31.03.2009

ÖLÜMSÜZ ÜSTATLARIN
YAŞAM VE ÖĞRETİSİ
(Birinci Cilt)
AKAŞA YAYINLARI

Üç ciltten oluşan bu eser, yazar ve bilim adamı Baird T. Spalding’in 1894 yılında on bir kişiden oluşan bir bilim ekibiyle Uzakdoğu’da yaptığı araştırma gezisi sırasında kaleme alınmıştır. Ekibin üstatlarla karşılaşmalarını, onlarla geçirdikleri yılları ve bu sırada yaşadıkları olağanüstü deneyimleri anlatmaktadır. Yayımlandığı dönemde büyük ilgiyle karşılanan ve birçok dile çevrilen bu eserde üstatların olağanüstü öğretileri de yer almaktadır.

BÖLÜM : 1

Emil adını verdiğim üstatla Hindistanda bir pazar yerinde karşılaştık ve arkadaş olduk. Mükemmel İngilizce konuşan, 40 yaşlarında biriydi. Bir gün onunla kent dışında kırlık bir yerde yürüyüşe çıkmıştık. Bir süre sonra üzerimizde daireler çizen bir güvercin belirdi, Emil güvercini işaret ederek kuşun kendisini aradığını söyledi. Sonra hareketsiz durdu, gerçekten de kuş gelip yana uzattığı koluna konuverdi. Güvercinin kuzeydeki bir arkadaşından haber getirdiğini, arkadaşının henüz telepatik iletişim kurabilecek ustalığa erişemediği için bu yöntemi kullandığını söyledi. Daha sonra üstatların birbirleriyle düşünce aktarımı yoluyla, elektrikten ya da telsizden çok daha süptil bir güçle anında iletişim kurabildiklerini öğrendim.
Bu olaya tanık olduktan sonra Emil’e sorular sormaya başladım. Bana anlattığına göre sessizce kuşları çağırabiliyor, onlar havadayken uçuşlarını yönlendirebiliyor, önlerinden geçerken çiçek ve ağaçlar başlarını eğerek kendine selam veriyorlardı. Daha sonra bana vahşi hayvanların korkusuzca nasıl yanına geldiklerini de gösterdi. Yemek için parçaladıkları küçük bir hayvan için kavga eden iki çakalı ayırdığına da tanık oldum. Emil onlara yaklaştığında hayvanlar kavga etmeyi bıraktılar, şaşkın bakışlarım altında başlarını yana açtığı iki eline tam bir teslimiyetle dayadılar, sonra sessizce avlarını yemeye koyuldular. Emil bu vahşi hayvanlardan birini elime almam için bana uzattı ve şöyle dedi: “Tanık olduğun bu işleri yapabilen benlik ölümlü benlik değildir, daha derin ve gerçek bir benliktir. Bunları yapan içimdeki Tanrıdır, benim vasıtamla çalışan her şeye kadir Tanrı. Ben tek başıma fani benliğimle hiçbir şey yapamam. Ancak dışsal benlikten kurtulup gerçek benliğin iş görmesine ve Yüce Tanrının ortaya çıkmasına izin verdiğimde bu şeyleri yapabilirim. Tanrı sevgisinin senin kanalınla her şeye akmasına izin verdiğinde hiçbir şey senden korkmaz, hiçbir şey sana zarar veremez. Hayvandan korkmayı bırakıp Tanrı-Benliğini yansıttığında ortama barış ve uyum egemen olur.”
Artık Emil’den ders almaya başlamıştım. Bu arada beni çok şaşırtan bir şey oldu, Emil geceleri birden odamda belirmeye başladı, yatmadan önce kapımı kilitlediğim halde birdenbire karşımda beliriveriyordu. Başlarda bu durumdan rahatsız olduysam da sonradan alıştım. Gördüğüm kadarıyla bu üstatlar işlerini gösterişsiz bir biçimde sadelikle yapıyorlardı. Bazen bir köyü vahşi hayvanların saldırısından korumak için bedenlerini uzunca bir süre köyün girişinde bırakıyorlardı! Gerekirse suyun üzerinde yürüyor, yangının içinden geçiyor, görünmez alemde yolculuk ediyor ve olağanüstü birçok mucize gerçekleştiriyorlardı. Yiyecek, giysi ve para da dahil tüm günlük ihtiyaçlarını direkt Evrensel Öz’den sağlıyorlardı! Ölümü o kadar uzun zaman önce yenmişlerdi ki, halen yaşayan birçoğu nüfus kayıtlarının kesin şekilde kanıtladığı gibi 500 yaşın üzerindeydi! (Sayfa: 9-15)

BÖLÜM : 3

O gün doksan mil uzaklıktaki küçük bir köye, Asmah’a gitmek üzere yola çıktık. Emil kendinden daha genç iki adamı bize eşlik etmekle görevlendirmişti. Jast ve Neprow adını vereceğim bu adamlar (üstatların gerçek adlarını açıklamamak için onlarla bir anlaşma yapmıştık) her bakımdan işlerinin ehli kimselerdi. Ayrılırken Emil bizi şu sözlerle uğurlamıştı: “Doksan mil uzaklıktaki yeni durağınıza varmanız yaklaşık beş gün sürecek. Ben burada bir süre daha kalacağım, çünkü bu mesafeyi katetmek için bu kadar zaman harcamam gerekmiyor, ama sizi karşılamak üzere orada olacağım. Sizden, sözlerimi doğrulaması için arkadaşlarınızdan birini burada bırakmanızı istiyorum.”
Gideceğimiz köye yolculuğun beşinci günü akşam üstü vardık. Gerçekten de Emil bizi köyde karşıladı, yaşadığımız şaşkınlığı hayal edebiliyor musunuz? Kuşkusuz hepimiz bir ağızdan sorular sormaya başladık. Emil merakla beklediğimiz şu yanıtı verdi: “Ben az önce beş gün önce ayrıldığınız o köydeydim, bedenim hala o köyde yatıyor! Köyde bıraktığınız arkadaşınızla görüştüğünüzde birkaç dakika öncesine kadar kendisiyle konuştuğumu ve saat dörtte sizi burada karşılayacağımı söylediğimi doğrulayacaktır. Evet bedenim hala orada, arkadaşınız şu anda hareketsiz olan o bedeni görmektedir! Bunu, bedenimizi bırakıp istenilen yere vaktinde yetişebileceğimizi kanıtlamak için yaptım. Size eşlik eden iki arkadaşım da bu yolculuğu benim gibi yapabilirlerdi. Ama sıradan insanlar olduğumuzu kanıtlamak için sizinle geldiler. Bedenim bu akşama dek orada kalacak, sonra onu buraya getireceğim! Arkadaşınız da yola çıkıp belirlenen zamanda buraya ulaşacak.” Sonra Emil gözlerimizin önünde bir anda ortadan kayboldu!
O akşam tüm grup konuk evinde toplanmıştı, Emil yine ansızın odada beliriverdi. Bizleri selamladıktan sonra konuşmaya başladı: “Bakın, böyle aniden belirivermemde hiçbir sihir yok. Şimdi yapacağım deneyi görmek için bana yaklaşın, elimde az önce çeşmeden doldurulmuş bir bardak su var. Bardağın ortasında oluşmakta olan bir buz parçacığı görüyorsunuz, giderek çevresine daha fazla buz toplanacak ve sonunda bardaktaki tüm su donacak. Burada olan şey nedir? Buz oluşana dek suyun merkezi atomlarını Evrensel’de tuttum, başka bir deyişle onlar buz haline gelene ve çevresindeki diğer parçacıklar donana dek titreşimlerini düşürdüm. Siz bunu bir bardak suya, bir küvet suya, bir göle, denize, hatta dünyanın tüm su kütlesine uygulayabilirsiniz. Ne olacaktır? Hepsi donacaktır öyle değil mi? Ne amaçla? Hiçbir amaçla! Bunu hangi güç ve yetkiyle yapabildiğimi sorabilirsiniz, ben de mükemmel bir yasayı kullanarak derim. Ama bu işte bir amaç yok, burada hiçbir hayır elde edilmemiştir ya da edilemez. Eğer bu işlemi sonuna kadar sürdürseydim ne olurdu? Nasıl bir tepkiyle karşılaşırdım? Ben yasayı biliyorum, ifade ettiğim şey, ifade ettiğim kadar kesin bir şekilde bana geri döner. Bu yüzden sadece hayırlı olanı ifade ederim ben, hayırlı olan da bana hayır olarak geri döner. Eğer suları dondurmayı ısrarla sürdürseydim sonuca ulaşmadan çok önce soğuk bana tepki gösterir, ektiğimi biçerek soğuktan donardım. Oysa hayırlı olanı ifade edersem hayrın hasadını sonsuza dek biçerim. Bu köyde belirivermem de bu şekilde açıklanabilir. Ben o köydeki odada titreşimlerini yükselterek bedenimi Evrensel’de tuttum ve onu Evrensel’e (tüm maddenin potansiyel olarak mevcut olduğu Evrensel enerji) geri döndürdüm. Sonra BEN’İM ile, yani Mesih bilincimle titreşimleri düşüp bu odada şekillenene dek bedenimi zihnimde tuttum, işte siz şimdi o bedeni görüyorsunuz. Burada herhangi bir gizem var mı? Ben Baba’nın sevgili Oğlu vasıtasıyla verdiği gücü ya da yasayı kullanmıyor muyum? Bu Oğul siz, ben ve tüm insanlık değil mi? Gizem nerede yatıyor? Hiçbir yerde, çünkü gizem diye birşey yok. Mesih de bu şekilde doğmuştu. Büyük Ana Meryem ideali algıladı, ideal zihinde tutuldu, sonra Meryem’in ruhunun toprağında döllendi, orada bir süre tutuldu, sonra o kusursuz Mesih Çocuk dünyaya geldi. Bakışlarınızdan sizi hipnotize ettiğimi düşündüğünüzü anlıyorum. İsa da tıpkı benim gibi kapıları kapalı bir odada belirmedi mi? Ben hepinizin yapabileceği bir şeyi yaptım o kadar.” (Sayfa: 20-26)

BÖLÜM : 4

Güneş batmadan yarım saat evvel bir köye vardık, yaklaşık iki yüz kişinin yaşadığı bir köydü. Jast’ın yanımızda olduğunu duyan köylüler, hatta köyün hayvanları bile bizi karşılamaya geldiler. İlginin odağı elbette Jast’tı, köylüler ona büyük bir saygı gösteriyorlardı. Jast kendisiyle gelip gelmeyeceğimizi sordu, birkaç köylüyle onu izledik, köyü kuşatan açıklığa doğru yürüdük. Sonra ormana daldık, az ilerde yerde ölü gibi yatan bir adama rastladık. İlk bakışta onun ölmüş olduğunu sanmıştık, ama biraz daha yaklaşınca adamın çok dingin bir uykuda olduğunu anladık. Dikkatle bakınca şaşkınlıktan donakaldık, yerde yatan adam Jast’ın ta kendisiydi! Jast yerde yatan adama doğru yürürken yerdeki beden birden canlandı ve ayağa kalktı! Beden ve Jast bir an yüz yüze durdular, sonra birden yanımızdaki Jast gözden kayboldu, şimdi karşımızda tek bir beden duruyordu!
Herşey çok kısa bir süre içinde olup bitmişti, bu mucize karşısında adeta donup kalmıştık. Sonradan öğrendiğimize göre Jast uzunca bir süre önce bedenini ormanda bırakmıştı. Üstatlar yağmacı eşkiyalardan ve vahşi hayvanlardan köylüleri korumak için bunu sık sık yapıyorlardı. Aradan bir hayli zaman geçtiği çok belliydi, çünkü Jast’ın bedenindeki saçlar uzamış ve fırça gibi olmuştu, saçların arasına o bölgeye özgü küçük kuşlar yuva yapmışlardı. Olay hepimizi o kadar etkilemişti ki o gece hiçbirimiz uyuyamadık, ama Jast sanki hiçbir şey olmamış gibi mışıl mışıl uyuyordu. Aramızdan kimileri rüya görüp görmediklerini anlamak için kendilerini çimdikleyip durdular, kimileri de gidip Jast’ın uyuduğu yere bakıyor, sonra tekrar yataklarına giriyorlardı. (Sayfa: 27-30)

BÖLÜM : 5

Ertesi sabah Emil geldi. Onu karşımızda görünce peşpeşe sorular sormaya başladık. En çok sorulan soru insanın ölümü yenip yenemeyeceğiyle ilgiliydi. Bir banyan ağacının altına oturduktan sonra Emil söze başladı: “Size Sidha’nın (Buda’nın) sözleriyle yanıt vereyim. İnsan bedeni, daha az gelişmiş kardeşlerimiz olan bitki ve hayvanların bedenleri gibi tek bir hücreden gelişir. Bu tek hücre bedenin mikroskobik birimidir. Birçok kez tekrarlanan bir gelişme ve bölünme süreciyle bu hücrenin çekirdeği milyonlarca hücreden oluşan insan bedenine dönüşür. Bu beden hücreleri de farklı işlevlerde uzmanlaşırlar, ama kaynaklandıkları o tek hücrenin özelliklerini taşırlar. O tek hücre canlı yaşamının meşale taşıyıcısıdır, çünkü sınırsız yaşam özelliğine sahiptir. Bu, beden denen grup hücreleri için de geçerlidir, çünkü grup hücreleri de birçok kez tekrarlanan o tek hücreden meydana gelmişlerdir ve onun özelliklerini taşırlar. Tıpkı o tek hücre gibi grup hücrelerinin de yavaş yavaş canlılığını yitirip ölmeleri gerekmez. İnsan için bedenin kazaya uğraması dışında ölüm ya da bozulmayla ilgili doğal bir yasa yoktur, öyleyse ölüm sakınılabilecek bir kazadır. Hastalık, her şeyden önce bedende ruh huzurunun yokluğudur. Yaşlanmaya bağlı bozulma, zihnin ve bedenin hastalık durumlarıyla ilgili cehaletidir. Kazalar bile doğru zihinsel tutumla önlenebilir. Sidha’nın dediği gibi, beden veba ve grip gibi bulaşıcı hastalıklara bile doğal olarak kolayca direnebilir.
“Gençlik, Tanrısal insan formuna ekilen Tanrının sevgi tohumudur. Gerçekten de gençlik insanın içindeki Tanrısallıktır, gençlik ruhsal yaşamdır, güzel yaşamdır. Yaşlanma ise ruhsal değildir, fanidir, güzel ve gerçek değildir. Korku, acı ve üzüntü düşünceleri yaşlanma denen olumsuzluğu yaratır. Sevinç, sevgi ve ideal düşünceleri ise gençlik denen güzelliği yaratır. Yaşlılık, içinde gençlik mücevherinin yattığı bir kabuktan başka bir şey değildir. Ondan kurtulmak için önce içinizdeki çocukluk bilincini uyandırmaya çalışın, her gece yatmadan önce içinizde bir mutluluk bedeni bulunduğunu, kusursuz bir bedene sahip olduğunuzu kendinize tekrarlayın. Bu onaylamanın ruhsal gücüyle içinizdeki simyacı ölü ve yıpranmış hücrelerin dağılıp gitmesini, kalıcı sağlığa ve güzelliğe sahip bir cildin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Ebedi gençlik gösteri halindeki Tanrısal Sevgidir.” (Sayfa: 31-35)

BÖLÜM : 6

Gezilerimizin birinde Sessizlik Tapınağı adı verilen bir tapınağa gittik. Tapınak çok güzeldi, kırsal alana yüksekten bakan bir tepeye kurulmuştu. Yaklaşık altı bin yıllıktı ve beyaz mermerden yapılmıştı, işin inanılmaz yanı asla onarım görmemişti. Tapınağın bir parçası koparıldığında kendiliğinden yenileniyordu, hepimiz buna tanık olduk! Tapınağa girince Emil şöyle dedi: “Burası Sessizlik Tapınağıdır, Güç Yeri de denir, çünkü zihinde sessizlik yerine ulaştığımızda güç yerine de ulaşmış oluruz. “Sessiz ol ve benim Tanrı olduğumu bil” sözünün anlamı budur. Dağılmış güç gürültüdür, konsantre olmuş güç ise sessizliktir. Konsantrasyon yoluyla tüm gücümüzü bir noktaya yönlendirdiğimizde sessizlik içindeki Tanrıyla temasa geçer, onunla birlikte oluruz.
“Eğer insan büyük yabancıyı, yani kendini tanıyacaksa bırakın kendi küçük tapınağına girip kapıyı kapatsın. Orada en tehlikeli düşmanını bulacak ve ona hakim olmayı öğrenecektir. Orada kendi gerçek benliğini bulacaktır. Orada en gerçek dostunu, en bilge öğretmenini, en güvenli danışmanını, yani kendini bulacaktır. Orada Tanrının sonsuz ateş olarak, tüm iyiliğin ve gücün kaynağı olarak bulunduğu sunağı, yani kendini bulacaktır. Tanrının, sessizliğin en derin yerinde bulunduğunu bilecektir, kendi içinde Kutsalların Kutsalının bulunduğunu görecektir. Her arzusunun Tanrının zihninde bulunduğunu, dolayısıyla Tanrının arzusu olduğunu hissedecek ve bilecektir. Tanrıyla insanın, Babayla Oğlun ilişkisinin yakınlığını hissedecek ve bilecektir. Tıpkı ruhunun ve bedeninin iki ayrı şey olarak görünmesi gibi, iki ayrı şey gibi görünen Tanrıyla insanın ayrılığının sadece bilinçte olduğunu, ama aslında onların Bir olduğunu idrak edecektir.
“Tanrı yeri ve göğü doldurur. Eyüb’e sessizlik içinde gelen büyük vahiy buydu. O maddiyat taşı üzerinde uyumuştu, sonra birden ilahi bir aydınlanmayla dıştakinin sadece içte tutulan imgenin ifadesi olduğunu gördü. Bundan o kadar etkilendi ki şöyle haykırdı: “Kesinlikle Rab bu yerdedir, (bedende ya da toprakta) ben bunu bilmiyordum. Bu Tanrının evinden başka bir şey değildir ve cennetin giriş kapısıdır” İnsan Eyüb’ün yapmış olduğu gibi cennetin gerçek giriş kapısının kendi bilinci olduğunu idrak edecektir.
“Eyüb’e yerden göğe yükselen bir merdiven gösterilmişti. Tanrının meleklerinin o merdivenden inip çıktıklarını, yani Tanrının fikirlerinin Ruhtan forma indiklerini ve tekrar Ruha yükseldiklerini görmüştü. Bu, “gökler ona açıldığında” İsa’ya gelen aynı vahiydi. İsa da o sırada Tanrısal Zihindeki fikirlerin form olarak tezahür ettiklerini görmüştü. Bu yasa üstada o kadar mükemmel bir biçimde gösterilmişti ki, bir anda tüm formun bir bilinç değişimiyle dönüşüme uğratılabileceğini anlamıştı. İsa aç insanları doyurmak amacıyla taşları ekmeğe dönüştürmek için dayanılmaz bir istek duymuştu. Ama bu ifade yasasının açıklanmasıyla birlikte tüm görünen formlar gibi taşların da Evrensel Zihin Özünden, yani Tanrıdan kaynaklandıkları, istenen her şeyin yaratılmaya hazır olarak Evrensel Zihin Özünde bulunduğu anlayışı da gelmişti. Böylece ekmeğin ya da diğer her türlü ihtiyacın yaratılacağı Özün sınırsız bir biçimde el altında olduğu anlaşılmıştı. Evrensel Tanrı Özünde her arzuyu gerçekleştirecek sınırsız bir güç vardır. Yapmamız gereken tek şey, Tanrının bizim için yaratmış olduğu şeyi kullanmayı öğrenmektir.
“Tanrının Sonsuz Zihnindeki ve insandaki bilinç, zihinde tutulan kavram ya da inanç tarafından belirlenir. Bedenin yaşlanıp ölmesine sebep olan şey Ruhtan ayrı olduğumuz inancıdır. Ruhun her şey olduğunu ve formun sürekli olarak Ruhtan ifade edildiğini gördüğümüzde, Ruhtan doğmuş ya da üretilmiş olanın Ruh olduğunu da anlayacağız.
“Form ister kusurlu isterse kusursuz olsun formun varlığı kusursuz Tanrı gücü ve zekasıdır. Bizim değiştirmek istediğimiz şey formun varlığı değil, varlığın üstlenmiş olduğu formdur. Bu zihnin yenilenmesiyle ya da kusurlu kavramdan kusursuz kavrama, insanın düşüncesinden Tanrının düşüncesine doğru bir değişimle yapılmalıdır. O halde Tanrıyı bulmak, Onunla temas kurmak, Onunla “Bir” olmak ve Onu ortaya çıkarıp ifade etmek son derece önemlidir. Evrensel Zihnin kişisel zihne akışı, dışardaki engin havanın uzun süre kapalı kalmış kirli havayla dolu bir odaya akışı gibidir. Tanrıdan ayrılık günaha, hastalığa, yoksulluğa ve ölüme neden olmuştur. Tanrıyla birleşmekse insanın bütünlenmesine ya da bütün olmanın bilincine varmasına sebep olur.
“Sevgili dostlarım, bir parça yonttuğumuzda hemen kendini onaran bu tapınak beden tapınağını simgeler. Bu büyük Üstadın sözünü ettiği dünyada oluşturacağımız elle inşa edilmemiş, semavi alemde ebedi olan tapınaktır.” (Sayfa: 36-44)

BÖLÜM : 7

Konakladığımız köyde birçok yabancının toplanmış olduğunu gördük. Üstatlarla birlikte bir tür hac yolculuğuna hazırlandıklarını öğrendik. Gidecekleri yer 225 mil uzaklıktaki bir köydü. Onlara katılıp yola çıktık, insanların büyük bölümü hasta ve sakattı. Yolda şiddetli bir fırtına çıktı, üç gün boyunca yağmur sağanak halinde yağdı. Hepimiz elimizdeki erzak bitecek diye korkuyorduk. Emil yanımıza gelip bir avuç mısır tohumunu göstererek şöyle dedi: “Ben şimdi bu tohumları eksem uzun süre mısırların büyümesini beklemek zorunda kalırız. Öyleyse Tanrının sunduğu daha mükemmel ve kısa bir yasayı neden kullanmamalı? Yapmam gereken tek şey sessizleşip büyümüş mısırları gözümde canlandırmak olacaktır. Böylece kurutulmuş hazır mısırlara kavuşacağız.”
Gerçekten de karşımızda kurutulmuş mısırlar peydah olmuştu! Biz mısırlara şaşkın şaşkın bakarken Emil sözlerine devam etti: “Peki neden daha mükemmel bir yasayı kullanıp mısır unundan yapılmış ekmeği meydana getirmemeli? Bu yasayı kullanarak ihtiyacımız olan somunları yaratacağım.” Biz büyülenmiş gibi ona bakarken Emil’in elinde iri bir somun beliriverdi! Sonra önümüze tam kırk somun ekmek koyana dek ekmek üretimini sürdürdü! Emil, şaşkınlıktan iri iri açılmış gözlerimizi görünce gülümseyerek, “Gördüğünüz gibi herkese yetecek kadar ekmek var, eğer yetmezse daha fazlasını da üretebilirim” dedi. Kendimize geldikten sonra bu somunları afiyetle yedik, ekmeklerin tadı mükemmeldi. Demek İsa da Galile’de ekmeği böyle çoğalttı diye düşünmekten kendimizi alamadık.
Bu arada, Emil’in elinde duran bir somunun yok olduğunu ve yerinde bir toz yığını bıraktığını gördük! Üstat şaşkın bakışlarımıza aldırmaksızın konuşmaya başladı: “Elimdeki ekmeğin yok olduğunu gördünüz. Ne oldu? Ben düşüncemi tezahür ettiren yasayı kötüye kullandım ya da doğru kullanmadım. Yasayı kötüye kullanmakta ısrar etseydim yasa sadece yarattığım şeyi değil beni de yok ederdi. Ekmek gerçekten yok olmuş mudur? Sadece form değiştirdi, çünkü ekmeğin yerinde şimdi bir toz yığını var. Aslında o kaynaklandığı Evrensel Öze geri döndü, şimdi tezahür etmemiş formda tekrar tezahür ettirilmeyi bekliyor. Yanan, çürüyen, yok olan tüm formlar için de aynı şey geçerlidir, onlar da Tanrıya geri dönerler. “Gökten inen her şey göğe yükselmelidir” sözünün anlamı budur.
“Yaptığım şey, diğer esaretlerden olduğu gibi ticari esaretten de kurtulmayı ima etmez mi? Gördüğüm kadarıyla önümüzdeki yıllarda ticari esaret esaretlerin en büyüğü olacak. Şimdiki hızında ilerlerse insana, bedene ve ruha hükmedecek. Yaratmak için kullanılan güç, yok edecek güç haline gelene dek maddeciliğin ona nüfuz etmesine izin verilmiştir. Eğer doğru biçimde kullanılmazsa yaratmak için kullanılan güç daima yok eder.
“Tanrı Prensibi, Evrensel Zihin Özünden dünyayı yaratmayı arzuladığında Tanrı sessizdi ve derin düşünceye dalmıştı. Başka bir deyişle Tanrı ideal bir dünyayı gördü, oluşacak dünyanın özünü, onun titreşimini düşürecek kadar uzun süre zihninde tuttu. Sonra sözü söyledi (ol dedi) ve dünya oluştu. Başka bir deyişle, Tanrı dünyayı oluşturmak için gerekli özün içine akabileceği zihinsel bir kalıp imgeledi ve dünya bilinçte tutulan kalıba uygun mükemmel bir form olarak ortaya çıktı. Tüm bu şeyler Tanrı, yani Sonsuz Güç tarafından düşünülebilirdi. O belirsiz bir zaman boyunca onların oluşmalarını ve görünür hale gelmelerini istemiş olabilir. Eğer söylenen belirli söz formsuz eteri harekete geçirmeseydi hiçbir şey yaratılamaz ya da görünür forma dönüştürülemezdi. Her şeye kadir Yaradan’ın bile düşünce ve arzularını tezahür ettirmek ve gerçekten düzenli formlar oluşturmak için o belirli “Ol” sözünü söylemesi gerekmiştir, bu yüzden bizim de o adımı atmamız gerekir.
“Maddi hiçbir şeyin bulunmadığını, her şeyin aslında Ruhsal olduğunu yeterince idrak etmeliyiz. Bizim için maddi bir evren yoktur, görünen evren Ruhun tezahürüdür, bu yüzden de Ruhsaldır ve Ruhun yasasıyla yönetilir. İşte üstatlara güç veren de bu bilgidir, bireysel gücün tüm sırrı burada yatar! İnsan Tanrının suretinde yaratıldığı için Tanrı insana kendinin yarattığı gibi yaratma gücü vermiştir. Tanrı insanın o gücü kendisi gibi özgürce kullanmasını beklemektedir. Önce ihtiyacı algılayarak, sonra bilinçte tuttuğumuz Evrensel Özden kalıbı dolduracak ideali düşünüp hayal ederek, sonra da “Ol” diyerek. Ve de öyle olacaktır!” (Sayfa: 45-55)

BÖLÜM : 8

Aşağı yukarı yedi yüz metre genişliğinde bir nehre ulaştık. Yağan yağmurlardan ötürü sular yükselmişti, nehir coşkun akıyordu. En yakın köprü dört günlük yoldaydı, nehir kıyısında konaklayıp suların çekilmesini beklemeye karar verdik. Ertesi sabah uyandığımızda nehrin karşı kıyısından gelen beş yabancıyla karşılaştık, doğal olarak adamların bir sandalla bu tarafa geçtiğini düşündük, ama görünürde sandal filan yoktu. Emil, Jast ve Neprow yeni gelen yabancılarla bir süre konuştuktan sonra nehri geçip karşı kıyıdaki kampa gitmeye karar verdiler. Bu işi nasıl yapacaklarını çok merak ediyorduk.
Jast bizden ayrılıp yabancıların yanına gitti, tepeden tırnağa giyimli bu 12 kişi hep birlikte nehir kıyısına yürüyüp sakin bir şekilde suya adım attılar! Elbette adamların suya gömülmelerini bekleyerek nefesimi tuttum. Ama onların suyun üzerinde sakin bir şekilde yürüdüklerini görünce hayretten ağzım bir karış açık kaldı, adamlar nehrin yarısını geçene dek hepimiz nefesimizi tutup bekledik. Onların karşı kıyıya adım attıklarını gördüğümde sanki üzerimden tonlarca yükün kalktığını hissettim. Gördüklerimiz sözlerle ifade edilemeyecek bir şeydi. Karşı kıyıya geçenlerden yedisi öğle yemeği için tekrar suyun üzerinde yürüyerek bizim bulunduğumuz tarafa geçti, yine şaşkındık ama ilki kadar değil! (Sayfa: 56-60)

BÖLÜM : 9

Gittiğimiz köyde ünlü Şifa Tapınağı vardı. Anlatıldığına göre, sekiz yüzyıllık tapınakta kurulduğu günden bu yana sadece yaşam, sevgi ve barış sözcükleri yankılanmıştı. Tapınağın titreşimleri o denli güçlüydü ki içinden geçen herkes çok kısa sürede şifa buluyordu. İçerde uyumsuz ve olumsuz hiçbir söz söylenemiyordu, söylense bile hiçbir etkisi olmuyordu. Sırf denemek için uyumsuz ve olumsuz sözcükler kullanmaya çalıştık ama başaramadık, o sözcükleri söyleyemediğimizi hayretle gördük! Şifa bulmayı isteyen insanların hepsinin orada şifa bulduklarına da tanık olduk.
Aşırı kireçlenmeden mustarip bir adamın tapınağa kucakta taşındığını ve tamamen iyileştiğini gördük, adam bir saat içinde şifa bularak yürümeye başladı! Daha sonra bu adam dört ay boyunca grubumuza hizmet etti. Elinin parmaklarını kaybetmiş bir başkasının tapınağa girdikten sonra parmaklarının yeniden çıktığını gördük! Dört yaşındaki Müslüman bir çocuğu hiç unutamam. Bu çocuğun kolları ve bacakları kurumuş, bedeni çarpılmıştı, onu kollarıma aldığımda bedeninin hiç ağırlığı olmadığını fark ettim. Ama çocuk 20 dakika içinde iyileşti, annesinin şaşkın bakışları arasında tapınaktan koşarak çıktı! Cüzzamlıların, körlerin, sağırların bir anda iyileştiğine tanık olduk. Sonraki üç yıl içinde bu tapınakta şifa bulmuş insanların bazılarıyla karşılaşma fırsatı bulduk ve şifaların kalıcı olduğunu gördük. Eğer şifa kalıcı olmamışsa, bunun bireyin gerçek ruhsal idrakten yoksun oluşundan kaynaklandığı söylendi. (Sayfa: 61-64)

BÖLÜM : 11

Hava çok yağmurluydu, hepimiz iliklerimize kadar ıslanmıştık. Küçük bir köye vardığımızda çok konforlu bir konutun bizim için ayrıldığını gördük. Dayalı döşeli bir salonu vardı, ev sıcacıktı. Isının nereden geldiğini araştırdık, ortada ne bir soba ne de bir ısı kaynağı vardı. Artık sürprizlere alışık olduğumuzdan durumu pek yadırgamadık. Tam akşam yemeği için masaya oturmuştuk ki Emil dört adamla birlikte salonda beliriverdi. Salonun hiçbir girişinin olmadığı bir bölümünde ortaya çıkmışlardı. Sessizce masaya oturdular, Emil onları tanıştırdı. Daha biz farkına varmadan masa et hariç birçok güzel yiyecekle dolmuştu! Bu insanlar et yemiyorlardı, aslında pek az yemek yiyor, yemeği bir sosyal ilişki vasıtası olarak kullanıyorlardı. Uzun günler boyunca hiç yemek yemeden sadece prana (nefes) enerjisiyle beslendiklerine çok şahit olmuştuk. Bildiğimiz kadarıyla çok az uyuyor, uyku süreleri iki saati geçmiyordu, ayrıca iki saatlik uyku boyunca bizim gibi bilinçlerini yitirmiyorlardı. Söylediklerine göre, insan evrensel enerjiden kendini soyutlamazsa uzun süre uyumadan işlev yapabilirmiş!
Yemekten sonra bizlerden biri salonun nasıl ısıtıldığını sordu. Emil şöyle açıkladı: “Salonda hissettiğiniz sıcaklık hepimizin kullanabileceği bir kaynaktan gelmektedir. Bu güç sizin her tür mekanik gücünüzden daha yüksektir, insan onunla temasa geçerse ısı ve ışık kaynağı olarak kullanabilir. Biz ona Evrensel Güç ya da Tanrı Gücü diyoruz, bu güç her tür mekanik aleti çalıştırabilir, yakıt kullanmadan ulaşımı sağlayabilir, her yerde mevcut bir güçtür. Masadaki yemekler de aynı güçten sağlanır, daha evvel bu gücü kullanarak nasıl ekmek ürettiğimi gördünüz.”
Daha sonra Emil bizi yanındaki adamların köyüne davet etti. İki yüz mil uzaklıktaki bu köyde Emil’in annesi de oturuyordu. Emil şöyle dedi: “Annem bedenini o kadar mükemmel hale getirmiştir ki ölümü tatmadan yükselip görünmeyen alemlerde yaşayabilmektedir. Bunu kendi iradesiyle başardı ve bize çok yardımcı oluyor. Annem sizin deyiminizle İsa’nın bulunduğu semavi alemlerdedir, bu yere yedinci cennet de denir. Size göre büyük bir gizem olan bu olayda aslında hiçbir gizem yoktur, çünkü orası bilinçte bir yerdir. Bu bilince erişenler fani görüş açısının dışındadırlar, ama geri dönüp istekli insanları eğitebilirler. Bedenlerini o denli mükemmelleştirmişlerdir ki istedikleri her yere bedenleriyle gidebilir, enkarne olmaksızın dünyaya dönebilirler. Oysa sıradan insanlar enkarne olmak zorundadırlar.” (Sayfa: 76-78)

BÖLÜM : 12

Himalayaların eteklerinde küçük bir köye varmıştık. Köylüler Emil ve Jast’a çok saygılı davranıyorlardı. Jast daha önce vahşi kar adamlarının tutsak ettiği üç köylüyü kurtardığından yine aynı işi yapması için bir çağrı almıştı. Kar adamları dağların karlı bölgelerinde yaşıyor, tüm uygarlıkla temaslarını yitirdikleri için vahşi ve savaşçı varlıklar olarak biliniyorlardı. Bazen ellerine düşen talihsiz köylülere işkence de yapıyorlardı. Bir kurtarma grubu oluşturulacağını duyunca sevindik, kar adamlarını görmeyi umut ediyorduk. Ama Emil ve Jast’ın köylüleri kurtarmaya yalnız gideceklerini öğrenince hevesimiz kursağımızda kaldı.
Birkaç dakika sonra Emil ve Jast gözden kayboldular. Geceyi dostlarımızın gelmelerini bekleyerek geçirdik, ama onlar ancak ertesi akşam dönebildiler, yanlarında kurtardıkları dört köylü vardı. Adamlar biraz dinlendikten sonra kendilerini tutsak eden kar adamlarıyla ilgili inanılmaz bir hikaye anlattılar. Söylediklerine göre vahşi kar adamları tamamen çıplak dolaşıyorlardı, bedenleri vahşi bir hayvanınki gibi tüylerle kaplıydı. Yüksek dağların şiddetli soğuğuna dayanabiliyor, çok hızlı hareket edebiliyorlardı. Kar adamlar üstatlara “Güneşten gelen adamlar” diyorlarmış. Üstatlar yanlarına gidip köylüleri bırakmalarını söylediklerinde hiç direnmemişler, çünkü onlardan çok korkuyorlarmış. Ne kadar ısrar ettiysek de Emil ve Jast’a kar adamlarıyla ilgili pek bir şey anlattıramadık. (Sayfa: 79-83)

BÖLÜM : 13

Bir tapınağı ziyaret etmek için Emil, Jast ve ben yola çıkmıştık. Birden bir fırtına çıktı, şimşekler çaktı, yıldırımlar düştü. Düşen yıldırımların birkaç yerde otları tutuşturduğunu fark ettik. Daha ne oluyor demeye fırsat kalmadan yangın dört bir yanımızı sarıverdi. Ben paniğe kapılmıştım, oysa Emil ve Jast gayet sakindiler. İki kaçış yolu olduğunu söylediler. Birincisi, beş mil ötedeki kanyonda akan bir dereye ulaşıp orada yangının sönmesini beklemek. İkincisi, yangının içinden geçip gitmek!
Bu insanların acil durumlarda neler yapabildiğini bildiğim için bir anda korkularımdan kurtulup kendimi onların korumasına bıraktım ve aralarına girdim. Yangının en şiddetli olduğu yere yöneldik. Sanki önümüzde üstü kemerli bir geçit açılmıştı, dumandan, sıcaklıktan ve ayaklarımızın altında yanan dallardan hiç etkilenmeksizin yangının içinden geçmeye başladık, çevremizde yangın yokmuş gibi sakin bir şekilde yürüyorduk. Küçük bir dereyi geçene kadar bu böyle devam etti, sonunda tamamen yangının dışına çıktık.
Yangının içinden geçerken Emil bana şöyle dedi: “Biz şimdi bedenlerimizi yangından daha yüksek titreştiriyoruz, bu durumda yangın bize zarar veremez. Başka bir deyişle, titreşimimizi yangınla aramızda hiçbir çatışmanın olmayacağı düzeye yükselttik, onunla mükemmel bir uyum içine girdik. Eğer dışardan insanlar bize bakıyor olsalardı gözden kaybolduğumuzu sanırlardı, oysa her zamanki kimliğimizle buradayız. Bu bizimle teması yitiren fani duyguların algısıdır. İsteyen herkes yaptığımız şeyi yapabilir.” (Sayfa: 84-88)

BÖLÜM : 14

Oraya vardıktan az sonra köyün çok ilginç bir yer olduğu ortaya çıktı. Çünkü iyi korunmuş bazı eski kayıtlar Vaftizci Yahya’nın bu köyde beş yıl kaldığını gösteriyordu. Daha sonra söz konusu kayıtları gördük, yazılar dilimize çevrildiğinde Yahya’nın bu ülkede on iki yıl kaldığını, aslında Yahya ile hemen hemen aynı yolu izlediğimizi öğrendik.
Ulaklar kar adamları tarafından kaçırılan dört köylünün kurtarıldığı haberini etrafa yaymış, çevre köylerden birçok insan şifa için köyde toplanmıştı. Ayakları donmuş yirmi yaşında genç bir kadının ayakları gözlerimizin önünde tamamen iyileştirildi, kadının ayağa kalkıp yürüdüğünü gördük! İki kör adamın gözlerinin açıldığına da tanık olduk,.bize söylendiğine göre adamlardan biri doğuştan kördü. (Sayfa: 89-92)

BÖLÜM : 15

Üç gün sonra Vaftizci Yahya’nın kayıtlarını incelediğimiz köyden on iki mil uzaklıktaki bir başka köye ulaştık. Akşam üzeri bir üstat geldi ve geceyi bizimle geçirdi. Anlattığına göre bu köyde doğup büyümüş, söz konusu kayıtları da ataları tutmuştu, o zamandan beri kayıtlar ailesinin elindeydi. Üstat, kayıtları tutan kişiden sonraki beşinci kuşaktandı ve ailenin hiçbir üyesi ölümü deneyimlememişti. Hepsi de bedenleriyle yükselmişlerdi, istedikleri zaman geri dönebilirlerdi. Ona Vaftizci Yahya’nın kayıtlarını tutan kişinin gelip bizimle konuşmasının mümkün olup olmadığını sorduk. Bunun mümkün olduğunu, hatta görüşmeyi o akşam yapabileceğimizi söyledi.
Akşam yerlerimize oturduktan birkaç dakika sonra beklediğimiz varlık odada belirdi. Aşağı yukarı otuz beş yaşlarında görünüyordu, tanıştırılırken hepimizle ayrı ayrı tokalaştı. Doğrusu görünüşü hepimizi şaşırtmıştı, çünkü çok yaşlı birini bekliyorduk. Orta boyun biraz üzerindeydi, yüz hatları sertti, ama gördüğüm en anlamlı ve şefkatli ifadeye sahipti. Hareketleri karakterinin gücünü yansıtıyor, varlığı ışık saçıyordu. Bir süre sonra konuşmaya başladı: “Evet, söylendiği gibi bu kayıtlar benim tarafımdan tutulmuştur. Vaftizci Yahya ile ilgili kayıtlar, burada bizimle geçirdiği yılların gerçek olaylarını yansıtmaktadır. Kayıtlar onun engin bilgiye sahip olağanüstü akıllı bir adam olduğunu gösteriyor. Öğretimizin doğru olduğunu anladı, ama onu gerçekten idrak edemedi. Eğer bunu yapabilseydi ölümü asla deneyimlemeyecekti. Bu odada oturup babamla Yahya’nın konuşmalarına tanık oldum, öğretinin büyük bölümünü burada aldı. Babam bu odada semavi aleme yükseldi ve Yahya onun gidişini gördü.
“Ailemde yükselirken bedenini birlikte götürmemiş tek bir varlık bile yoktur. Bu yükseliş, bedenin ruhsal olarak mükemmelleştirilmesi anlamına gelir. Hepimiz ışığa ulaşmaya çalışanlara yardım ediyoruz, sürekli olarak Evrensel Zihne yolladığımız mesajlar dünyanın her yanındaki Tanrı çocukları tarafından alınıp yorumlanmaktadır. Beni farklı gördüğünüzü biliyorum, ama yanılıyorsunuz, hiçbirimiz birbirimizden farklı değiliz.
“Çiçeğin ideal imgesi en küçük ayrıntısına kadar tohumun içindedir. Aynı şekilde Tanrı her çocuğa ait imgeyi, kendini onun vasıtasıyla ifade etmek istediği kusursuz imgeyi zihninde tutar. Eğer Tanrının kendini bizim vasıtamızla ifade etmesine izin verirsek, bu ideal ifade biçiminden daha çok şey elde edebiliriz. Ancak işleri kendi elimize aldığımızda sorunlar ve zorluklar başlar. Bize sizden farklı olmadığımız öğretilmiştir, bu sadece anlayışta bir farklılıktır.
“Tüm farklı izm’ler, mezhepler ve inançlar hepsi iyidir, çünkü onlar eninde sonunda takipçilerini gözden kaçırdıkları derin bir gerçeğin idrakine götürecektir. İnsanı her şeye sahip olmaya götürecek şeyin bu olduğunu biliyoruz. Kişinin sahip olmadığı, ama olabileceği bir şeyin bulunduğunu bilmesi onu o şeye sahip olmaya zorlayacaktır, her şeyde ilerleme böyle kaydedilir. Fikir önce Tanrının bilincinden insanın bilincine aktarılır, ne var ki insan bir yanılgıya düşüp fikrin geldiği kaynağı tanıyamaz, onun tümüyle kendi fikri olduğunu sanır ve Tanrıdan uzaklaşır. Tanrının insan için öngördüğü mükemmelliği Onun vasıtasıyla ifade etmek yerine kendi bildiği gibi ifade eder. Böylece kusursuz biçimde tezahür etmesi gereken şeyi kusurlu bir biçimde tezahür ettirir.
“Eğer insan her fikrin Tanrının mükemmel bir ifadesi olduğunu idrak etse, fikir gelir gelmez onu kendi ideali yapsa, ondan fani ellerini çekebilse ideal kusursuz bir biçimde tezahür eder. İnsan mükemmelliği ifade etmeyi böyle öğrenecektir. Bilmesi gereken tek şey, zihin gücünün tamamen dışına çıkıp direkt Tanrıdan geleni ifade etmektir.” (Sayfa: 93-97)

BÖLÜM : 16

Sabah kahvaltı masasına oturduğumuzda karşımızda dört adam vardı. İlki bu dünya üzerinde 1000 yıl yaşamıştı. Bedenini o denli mükemmelleştirmişti ki onu istediği her yere götürebiliyordu. Fizik yapısı hala 35 yaşındaki bir adamın canlılığına sahipti. Yanında oturan onun beşinci kuşaktan torunuydu, 700 yılı aşkın bir süredir dünyada yaşıyor, ama en fazla 40 yaşında görünüyordu. Üçüncüsü dünyada en az 500 yıldır yaşayan Emil’di, o da ancak 40’ında görünüyordu. Dördüncüsü ise 40 yaşındaki Jast’tı.
Kahvaltıdan sonra arkadaşlarımızdan biri hesabı ödeme girişiminde bulundu. Emil bizim misafir olduğumuzu söyleyerek onu engelledi ve hizmet eden kadına hesabı ödedi. Bu adamların yanlarında asla para taşımadığını biliyorduk, para gerektiğinde onu da Evrensel Özden hemen tezahür ettiriyorlardı.
Akşama kadar dağda bayırda dolaştığımız halde dostlarımızın elbiselerinde toz ve kir olmadığını hayretle fark ettim, oysa bizim üstümüz başımız toz ve kirden görünmez haldeydi. Kayıtları tutmuş olan dostumuz aklımdan geçenleri anlamış olacak ki şöyle dedi: “Bu size olağandışı bir şey gibi görünebilir, ama Tanrının yarattığı bir tozun istenmediği ve ait olmadığı bir yere yapışması söz konusu değildir.” Sonra birden giysilerimizin onlarınki gibi tertemiz olduğunu fark ettik. Bu arada yorgunluğumuz da gitmiş, sabah uykudan yeni uyanmış zinde insanlara dönmüştük! (Sayfa: 98-101)

BÖLÜM : 24

31 Aralıkta sadece üstatların katılacağı bir tören yapılacağından söz ediliyordu. Her gün yeni gelen yabancılarla tanıştırılıyorduk, çünkü törene biz de davetliydik. O akşam toplantıya gittik, salonda iki yüz kişi kadar vardı. Birçok konuşmacı sırayla konuşmalarını yaptıktan sonra sıra son konuşmacı olan Emil’in annesine geldi. Grubumuzdan biri, düşünce ve sözlerimizin yaşamlarımız üzerinde bir etkisi olup olmadığını sordu. Kadının ileri uzattığı elinde küçük bir taş belirdi ve kusursuz bir İngilizceyle konuşmaya başladı: “ Şimdi bu çakıl taşını su dolu kaba atıyorum. Gördüğünüz gibi genişleyen halkalar kabın kenarına çarptıktan sonra taşın suya düştüğü noktaya geri dönüyorlar. Aynı şey her düşünce ya da söz için de geçerlidir. Onlar da belirli titreşimleri harekete geçirerek yayılır, sonra onu çıkaran kaynağa geri dönerler. Bu geri dönüş Kutsal Kitabınızda sözü edilen Hüküm Günüdür. Yollanan söz ya da düşüncenin olumlu ya da olumsuz olmasına bağlı olarak hüküm de olumlu veya olumsuz olacaktır. Her düşünce ya da söz tohum haline gelir, bu tohum zihinde tutulur, daha sonra da fizik formda ifade edilecek bir kavram ya da görüş olur. Kusursuzluk düşünceleri kusursuzluğu, kusurluluk düşünceleri ise kusurluluğu meydana getirir.
“Ruh insanın çağrısına bu şekilde yanıt verir, insan söz ya da düşüncesiyle istediği şeyi alır. Sizi cennetten ayıran tek şey, cennet çevresinde yaratmış olduğunuz maddi düşünce sisidir, bu da Tanrısallığı kuşatan gizeme neden olmuştur. Ama bu gizem perdesi şimdi yavaş yavaş bir kenara çekilmekte ve hiçbir gizemin olmadığı görülmektedir. Farklı kilise örgütlerini kuranlar Tanrıyla ilgili her şeyi gizemle kuşatmayı uygun görmüşlerdir. Her tarafta kabul edilmiş dini esaslara aykırı ne kadar çok örgütün ortaya çıktığına bir bakın. Ama hepsi de sonunda birleşmek ve bir olmak zorundadır.
“Üç olaya dikkat etmemiz gerekir. Bunlardan biri uzun zaman önce meydana gelen ve insanda Mesih bilincinin doğuşunu simgeleyen olaydır, yani bebek İsa’nın doğumudur. İkincisi, büyük ulusunuz (Amerika) Mesih bilincini kabullenip idrak ettiğinde gerçekleşecek olaydır. Üçüncü ve son olay ise ihtişamların en büyüğüdür. Herkes içindeki Mesih bilinciyle yaşayıp beyaz zambaklar gibi açtığında gerçekleşecek olan Mesihin İkinci ve Son Gelişidir. Bu Kurtuluştur, bu Birliğe erişmektir.” (Sayfa: 150-157)





2 yorum:

hayaletsenesende dedi ki...

teşekkür ederim

Adsız dedi ki...

Bende