kayıtlara göre bu insanların ataları Sourya Sidhanta’yı ve ilk Vedaları yazanlardı. Sourya Sidhanta, astronomi konusunda bilinen en eski çalışmadır ve 25 bin yıl önceye dayanmaktadır, ilk Vedalar ise 45 bin yıl öncesine aittir. Kayıtların tümüyle orijinal olmadığı, buraya Babil kayıtlarından kopya edilerek korunmak üzere getirildiği söyleniyordu, asılları ise Osiris ve Atlantis kayıtlarıydı.
Kahvaltı masasına oturduğumuzda üstatlardan biri şöyle dedi: “Gerek batı dinleri, gerekse uzakdoğu dinleri mucizevi bir anlayış üzerine inşa edilmişlerdir! Bir taraf tümüyle ahlaki yanla meşgul olurken diğer taraf sadece bilimsel olanla ilgilenmiştir. Böylece her ikisi de işin özünü, yani gerçek Ruhsallığı dışlamıştır. İster Budist, ister Hıristiyan manastırlarında olsun inziva, çilecilik ve dünyadan kopuş baş tacı edilmiştir. Binlerce yıldır varlıklarını sürdüren bu manastırlar insanları ruhen yüceltme konusunda kayda değer bir başarı gösterememişlerdir.
“İsa’nın bu manastır öğretilerini çok iyi incelediği bilinir. Ta ki Osiris öğretilerini bulana dek onlarla haşir neşir olmuştu. İsa’yı ritüelistik ve maddeci tapınma biçimlerinden vazgeçiren bir Osiris rahibinin yorumları olmuştur. Bu rahip, Mısır’ın Birinci Hanedanından Kral Thot’un müritlerinden biriydi. Kral Thot, Osiris ve takipçilerinin rehberliği ve yönetimi altında birlik ve kardeşlik ideallerine dayalı muhteşem bir uygarlık kurmuştu. Bu uygarlığın mensupları saf beyaz ırktandı ve İsrailliler olarak tanınıyordu. İbrani ırkı onların bir koludur, yani İsrailliler Musevi değildi, ama Museviler onların bir kabilesiydi. Thot’tan sonra, onu iktidara getiren Mısırlılar ve güneyden gelen koyu renkli göçebe aşiretler egemenlik kurdular. Bundan sonraki hanedanlar Osiris öğretilerinden kopup yavaş yavaş güneyden gelen ırkın karanlık anlayışını kabul ettiler. En sonunda tamamen kara büyü uygular oldular, çok geçmeden kurdukları krallık da yıkıldı.
“İsa bu rahibin öğretilerini dikkatle inceledikten sonra öğretinin içsel anlamını kavradı. Ayrıca Buda’nın öğretilerinden edindiği içgörüyle, her iki öğreti arasında büyük benzerlik olduğunu da gördü. O günlerde kullanılan eski bir kervan yolunu izleyerek Hindistan’a gitmeye karar verdi. Orada Buda’nın henüz makul bir saflık derecesinde korunmuş olan öğretilerini inceledi. İnsan tarafından dine zorla sokuşturulmuş tüm ritüel ve dogmaları bir yana bırakarak dinin tek bir kaynağı olduğunu, onun da Baba diye adlandırdığı içimizdeki Tanrıya dayandığını anladı.
“Bildiğiniz gibi Osiris 35 bin yıl önce Atlantis’te doğmuştu. Yaşadığı dönemden çok sonra hayatını yazan tarihçiler yaptığı harika işlerden dolayı onu Tanrılaştırdılar. Osiris, insanın anayurdunda (Lemurya) ideallerini diri tutmuş yüksek düşünceli varlıkların soyundan geliyordu, insanlar artık onun putlarını yapmaya başlamışlardı. Yavaş yavaş bu putlar zihinlerde sabitleşti, simgeledikleri ideal unutularak geriye boş idol kaldı. Buda da tarihçiler tarafından putlaştırılmış ve aynı akıbete uğramıştır. Budist öğretiler de Osiris öğretilerinin geldiği aynı kaynaktan, ama farklı bir biçimde gelmiştir. Buda Naakallerin Burma’ya getirdiği öğretilerden etkilenmiştir, oysa Osiris’in ataları anayurtta yaşadıkları için onun öğretileri direkt olarak gelmişti. Kendisi de henüz genç bir adamken anayurda gitmiş ve oradaki öğretileri derinliğine incelemişti. Hatta çalışmalarını bitirip geri döndüğünde Atlantislilerin lideri olmuş, karanlık bir anlayışa kayan halkını tekrar içlerindeki Tanrıya yönlendirmiştir.
“Musa da yaşadığı dönemden çok sonra izleyicileri ve tarihçiler tarafından putlaştırılmış bir diğer ruhani liderdir. O bir İsrailliydi, Babil’deki kayıtlardan esinlenerek öğretisini geliştirmişti. Kutsal Kitabın bir bölümü bu kayıtlardan oluşturulmuş, ancak kendinden sonra gelenler ve çevirmenler tarafından çarpıtılmıştır. Osiris’in, Buda’nın ve İsa’nın öğretilerini incelediğinizde arada birçok benzerlik bulabilir, hatta zaman zaman aynı sözcüklerin kullanıldığına şahit olabilirsiniz.
“İsa kadar tarihinizi etkilemiş ruhani bir lider yoktur, takviminizi bile ona göre oluşturmuş durumdasınız. Ama İsa idol yerine ideal olmalıdır, puta dönüştürülmek yerine gerçek ve canlı olmalıdır, çünkü çarmıha gerildiği beden içinde hala yaşamaktadır. Şimdi bile sizinle görüşüp konuşabilir. Eğer kalbiniz ve düşünceniz içtenlikle onunla birlikteyse onu görebilirsiniz.”
Üstat sustu, herkes beş dakika kadar derin bir sessizliğe gömüldü. Sonra oda daha önce hiç görmediğimiz bir parlaklıkla aydınlanmaya başladı. Ve bir ses işittik, önce uzaktan gelir gibiydi, belli belirsiz duyuluyordu, sonra daha güçlü duyulmaya başladı. İçimizden biri “Kim konuşuyor? ” diye sordu. Üstat “Lütfen sessiz olun, İsa konuşuyor” dedi! Odadaki herkes donup kalmıştı, o anda yaşadığımız şaşkınlığı sözlerle ifade etmem mümkün değil. Sonra ses konuşmayı sürdürdü: “Ben yolum, Gerçeğim ve yaşamım dediğimde, amacım insanlara tek gerçek olduğumu aktarmak değildi. Tanrı Özüne sahip herkes Tanrının çocuğudur. Ben kusursuz oğulum, Baba’nın hoşnut olduğu tek çocuğuyum dediğimde, niyetim insanlığa Tanrının çocuklarından birinin kendi Tanrısallığını gördüğü, sahiplendiği ve iddia ettiği şey haline geldiği zaman Baba’nın oğlu olacağını aktarmaktı. Birçoklarının beni görememelerinin nedeni, bir kaidenin üzerine koyup tapınmaları ve beni ulaşılmaz kılmalarıdır. Beni mucizelerle, gizemlerle kuşattılar, böylece yürekten sevdiğim insanlardan ayrı düşürdüler. Sevgili anneme ve çevremdeki insanlara dua edip yardım diliyor, bizi tümüyle fani düşünce içinde algılıyorlar. Oysa olduğumuz gibi tanımış olsalardı bizimle el sıkışabilirlerdi. Eğer batıl inançlarını bıraksalardı sizin gibi karşı karşıya gelip benimle konuşabilirlerdi. Birçokları hayatımın sadece çarmıhtaki son bölümünü görür, daha büyük bölümünün şimdiki halimde geçtiğini ve o ıstıraplı ölümden sonra hala yaşadığımı unutur. Oysa yaşam yok edilemez, doğru yaşanmış bir yaşamda beden ne bozulur ne de ölür, et ve kemik bile ölümsüz hale getirilip değişmez kılınabilir. Beni çarmıha gerenleri çok uzun süre önce bağışladığımı bilmiyor musunuz? O zaman neden siz de benim gibi birbirinizi bağışlamadınız? Beni neden çarmıha çivilenmiş olarak değil de, ölümlülüğün üzerine yükselmiş olarak görmüyorsunuz?”
Daha sonra İsa kardeşlerim dediği üç kişiyi takdim etti. Bunlar haça gerilirken sağında ve solunda haça gerilen iki kişiyle Romalı Vali Pilatustu. Ve yine o görünmez koro ilahiler söylemeye başladı, ilahi sesler duvarlarda yankılanıyordu. Hayal görmüyorduk, onlar yanıbaşımızdaydı, ellerini sıkmıştık. Bedenlerinde garip bir saydamlık vardı, ellerini sıktığımızda etleri sanki kaymaktaşı izlenimi veriyordu. Bedenlerinden çevreye özel bir ışık yayılıyor, her taraf pırıl pırıl parlıyordu! (Sayfa: 7-22)

BÖLÜM : 2

Ertesi sabah kahvaltı için biraraya geldiğimizde ev sahibemize önceki akşam yaşadığımız olayla ilgili sorular sormaya başladık. Söylediğine göre İsa’nın burayı ziyarete gelmesi nadir görülen bir şey değilmiş, sık sık gelir ve şifa çalışmalarına katılırmış. Daha sonra ev sahibemizle birlikte tapınağa gittik, bir tünelden geçip ikinci kattaki bir odaya girdik. Duvar boyunca koyu kızıl renkli tabletler sıralanmıştı, bazıları 35x 60 cm. büyüklüğünde, 5 cm kalınlığındaydı, her biri 4,5 ila 5,5 kg geliyordu. Bu tabletlerin dağları aşarak nasıl buraya getirildiğini sorduğumuzda, ev sahibemiz tabletlerin henüz dağlar oluşmadan, Gobi çölündeki topraklar henüz verimliyken buraya taşındığını söyledi. O zamanlar bu bölgede Uygur İmparatorluğu denen çok uygar bir ülke varmış, depremin yol açtığı dalgalar kentleri yok edip kumları sürükleyerek bu uygarlığın kalıntılarını örtmüş. Tabletlerden dilimize çevrilen yer tariflerini aldık ve araştırma gezilerimiz esnasında bu kentlerden üçünün yerini bulduk.
Bir ara grubumuzun şefi “Bir arzu ifade edilir edilmez gerçekleşebilir mi ?” diye sordu. Ev sahibemiz bu soruyu şöyle yanıtladı: “Eğer arzu doğru biçimde ifade edilmişse gerçekleşir. Arzunuzu ifade ederken olumlu sözcükler kullanın. Arzu ettiğiniz mükemmel durumdan başka bir şeyi ifade etmeyin. Sonra da ruhunuza sadece ve sadece o tohum fikri ekin. Hastalığınızın iyileşmesini değil mükemmel sağlığı tezahür ettirmeyi, uyumsuzluktan, sefaletten ve sınırlamalardan kurtulmayı değil uyumu ifade etmeyi ve bolluğu yaratmayı dileyin. Tüm olumsuzlukları eski bir giysiyi çıkarıp atar gibi fırlatıp atın, çünkü onlar artık eski ve size küçük gelen şeylerdir. Onlara dönüp bakmayın bile, çünkü onlar hiçbir şeydir. Arzunuzun ne zaman, nerede gerçekleşeceğini Tanrıya bırakın. Yapmanız gereken tek şey sadece isteğinizi bildirmek ve onu istediğiniz o anda aldığınızı bilerek kutsamak, yani Tanrıya şükretmektir. Sürecin tüm ayrıntıları Baba’nın işidir.
“Diyelim ki arzu ettiğiniz şey buzdur. İşe buz sözcüğünü gelişigüzel biçimde söyleyerek mi başlarsınız? Eğer böyle yaparsanız gücünüzü her yöne dağıtmış olur, hiçbir şey elde edemezsiniz. Önce arzu ettiğiniz şeyin zihinsel bir resmini oluşturmalı, bu görüntüyü elde edene dek onu yeterince uzun süre zihninizde tutmalı, sonra o görüntüyü tamamen bırakıp direkt Evrensel Tanrı Özüne bakmalısınız. Bu Özün Tanrının bir parçası olduğunu, dolayısıyla sizin bir parçanız olduğunu ve bu Özde ihtiyaç duyduğunuz her şeyin bulunduğunu, Tanrının bu Özü size kullanabileceğiniz kadar hızlı bir biçimde aktardığını ve bu kaynağı asla tüketemeyeceğinizi bilmelisiniz. Arzularını gerçekleştirmiş herkesin, ister bilinçli isterse bilinçsiz arzusunu bu Özden yaratmış olduğunu anlamalısınız. Şimdi düşünceniz ve vizyonunuz tek merkezi atomda, Tanrıda sabitlenmiş olarak arzunuzu onun üstünde damgalayana dek o atomu tutun. O zaman o atomun titreşimini buza dönüşünceye dek düşürmüş olacaksınız. Sonra o atomun çevresindeki tüm atomlar hızla arzunuza itaat edecek, onların da titreşimi düşecek ve sonunda onlar da merkezi parçacığa yapışacaklardır. Böylece bir anda istediğiniz buza sahip olacaksınız, bunun için çevrenizde su olması da gerekmez, sadece o ideale ihtiyacınız var.”
Derin bir sessizlik oldu, sonra odanın duvarında bir görüntü belirdi. İlk başta görüntü hareketsizdi, pek üzerinde durmadık. Ama sonradan görüntüdeki insanlar hareket etmeye ve dudakları kıpırdamaya başladı. Ev sahibemiz şöyle dedi: “Bu görüntü, uzun zaman önce Uygur İmparatorluğunun en parlak döneminde yaşanmış bir sahneyi göstermektedir. İnsanların ne kadar güzel, ülkenin ne kadar güneşli olduğunu görüyorsunuz. Ağaçların hafif bir meltemle sallandıklarını gördünüz. O zamanlar ülkede yaşayanları oradan oraya savuran şiddetli fırtınalar yoktu. Eğer iyice kulak verirseniz insanların söylediklerini de işitebilirsiniz. Eğer dillerini bilseydiniz neden söz ettiklerini de anlardınız.”
Ev sahibemiz durakladı, ama görüntüler akmaya devam ediyor, sahneler iki dakika arayla değişiyordu. Sonunda görüntüler bize o denli yaklaştılar ki kendimizi onların bir parçası gibi hissetmeye başladık. Birden grubumuzdan üç kişinin de içinde bulunduğu bir sahne belirdi, yanılmamız, onları tanımamamız imkansızdı. Seslerini duyabiliyor, neden söz ettiklerini anlayabiliyorduk. Daha sonra bunun 10 yıl önce Güney Amerikada yaşanmış bir olay olduğu ortaya çıktı. Ardından ev sahibemiz yine konuşmaya başladı: “Bizler düşünce titreşimlerini atmosfere fırlatırız, bunlar geçmiş olayların düşünce titreşimleriyle birleşirler. Titreşimlerimiz geçmiş olayların düşünce titreşimlerini toplayarak belli bir noktada biraraya getirebilir. Bu yüzden, tıpkı yaşandığı günlerdeki gibi yeniden üretilmiş bu sahneleri görebilirsiniz. Bu size olağanüstü bir şey gibi görünebilir, ama çok geçmeden sizler de buna benzer görüntüler üretiyor olacaksınız. Aradaki tek fark şu ki, onlar fotografik ve mekanik (sinema) olacaklar, oysa bizimki her ikisi de değil.
“Öyle bir dönem gelecek ki bu görüntüleri mekanik vasıtalarla mükemmellik derecesinde geliştirecek insanlardan bazıları, ruhsal anlamı, eğitimsel değeri, elde edilecek yarar ve başarıyı görecek ilk kişiler olacaklar. O zaman az sayıdaki bu insanlar öne çıkıp ürettikleri görüntülerle sağladıkları başarıyı gösterecek cesarete sahip olacaklar. Bu aletlerin ve onları geliştiren insanların, ruhsal fikrin oluşturulması konusunda şimdiyecek geliştirilmiş her şeyden daha önemli bir şey yaptıkları anlaşılacak. Böylece ruhsal olanı ortaya koymak en maddeci ırka nasip olacak. Yolunuza devam edip bizim düşünce gücüyle başardığımız şeyi mekanik olarak başaracak, gelecekte bu konuda tüm dünyayı geçeceksiniz.
“Amerika’nın kuruluşu, beyaz ırkın uzun bir ayrılıktan sonra yuvaya dönüşünü simgeler, çünkü bu topraklar onların eski yuvaları ve ilk ruhsal aydınlanmanın meydana geldiği yerlerden biridir. Amerika en büyük ruhsal uyanışın gerçekleşeceği ülkedir. Kısa bir süre sonra sizler fizik ve mekanik uygarlık konusunda tüm dünyanın çok ilerisinde olacaksınız. Fiziksel ve mekanik olanı o kadar geliştireceksiniz ki sonunda ruhsal olana sadece bir adım kaldığını göreceksiniz. O gün geldiğinde o tek adımı atacak cesareti de göstereceksiniz. Bir ulus olarak ruhsal aleme temas ettiğinizde, o güne kadar sağladığınız maddi başarılar onun yanında çocuk oyuncağı gibi kalacak. Güçlü fizik bedenleriniz ve hızlı algılama yeteneğinizle tüm diğer uluslar için bir ışık olacaksınız. Geçmişe dönüp baktığınızda, çevrenizde buhar ve elektrik varken atalarınızın neden posta arabası ve yağ kandili kullandıklarını merak edeceksiniz. Eğer yasaya uysalardı bugün yararlandığınız bu kaynaklardan onlar da yararlanabilirlerdi.
“Sizler ruhsal olanın maddi olanı kuşattığını ve ondan üstün olduğunu keşfedeceksiniz. Ruhsal olanda yüksek bir yasa bulunduğunu, bu yasaya uyduğunuzda başarıya ulaşacağınızı göreceksiniz. Ruhsal olanda, mekanik ya da maddi olandan daha fazla gizem olmadığını da göreceksiniz. Şimdi size zor görünen şeyler basitleşecek, tıpkı maddi olanın üstesinden geldiğiniz gibi onların da üstesinden geleceksiniz. Burada gerekli olan tek şey sürekli çaba göstermektir.” (Sayfa: 23-36)

BÖLÜM : 3

İki ay boyunca yaşlı adam Chander Sen’in yardımıyla tüm dikkatimizi tabletlere vermiştik, harfleri, simgeleri çözmeye çalışıyorduk. Bir mart sabahı her zamanki gibi tapınaktaki odaya gitmiştik, Chander Sen’in sedirde yattığını gördük. İçimizden biri adamı uyandırmak istedi ve birden korkuyla geri sıçradı. “Nefes almıyor, bu adam ölmüş” diye bağırdı. Biz donup kalmıştık, Emil’in odaya girdiğini bile fark etmedik. Emil Chander Sen’in yattığı sedire gitti ve elini yaşlı adamın başına koyarak şöyle dedi: “Burada görevini tamamlayamadan dünyadan ayrılmış bir kardeşimiz var. Bu sevgili ruh korku ve kuşkusunu yenemedi, kendi gücüne bel bağladı, bu yüzden çalışmasını da bitiremedi. Eğer ona yardım etmezsek bedeni çürüyüp yok olacak. İstersek ona yardımcı olabiliriz, geri dönüp bedeniyle yükselmesine yardımcı olabiliriz.”
Emil sustu ve bir süre için derin bir meditasyona daldı. Daha sonra köydeki dostlarımızdan dört kişi daha odaya girip meditasyona başladılar ve bizden kendilerine katılmamızı rica ettiler. Kollarımızı birbirine dolayıp ölünün yattığı sedirin önünde bir halka oluşturduk. Odadaki ışık birden parlaklaştı, dönüp baktığımızda İsa’nın ve Pilatus’un orada durduğunu gördük. Sessizce yaklaşıp bize katıldılar. Derin bir sessizlik oldu, sonra İsa sedire yaklaşıp ellerini kaldırarak şöyle dedi: “Sevgili varlıklar bir an için benimle ölüm vadisine adım atar mısınız? O sandığınız gibi yasak bir yer değildir, düşündüğünüzden çok farklıdır. Orada da yaşam vardır.” Sonra ellerini iki yana açarak durdu. “Sevgili kardeşimiz sen bizimle ve biz seninle birlikteyiz, hepimiz Tanrıyla birlikteyiz. Tanrının saflığı, huzuru ve uyumu her şeyi kucaklar. Bu mükemmellik senin için, senin uyanman için tezahür ediyor. Sevgili varlık sen bunun toprak toprağa, küller küllere olmadığını görüyorsun. Bedenin çürümeye terk edilmesi gerekmez. Şimdi uyanıp “herkes yeni doğmuş olanı, uyanmış Tanrıyı, insanlar arasındaki Mesihi selamlasın” haykırışı arasında Baban’a gidebilirsin.”
Sevgili okurlar, kelimeler o odayı dolduran ışığın güzelliğini ve saflığını anlatmakta yetersiz kalır! Ölü beden dirilip ayağa kalkarken ışık öylesine her şeye nüfuz etti ki hiçbir şey, hatta bedenlerimiz bile gölge yaymaz oldu. Sanki duvarlar genişleyip saydamlaştılar, adeta sonsuz uzaya bakar gibi olduk! O görüntünün ihtişamını anlatmam mümkün değil. O anda sanki ölümün değil Sonsuz Yaşamın huzurundaydık. Yaşlı dostumuz Chander Sen dirilmiş, yaşlılığın tüm belirtilerinden kurtulmuştu, dönüp dostlarına teşekkür etti.
İçimizden biri pencereye doğru yürüdü ve köye bazı yabancıların geldiğini bildirdi. Aşağı indiğimizde vadinin 30 mil kadar aşağısındaki köyden gelen bir grupla karşılaştık. Üç gün önce fırtınada yolunu kaybederek neredeyse donmuş bir adamı getirmişlerdi. Arkadaşları üç gün boyunca onu sedyeyle taşımıştı. İsa onlara yaklaşıp elini adamın başına koyarak bir an durdu, adam bir anda silkinerek kendine geldi ve yavaş yavaş sargılarını çözüp ayağa kalktı. Arkadaşları onun dirildiğini görünce dehşete kapılıp koşarak uzaklaştılar, arkalarından seslendiysek de geri dönmeye ikna edemedik. İyileşen adam şaşkın haldeydi, ne yapacağını bilemiyordu, bir dostumuz onu evine gitmesi için ikna etti. Biz de İsa ile birlikte kaldığımız eve döndük. (Sayfa: 37-43)

BÖLÜM : 4

Evde yerlerimize rahatça yerleştikten sonra İsa etkileyici bir sesle konuşmaya başladı: “Biz tüm Zeka ile bir olduğumuzda, kendimizi o Zekanın gerçek bir parçası olarak kabul ettiğimizde ve onun Büyük Prensip, yani Tanrı olduğunu bildiğimizde çok geçmeden Evrendeki tüm Zekanın bizimle birlikte çalıştığının bilincine varırız. Ayrıca tüm büyük Zekanın olduğu gibi, bedenin her bir hücresinin zekasının da bizimle kusursuz bir uyum ve birlik içinde çalıştığını idrak ederiz. Bu ittifak kurduğumuz Kozmik Zihindir. Gerçekten de biz o Zihnin ta kendisiyiz, Evrenin Öz Bilinciyiz. Bunu hissettiğimiz anda kimse tanrılığımızı engelleyemez.
“Gerçeğin tümü Büyük Prensiptir, Tanrıdır. Sonsuzluktaki her şey, her doğru sözcük ya da düşünce Büyük Bütünün, Evrensel Gerçeğin bir parçasıdır ve biz o Evrensel Gerçeğiz. Bu birliği idrak ettiğimizde ve Gerçekle bir olduğumuzda tüm Gerçeği arkamıza alırız. Böylece karşı konulmazlığımız artar, dalgaya güç veren şey ardındaki okyanusun gücüdür. Bu ister bireyler, ister gezegenler, yıldızlar, atomlar, elektronlar ya da en minik parçacıklar olsun her durumun, her formun, her varlığın toplamı Sonsuz Kozmik Prensiptir, Tanrıdır. Hepsi birlikte Evreni, Zihni, Kozmik Zekayı, Ruhu, Kozmik Sevgiyi, yani Tek ve Sonsuz Bütünü oluşturur. Eğer bir birim kendini bütünden ayırırsa bu Prensip Varlık için bir fark yaratmaz, ama o birim için büyük fark yaratır. Okyanus bir su damlasının kendinden ayrıldığının bilincinde değildir, ama su damlası ona geri döndüğünde okyanusun bilincinde olur. Gerçek şu ki her şey Birdir, Tek Özdür, Tek Bedendir, tüm insanlığın Büyük Tanrı Bedenidir. Tanrının Büyük Sevgi, Işık ve Yaşamı bu bedeni Tek Bir Bütün olarak birleştirir.” (Sayfa: 44-50)

BÖLÜM : 5

Sohbet bir ara öyle bir noktaya geldi ki içimizden biri cehennemin nerede olduğunu ve şeytanın ne anlama geldiğini sordu. İsa hızla ona dönüp uzun uzun baktıktan sonra etkileyici bir sesle şöyle dedi: “Cehennem ya da şeytan insanın fani düşüncesinden başka yerde değildir, her ikisi de insanın onları yerleştirdiği yerdedir. Mevcut idrak düzeyinizle onları dünya üzerindeki herhangi bir coğrafik konuma yerleştirebilir misiniz? Eğer cennet her şeyse ve her şeyi kuşatıyorsa cehennem ya da şeytan eterik olarak nereye yerleştirilebilir ki? Eğer Tanrı her şeyi yönetiyorsa ve her şeyse, onlar Tanrının kusursuz planında nereye yerleştirilmiş olabilirler ki? Eğer bizzat kendisi yaratmıyorsa ben şeytanı hiçbir insanın içinde görmedim.”
Bizim gruptan biri İsa’ya dönüp “Herkes içindeki Mesihi ortaya çıkarabilir mi?” diye sordu. İsa bir an duraklayıp şöyle yanıt verdi: “Evet. İnsan Tanrıdan gelmiştir ve Tanrıya dönmek zorundadır. Semavi alemden aşağı inmiş olan yine oraya yükselmelidir. Mesihin tarihi benim doğumumla başlamadı, o tarih çarmıhta da sona ermedi. Mesih, Tanrı ilk insanı kendi suretinde yarattığında var oldu. Mesih ve o insan birdir, tüm insanlar ve o insan birdir. Tanrı o ilk insanın olduğu gibi tüm insanların da Babasıdır ve hepsi Tanrının çocuklarıdır. Mesih denen şey insan İsa’dan çok daha fazla şeyi ifade eder. Ben bunu algılamamış olsaydım Mesihi ortaya çıkaramazdım. Benim için bu bedelsiz incidir, yeni şişelerdeki eski şaraptır, birçoklarının ortaya çıkardıkları bir gerçektir. Çarmıha gerildiğim o günden sonra elli yılı aşkın bir süre havarilerimle ve sevdiğim birçok varlıkla birlikte yaşadım ve onlara öğretmenlik yaptım. O günlerde Filistinin dışında tenha bir yerde toplanırdık, orada batıl inancın meraklı gözlerinden uzakta özgürdük. Bir süre sonra onlardan uzaklaştım, çünkü kendilerine güvenmek yerine bana güveniyorlardı.”
İsa yerinden kalktı, bizden ayrılmak zorunda olduğunu söyledi. O akşam köydeki bir başka kardeşin evinde olması gerekiyordu. Bizi kutsadı ve iki kişiyle birlikte odadan çıkıp gitti. (Sayfa: 51-59)

BÖLÜM : 6

Grubumuzdan biri Rab sözcüğünün ne anlama geldiğini sordu. Emil bu soruyu şöyle yanıtladı: “Rab, Tanrının dünyada kendi niteliklerini ortaya koymak için yarattığı Kusursuz Varlığı tanımlamak için kullanılırdı. Bu varlık Tanrının suretinde yaratılmıştı, O’nun sahip olduğu her şeye erişebilir ve kullanabilirdi. Ona dünyada mevcut her koşul üzerinde güç ve hakimiyet verilmişti, Tanrısal Prensibin tüm gizil güçlerine sahipti, Onunla işbirliği yaptığı ve kendine verilmiş melekeleri geliştirdiği sürece bu gizil güçleri Tanrının planladığı biçimde ortaya koyma gücüne de sahipti. İşte bu varlığa sonradan Rab dendi, aslında Tanrının Yasası anlamına geliyordu. Kısaca Tanrının, insanın ifade etmesi için zihninde tuttuğu Kusursuz Varlıktı, Tanrının yarattığı Tanrısal Tek İnsandı. Öyle ki insan ya da onun doğasının ruhsal yanı Rab ya da Tek İnsan haline gelebilir. Bu Tanrısal insan daha sonra Mesih olarak bilindi, cennet ve dünya üzerinde hakimiyete sahipti. Sonra Rab yaratma gücünü kullanarak kendisi gibi olan diğer varlıkları yarattı. Bu varlıklara daha sonra Rabbin çocukları denildi, onların Yaradanına Baba denildi ve Tanrısal Prensibe de Tanrı denildi.”
Emil bir an sustu ve elini uzattı, bir anda elinde çömlekçi çamuruna benzer büyük bir parça belirdi. Onu masanın üzerine koyup şekillendirmeye başladı, az sonra 15 cm boyunda güzel bir insan figürü ortaya çıktı. Sonra Emil figürü bir an elleri arasında tutarak yukarı kaldırdı ve bir nefes üfledi, figür bir anda canlandı! Biz gözlerimize inanamaz halde bakarken Emil onu bir süre daha elinde tuttu, sonra masanın üzerine koydu. Figür hareket etmeye başladı, bir insan gibi davranıyordu! Ağzımız bir karış açık öylece bakakaldık. Emil şaşkınlığımıza gülümsedi ve şöyle dedi: “Rabbin çocukları insanı topraktan yarattılar, yaratıcı yeteneklerini kullanarak ona yaşam soluğu üflediler ve o yaşayan bir ruh haline geldi. Eğer insan şekillendirdiği figürü öylece bıraksa o sadece bir görüntü olur, yaratıcısının hiçbir sorumluluğu olmaz, ama yaratıcı gücünü kullanıp ona yaşam verirse sorumluluğu asla sona ermez, çünkü yarattığı her şeyi izlemek ve Tanrısal düzen içinde tutmak zorundadır. İşte insan bu noktada Tanrıyla teması yitirmiş, yarattığı görüntülerden yaşamı geri çekmemiştir. Bu yüzden onlar dünya üzerinde amaçsızca dolaşmaya başlamışlardır. Eğer onlara bahşetmiş olduğu yaşamı geri çekseydi ortada sadece heykel kalır, insanın sorumluluğu da ortadan kalkardı.” (Sayfa: 60-65)

BÖLÜM : 9

Chander Sen’in eğitmenliğinde kendimizi tabletlerin dilimize çevrilmesine adamıştık. Kayıtlara göre Gobi Çölünde 200 bin yıl evvel kurulmuş muhteşem bir uygarlık vardı, bu uygarlığın kalıntılarını bulmak üzere Gobi Çölünü geçmeye karar verdik. Söz konusu uygarlık tüm sanat ve zanaatları biliyor, metalleri işleyebiliyordu. Orada altın sıradan bir metaldi, insanların su bardakları ve atlarının nalları bile altındandı. Aslında kayıtlarda anlatılan efsaneler (eğer efsaneyse) Yunan mitolojisine çok benziyordu. Eger haritalar doğruysa bu dev imparatorluk Asya’nın büyük bölümünü kaplayıp Avrupa’ya, bugün Fransa’nın bulunduğu Akdeniz kıyılarına dek uzanıyordu. Anlatıldığına göre imparatorluk büyük bir düzlükte uzanıyordu, deniz seviyesinden yüksekliği en fazla 200 metre kadardı. Toprakları çok verimliydi, yoğun bir nüfusa sahipti ve anayurdun kolonisiydi. İmparatorlukta halk kendi kendini yönetiyordu. Hiç savaş yaşanmamıştı, kulluk ve kölelik düzeni yoktu. Yöneticilerini Yönetici Prensip olarak adlandırıyor, onu seviyor ve itaat ediyorlardı. Kayıtların bildirdiğine göre ilk hanedanlığın ilk kralı yönetimi Yönetici Prensipten zorla gasp etmiş ve kendini kral ilan etmişti.
Biz dünyanın böyle ıssız bölgelerine alışıktık, ama bu kadar sapa ve ıssız yerlerde daha önce hiç bulunmamıştık. Yoldan ayrılıp bir ağaçlığa doğru ilerledik ve orada kamp kurmaya karar verdik. Bir atlı grubunun bize yaklaşmakta olduğu, birazdan şiddetli bir fırtınanın patlayacağı söylendi. Gerçekten de fırtına birden patladı, tüm çevremizi ince kar parçacıklarıyla kuşattı. Tam kampımızı söküp başka yere taşımaya hazırlanıyorduk ki hava birdenbire duruldu. Şefimiz çadırın girişine yürüyüp dışarı baktı “Fırtına biraz ötede tüm şiddetiyle devam ediyor” diye bağırdı. Gerçekten de fırtına 40 metre kadar ötemizde etrafı kasıp kavuruyor, ama bulunduğumuz yerde yaprak bile kımıldamıyordu! Bir ara insan çığlıkları duyar gibi olduk ve bize doğru yaklaşan atlılara ne olduğunu merak etmeye başladık. Jast, atlıların kötü şöhretli bir eşkıya çetesine mensup olduklarını, köyleri basıp koyun ve keçi sürülerini çaldıklarını söyledi.
Kısa bir süre sonra Emil yerinden kalktı ve atlıları kampımıza davet edeceğini söyledi. Bizden iki kişi ona katılmak istedi, Emil memnuniyetle kabul etti ve üç kişi fırtınanın içine dalıp kaydoldular. Yirmi dakika sonra arkalarında yirmi atlı eşkıyayla geri döndüler. Vahşi görünümlü insanlardı, kendilerini tuzağa düşürmek için kampımıza davet ettiğimizi sanıyorlardı. Liderlerinin itiraf ettiğine göre fırtınadan hemen önce bize saldırmaya karar vermişler, ama tipiye yakalanınca perişan olmuşlardı. Jast’ın anlattığına göre, bulunduğumuz yerin neden bu kadar sakin olduğunu, kampı saran ışığın nereden geldiğini merak ediyorlardı. İçlerinden biri bize saldırmamaları için diğerlerini ikna etmeye çalışıyordu, çünkü dostlarımızın ününü duymuştu. Aralarından sekizi atlarına binip kampımızdan ayrılmak istedi, ama bir süre sonra hepsi geri döndü, karın kalınlığı o denli artmıştı ki atlar bir türlü ilerleyememişti. Fırtınanın neden bulunduğumuz yere uğramadığı artık tecrübeyle sabitti, Emil ve Jast her zamanki mucizelerinden birini gerçekleştirmişlerdi.
Jast yorgunluktan sızıp kalmış eşkıyaları göstererek şöyle dedi: “Doğa dikkatsizce gözlemlendiği zaman, zayıf hayvanların kanını dökme konusunda daha güçlü olanlara kıyaslanamaz bir üstünlük vermiş gibi görünür. Oysa dünyada aslandan çok kuzu vardır. Bu elbette bir rastlantı değil, doğa kör gibi hareket edip hata yapan bir şey değildir, doğa iş başındaki Tanrıdır. Tanrı ne malzemeyi boşa harcar, ne de inşasında hata yapar! İnsan sahneye çıkana dek aslanın kuzuyu yememiş olması size garip gelmiyor mu? Kuzu var oluş mücadelesinde aslanı gerçekten yenmiştir. İnsanın aslana karşı kuzunun tarafını tutmuş olması da bu sonucu izah etmez. Büyük olasılıkla insan öldürme kariyerine önce uysal olanı öldürerek başlamıştır, aslandan çok kuzu öldürdüğü kesindir. Aslanın mağlup olmasını sağlayan insan değil doğadır. Bir an durup düşündüğünüzde, doğanın aynı hayvana zıt yönde iki ayrı güç vermediğini göreceksiniz. Aslan büyük bir dövüşçüdür, ama yavaş yavrulayıcıdır, bedeninin tüm gücü dövüşe gider, yavrulamak onun için yıpratıcı bir iştir. Öte yandan kuzu bir dövüşçü değildir, dövüşmeye hiç enerji harcamaz, ama iyi bir yavrulayıcıdır. Bu yüzden aslanın ve öldürme güdüsüne sahip diğer hayvanların nesli giderek tükenmektedir.
“Doğanın bu değişmez yasasının hiçbir istisnası yoktur. Doğa ebedi bir adaletle yönetir, dövüşçü her zaman kaybedeceği bir savaşa girer. İster hayvan ister insan olsun, ister ormanda isterse kentte yaşasın bu hep böyle olmuştur ve hep böyle olacaktır. Aslan kaybeder, hem de kazandığı zaman kaybeder. Aslan öldürdüğü zaman ölür, ilk avına güçlü pençesiyle saldırıp kanlı ağzıyla hissettiği hazzı homurdanırken yediği çaresiz yaratığın değil, kendi türünün cenaze marşını söyler. Vahşet zayıf bir toplanma noktasıdır, aslanlar ve ayılar sürü oluşturmazlar, küçük gruplar oluşturup birbirleriyle dövüşürler. İster hayvanlar, ister insanlar arasında olsun vahşet kendi türüne saldırır, o bir zayıflık göstergesidir.
“İşin doğası gereği vahşi hayvanların nesli tükenmek zorundadır. Hiçbir büyük asker hiçbir şeyi gerçekten yenmemiştir, zaferleri tümüyle illüzyondur. Askerlerin imparatorlukları eğer kılıçtan daha özlü ve gerçek bir şeye dayanmıyorsa kısa sürede parçalanacaktır. Sonunda güç kullanmayı bırakıp adalet ve mantığa sığınmak zorundadırlar, aksi takdirde imparatorlukları çöker. Avlanan her zaman yalnızdır, umutsuz ve çaresizdir, önlenemez bir biçimde yok olmaya mahkumdur, çünkü yumuşaklık ve şefkat gerçek güçtür.
“İnsan kendisi tarafından düzeltilir ya da bozulur. Düşünce silahhanesinde kendini yok etmekte kullanacağı silahları yapar, ayrıca semavi mutluluk, güç ve huzur sarayını inşa edeceği aletleri de yapar. Doğru seçim ve düşünceyle insan Tanrısal mükemmelliğe yükselir, ama düşüncenin kötü ve yanlış kullanımıyla hayvani düzeyin de altına iner. Bu iki aşırı uç arasında tüm karakter düzeyleri yer alır ve insan onları tezahür ettirendir. Bu eşkıya çetesi bir zamanlar refah içinde yaşayan büyük bir halkın artıklarıdır. O halk kökenini ve gerçek gücünü biliyordu, sonra zevk ve hazzı bedende aramaya başladı ve zamanla bedenleri onları yarı yolda bıraktı. Sonra büyük bir afet bu toprakları silip süpürdü, yok olan nüfustan geriye dağınık insan grupları kaldı. Kalanlar kendi aralarında çeteler oluşturdular, işte onlar şimdiki eşkıya çetelerinin atalarıdır. Birbirleriyle sürekli savaştıklarından gelişip refaha kavuşamazlar.” (Sayfa: 78-91)

BÖLÜM : 10

Uygurların antik kentlerini ortaya çıkarmak için yaptığımız kazı çalışmaları iyi gidiyordu. İki kentin kalıntılarını 30 metre derinlikte bulmuş, onlardan daha eski olduğunu sandığımız üçüncü kazı yerinde çalışmaya başlamıştık. Bir sabah kampımıza doğru gelen atlılar gördük. İçlerinden ikisi bize yaklaşarak ne aradığımızı sordular, antik kent kazılarıyla uğraştığımıza inanmadılar, altın aradığımızı sanıyorlardı. On dakika içinde teslim olmazsak saldırıp hepimizi öldüreceklerini söylediler ve arkadaşlarının yanına gittiler. Jast, adamların niyetinin kötü olduğunu, ama korkmamamız gerektiğini söyledi. Az sonra tüm çete dört nala at sürerek üzerimize saldırdı, çok korktuğumu itiraf etmeliyim, arkadaşlarım da en az benim kadar korkmuşlardı. Ama hiç beklenmedik bir şey oldu, birkaç gölgemsi atlı tarafından kuşatıldık. Şaşkın bakışlarımız arasında bu gölgeler canlandılar, insana daha çok benzediler ve sayıları giderek arttı. Besbelli ki bize saldıran çete de aynı şeyleri görmüştü, çünkü dört nala ilerleyen atları giderek yavaşladı ve durdu, sonra altlarındaki hayvanlar kontrolden çıkıp şaha kalktı. Bir anda 75 kişilik çete içinde çılgınca bir karmaşa yaşandı, atlar sağa sola koşmaya başladılar. Hayalet atlıların takibiyle çete tam bir bozguna uğradı.
Hayretler içinde kalmıştık, sanki kurtarıcılarımız yerden bitercesine ortaya çıkmış sonra da yok olmuşlardı! Şaşırdığımızı gören Jast şöyle dedi: “Sizin deyiminizle bu hayalet atlılar gerçek süsü verilmiş görüntülerdi sadece! Bu görüntüleri sadece kendimizi korumak için değil, eşkıya çetesini de korumak için ürettik, gördüğünüz gibi hiç kimse zarar görmedi. Eşkıyaların içinde bir kuşku zaten vardı, korunmasız bir şekilde bu ıssız yere gelmeniz onlara göre mantıklı bir şey değildi. Ben onları korkutmak için bu kuşkudan yararlandım. Onlar batıl inançlı, işin içinde hile arayan tiplerdir, bu tür insanlar korkuya kapılmaya yatkın kişilerdir, bulmayı bekledikleri şeyi buldular.” Gerçekten de bu çeteyi bir daha görmedik ve kazı alanında hiç saldırıya uğramadık. (Sayfa: 92-103)

BÖLÜM : 11

Söz hastalık ve şifadan açılınca Bagget İrand adlı dostumuz şöyle dedi: “Hastalık düşüncesi ve hastalık sadece neden ve sonuçtur. Nedeni silin, bağışlayın o zaman sonuç da ortadan kalkar. Yanlış inancı silin hastalık son bulur. Bu İsa’nın başvurduğu tek şifa yöntemiydi. O yardım ettiği insanın bilincindeki yanlış imajı silmiştir. Önce kendi düşüncelerini Tanrısal Zihnin düşünceleriyle birleştirerek bedeninin titreşimlerini yükseltir, düşüncelerini sürekli Tanrısal Zihnin mükemmel insan idealiyle uyum içinde tutar, böylece bedeninin titreşimleri Tanrısal Zihnin titreşimleriyle uyum içine girerdi. Sürekli Tanrısal mükemmelliği düşünerek bedeninin titreşimlerini yükselttiğinde, karşısındaki kötürümün titreşimlerini bilincinden kötürümlük imajını silebileceği noktaya dek yükseltirdi. Sonra da adama kalk yürü derdi ve adam kalkıp yürürdü. O anda kusursuzluk bir anda gerçekleşir ve bağışlama tamamlanırdı. Eğer kusurluluğu seçerseniz, sonuç kusurluluk olana dek titreşimlerinizi düşürürsünüz, yani ektiğinizi biçmekten kaçamazsınız. İsa’nın tüm şifaları zihinsel nedeni ortadan kaldırmaya dayanıyordu.
“Yakında düşüncenin evrendeki en güçlü etken olduğunu kavrayacaksınız. Düşüncenin Tanrısal Zihinle dünyadaki her hastalık ya da uyuşmazlık arasında arabulucu olduğunu da göreceksiniz.” (Sayfa: 104-113)

BÖLÜM : 13

Ertesi sabah Bagget İrand’ın köyüne gitmek için yola koyulduk, on iki gün sonra köye vardık. Köyün yöneticisi çevirmen vasıtasıyla bize hoşgeldiniz dedi ve akşam yemeğini onun evinde yiyeceğimizi bildirdi. O ülkenin geleneğine uyarak, iki yanında birer muhafızla önden giden yöneticiyi izledik. Yöneticinin ardından Ray, evsahibemiz, şefimiz ve o güzel hanım gidiyordu. Arkada Emil, annesi ve ben vardık, grubun diğer üyeleri ise bizi izliyordu.
Birkaç adım atmıştık ki yoksul giyimli bir kız çocuğu kalabalıktan sıyrılıp bize yaklaştı, Emil’in annesiyle görüşmek istediğini söyledi. Ama yönetici onu kaba bir şekilde iterek bizi rahatsız etmemesini emretti. Emil’in annesi oğlunu ve beni kolumuzdan tuttu, üçümüz gruptan ayrılarak küçük kıza yaklaştık, daha sonra evsahibemiz de bize katıldı. Emil’in annesi yöneticiye gidip yemeğe oturmalarını, bizim de az sonra kendilerine katılacağımızı söyledi.
Küçük kızın anlattığına göre erkek kardeşi yüksekçe bir yerden düşerek bel kemiğini kırmıştı, acılar içinde kıvranıyordu. Kız Emil’in annesine yalvarıyor, kardeşini iyileştirmesini istiyordu. Hep birlikte onu izleyerek eve gittik, kerpiçten yapılmış berbat görünümlü bir kulübenin önünde durduk. Kapı ardına kadar açıldı ve boğuk bir erkek sesi duyuldu. İçeri girdik, kulübenin içi dışından daha berbattı. Oda ancak sığabileceğimiz kadardı ve tavan dik durulamayacak kadar basıktı. Solgun bir mum ışığı sefalet içindeki ana babanın sert ifadeli yüz hatlarını aydınlatıyordu. Köşede küflü bir saman yığınının ve kirli paçavraların üzerinde beş yaşlarında bir oğlan yatıyordu, yüzü bitkin ve kül rengindeydi, kız oğlanın yüzünü ellerinin arasına alarak gelen hanımın kendisini iyileştireceğini söyledi. Emil’in annesi kızın yanına giderek oğlanın yüzünü elleri arasına aldı, sonra elini çocuğun alnına koydu. Bir anda oğlanın inlemeleri kesildi, yüzü aydınlandı, bedeni gevşedi ve çocuk uykuya daldı.
Emil’in annesi ve kız bir süre öylece durdular, sonra Emil’in annesi kızın ellerini çocuğun yüzünden hafifçe çekti ve “bak kardeşin artık iyileşti” dedi. Yerden rahatça kalkması için elimi uzatıp Emil’in annesine yardım etmek istedim, ama eli elime değer değmez tüm bedenimden öyle bir enerji akımı geçti ki beni bir süre için adeta felç etti. Küçük kız Emil’in annesinin önünde diz çökmüş çılgın gibi ayaklarını öpüyordu. Emil’in annesi de yere diz çöküp kızı bağrına bastı. Bir süre ikisi öylece kaldılar. Birden garip bir ışık odayı doldurdu ve giderek parlamaya başladı. Öyle parladı ki her şey ışığa boğuldu, ortalıkta gölge namına bir şey kalmadı. Şaşkın bakışlarımız arasında oda giderek genişlemeye başladı, toprak zeminde sessizce oturan çocukların ana babası ayağa kalktılar, yüzlerinde endişe ve korku belirtileri vardı, adam birden kapıya doğru fırlayıp gözden kayboldu.
Anne ise kendini Emil’in annesinin ayaklarının dibine attı, bedeni hıçkırıklarla sarsılmaya başladı. Emil’in annesi elini kadının alnına koyup alçak sesle bir şeyler söyledi. Az sonra kadının hıçkırıkları kesildi, doğrulup oturdu. Odada meydana gelen değişiklikleri seyrederken yüzünde dehşet dolu bir ifade vardı, ayağa kalkıp kocası gibi kaçmak istedi. Emil’in annesi uzanıp onun elini tuttu, o güzel hanım da diğer elini tuttu, bir süre sonra kadının yüzündeki dehşet ifadesi yatıştı, hatta garip bir gülümsemeye dönüştü!
Bizler ilk şaşkınlığı üzerimizden atınca çevremize bakındık ve biraz evvelki o sefil kulübenin, sandalyesi, masası ve temiz yatağı olan bir odayla yer değiştirdiğini gördük! Emil küflü saman yığınının üzerinde yatan oğlanı kucağına alıp yavaşça temiz yatağa yatırdı, sonra onu şefkatle alnından öptü. Anne dizlerinin üzerine çökerek Emil’in annesinin ayaklarını öpmeye, gitmemesi için yalvarmaya başladı. Emil kadını elinden tutarak ayağa kaldırdı ve gidip babayı bulacağını söyledi. Bir süre sonra korkmuş ve yarı somurtkan babayla geri döndü, ama biz o somurtkanlığın altında gizlenen derin takdiri hissedebiliyorduk. Tekrar geleceğimizi söyleyerek oradan ayrıldık.
Grubu daha fazla bekletmemek için hızla yöneticinin evine doğru yürüdük. Eve girdiğimizde konukların masaya henüz oturduklarını gördük. Yönetici Bagget İrand’a dönerek kısa süre önce başladığı, ama başka bir köyün yöneticisinin gelmesiyle kesilen konuşmasına devam etmesini söyledi. Bagget’in konuşması Buda ve İsa üzerineydi, özetle her ikisinin de Tanrının çocukları olduğunu ve aynı şeyleri öğrettiklerini anlatıyordu. Bir ara “Mesih’i idrak ettiğinizde elinizi uzatıp eğer istediğiniz altınsa onu tezahür ettirebilirsiniz” dedi. Bagget İrand ellerini uzattı, her bir elinde İngiliz altınından biraz daha büyük birer altın disk belirdi. Altınları sağında ve solunda oturanlara verdi, onlar da yanlarındaki kişilere geçirdiler, altın diskler tüm masayı dolaştı. Biz de bu altın diskleri saklayıp daha sonra uzmanlara gösterdik, disklerin saf altın olduğunu söylediler.
Bagget İrand konuşurken yöneticinin huzursuzluk belirtileri gösterdiğini fark ettik. Bagget yerine oturduktan sonra yönetici aniden patlayıverdi “Köpek, Hıristiyan köpeği, sen Yüce Buda’mızın ismini lekeledin, bunun cezasını çekeceksin” diye bağırdı ve tavandan sarkan bir kordonu çekti, anında salonun karşı tarafındaki üç kapı ardına kadar açılıp içeri kılıçlarını çekmiş otuz kadar asker daldı. Askerlerin komutanı hazır ol vaziyetinde yöneticinin emrini bekliyordu, iki asker de Bagget’in sandalyesinin iki yanına geçip bekledi. Bu ani değişiklik hepimizi şaşırtmıştı, afallamış ne yapacağımızı bilemez hale gelmiştik.
Derin bir sessizlik oldu ve aniden güçlü bir ışık masanın başında, yöneticinin tam önünde ışıl ışıl parladı. Yönetici elini kaldırmış tam emir vermek üzereyken yüzü kül rengine döndü, dehşet içindeydi. Adamın önündeki masada bir form beliriyor gibiydi, “Dur” sözcüğünü açık seçik duyduk, bu sözcük o formla yönetici arasında alev alev yanan harflerle belirmişti. Yönetici sanki bu sözcüğe uymak istercesine kaskatı kesilmiş, adeta olduğu yere mıhlanmıştı. Bu arada form iyice şekillenmiş ve İsa’ya benzemişti. Ama bizi asıl şaşırtan şey onun yanında bir başka formun belirmesiydi, yöneticinin ve tüm askerlerin bakışları onun üzerinde toplanmıştı. İsa’nın yanıbaşında beliren bu formu tanımış, İsa’dan çok ondan korkmuşlardı. Şaşkın bakışlarımız arasında ikinci form da şekillendi ve elini kaldırdı, askerlerin ellerindeki kılıçlar büyük şangırtıyla yere düştü. Işık o kadar çok parladı ki önümüzü güçlükle görebiliyorduk!
Kendine gelen ilk kişi askerlerin komutanıydı, ellerini uzatarak “Buda, Buda’mız Yüce Varlık” diye haykırdı. Sonra yönetici “Bu gerçekten de Buda” diye bağırarak kendini yüz üstü yere attı. İki muhafız şaşkınlıktan kurtulur kurtulmaz eğilip onun ayağa kalkmasına yardım ettiler, sonra bir heykel gibi kımıldamadan durdular. O sırada salonun karşı tarafında sıralanmış askerler paldır küldür koşarak masanın başına toplandılar ve “Yüce Varlık Hıristiyan köpeklerini yok etmeye geldi” diye bağırdılar. Buda hepsini görecek kadar geri çekilip “Bir kere dur demiyorum, iki kere dur demiyorum, üç kere dur diyorum” dedi. Dur dediği her seferinde bu sözcük tıpkı İsa’da olduğu gibi alev alev yanan harflerle ortada beliriyordu!
Askerler put gibi duruyorlardı. Buda, İsa’nın durduğu yere doğru yürüdü ve sol eliyle onun havaya kalkmış elini tutarak “Her zaman olduğu gibi şimdi de sevgili kardeşimin elini tutup onu destekliyorum” dedi. Sonra ikisi birlikte yöneticinin bulunduğu yere doğru yürüdüler. Buda duvarlarda yankılanan gür bir sesle şöyle dedi: “Bu sevgili kardeşlerimize Hıristiyan köpekleri demeye nasıl cüret edersin? Kısa bir süre önce sevdiği bir varlık için yardım isteyen bir kızı acımasızca kenara ittin, oysa bu sevgili ruh o çağrıya cevap verdi. Ona asıl yardım etmesi gereken sendin, ama görevini yapmadın, kendinden utanmalısın!” Buda dönüp Emil’in annesine gülümsedi, sonra altın diskleri masadaki adamların elinden alarak korkudan titreyen yöneticinin avuçlarına bıraktı, ama diskler anında gözden kayboldu. “Görüyor musun, saf altın bile ellerinden kayıyor” dedi, diskler hemen hemen aynı anda masaya, onları Buda’ya vermiş olan iki adamın önüne düştü. Sonra Buda ve İsa kolkola girip kapıya doğru yürüdüler ve gözden kayboldular! (Sayfa: 119-135)

BÖLÜM : 15

Emil ertesi sabah köydeki tapınakta bir toplantı olacağını, bizim de bu toplantıya davetli olduğumuzu söyledi, memnuniyetle kabul ettik. Toplantıdan önce Emil, annesi ve ben küçük kızı ziyarete gittik. Kız annesiyle bu toplantıya gitmek istiyordu, onları da alıp yola koyulduk. Yolda küçük kız bir kulübenin kapısında durakladı, o evde kör bir kadın olduğunu, onu da toplantıya götürmek istediğini söyledi. Kör kadın önce direndiyse de sonra bizimle gelmeye razı oldu.
Tapınağa vardığımızda hemen hemen herkesin toplanmış olduğunu gördük. Manastırın yüksek rahibi o gecenin baş konuşmacısıydı. Rahip ve Emil on sekiz ay önce tanışmışlar ve birbirleriyle dost olmuşlardı. Küçük kız salonun arka sıralarında bir yer bularak kör kadını oraya oturttu, ellerini kadının gözlerinin üzerine koydu ve alçak sesle bir şeyler söyledi. Onun bu hareketi başta yüksek rahip olmak üzere hepimizin dikkatini çekmişti. Herkes yerinden kalkıp onlara baktı, yüksek rahip hızla o yana yürüdü ve elini çocuğun başına koydu. O bunu yapar yapmaz çocuğun bedeni belirli bir şekilde sarsıldı, ama kız duruşunu hiç bozmadı. Üçü kısa bir süre öylece kaldılar, sonra çocuk ellerini çekti ve kadına “Sen kör değilsin, görebiliyorsun” diye sevinçle bağırdı.
Kadın şaşkın bir vaziyette yerinden kalktı ve yüksek rahibin cübbesini tutarak “Sizi görebiliyorum, hepinizi görebiliyorum” dedi ve ağlamaya başladı. Bize söylendiğine göre kadın 25 yıldır kördü, körlüğüne bir eşkıyanın tüfeğinden çıkan saçmalar sebep olmuştu. Heyecan o kadar büyüktü ki herkes kadının başına üşüştü. Gözleri açılan kadın kendine geldikten sonra evine gitmek istediğini söyledi, küçük kızı da yanına alarak salondan ayrıldı.
Masaya oturduğumuzda her zaman olduğu gibi tabakların görünmeyen eller tarafından masaya yerleştirildiğini gördük, aynı şekilde çeşitli yemekler de peydah oldu! Yüksek rahibin irkildiğine şahit olduk, Emil’in annesine dönerek daha önce böyle bir şey görmediğini itiraf etti ve Emil’e bu gücün kaynağını sordu, Emil de gücün kör kadının gözlerini açan aynı kaynaktan geldiğini söyledi. Rahibin hala şaşkın olduğu ve bu açıklamayı anlamakta güçlük çektiği belliydi.
Yüksek rahip birlik ve beraberlik içeren bir konuşma yaptıktan sonra bir bardağı kaldırıp onu bir an avucunda tuttu, bir süre sessiz ve hareketsiz kaldı, bardak bir anda tuzla buz oldu. Şaşıran seyircilere dönerek şöyle dedi: “Eriha kentinin önündeki ordular borazanlarını çalıp kent duvarlarını yıktıklarında bu gücü biliyorlardı, Pavlus ve Silas hapishaneden kurtulduklarında bu gücün farkındaydılar.”
Daha sonra yüksek rahip tam bir sessizliğe gömüldü, içinde bulunduğumuz bina aniden sarsılmaya başladı, ardından dışarda gök gürledi, şimşekler çaktı. Bir mil uzaktaki bir dağın yamacından iki büyük kaya kütlesi kopup aşağıdaki vadiye yuvarlandı. Köylüler dehşete kapılıp evlerinden kaçtılar, biz de aynı şeyi yapmamak için kendimizi zor tuttuk. Bina çok şiddetli sarsılıyordu, sonra yüksek rahip elini kaldırdı ve her şey sükunete kavuştu. Bu güç gösterisi hepimizi etkilemişti. Gecenin sonunda bizi tapınağa davet eden yüksek rahibe teşekkür ederek oradan ayrıldık. (Sayfa: 140-147)


Hiç yorum yok: