26.05.2007

SPİRİTOLOJİ, PARAPSİKOLOJİ, UFOLOJİ
TEMEL ALT YAPI KİTAPLARI
CİLT : 7
BİLİMSEL ARAŞTIRMA MERKEZİ YAYINLARI

TELEPATİ – Uzaduyumun Bilimsel İncelenmesi (1. Kitap)

Eski adıyla Sovyetler Birliği’nde 1919 yılında meydana gelen ünlü “Gümüş Kaşık Olayı” telepati çalışmalarında bir dönüm noktası oluşturmuştur. Bir elektroteknikçi olan Bernard Kaschinsky materyalist bir insandı, olağandışı olaylara inanmak gibi bir eğilimi de yoktu. Bir gece yatağında uyurken gümüş bir kaşığın cam bardağa vurmasından hasıl olan bir sesle uyandı. Gürültünün geldiği kaynağı odasında boşuna aradı!
Ertesi gün, tifoya yakalanmış bir arkadaşının gece yarısı öldüğünü öğrendi. Başsağlığı dilemek üzere arkadaşının evine gittiğinde yatağın yanındaki masanın üzerinde duran gümüş kaşıkla cam bardağı görünce çok şaşırdı. Ölen arkadaşının annesi Kaschinsky’nin bardağa dikkatle baktığını görünce kaşıkla bardağı eline alarak oğlunun nasıl öldüğünü izah edip gözyaşları içinde şunları anlattı: “İlacını bardakta işte böyle karıştırdım, tam vermek üzereydim ki gözleri kapandı. İlacı almak nasip olmadı.” Kaschinsky kaşığın bardakta çıkardığı sese dikkat etti, tıpkı dün gece uykusunda duyduğu sese benziyordu. Bir kilometre uzaktan, tam da arkadaşının öldüğü saatte duyduğu sesti bu. Acaba hangi esrarengiz güç bu kadar uzaktan, hem de derin uykudayken kaşık sesini duymasına sebep olmuştu!
Kaschinsky bu esrarengiz olayı aydınlatmaya karar verdi. Ünlü Sovyet bilim adamı Alexander Wassilyewitsch ile insanın sinir sistemi üzerinde yaptığı çalışmalar sonunda, sinir sisteminin henüz bilinmeyen birçok etkiye tepki verdiğini ve kendinin böyle bir yeteneğe sahip olduğunu keşfetti. (Sayfa: 10-11)

Kaschinsky’nin çalışmalarıyla yakından ilgilenen kişilerden biri de devrin tanınmış hayvan terbiyecilerinden Wladimir Durov’du. Yaptığı çalışmalar, hayvanlar arasında düşünce naklinin mümkün olduğunu gösteriyordu. On binden fazla deneydeki rastgele başarı olasılığının 10 milyonda 16 olduğu ortaya çıktı. En şüpheci uzmanlar bile bu sonuç karşısında ikna olmuşlar, Durov’un emirlerini hayvanların yerine getirdiğini kabul etmek zorunda kalmışlardı. Çalışmaları esnasında Durov’un beyninin 1,8 mm uzunluğunda yüksek frekanslı dalgalar yaydığı saptandı. Durov insan ve hayvanların gözlerinden ışınlar çıktığını ileri sürüyordu. En vahşi hayvanların bile insan bakışlarıyla ehlileştirilebileceğini kanıtlamış, öteden beri esrarını koruyan insanın ensesine bakarak tesir yaratma olayını da incelemiştir. Durov, eğer bulgularında bir yanlış varsa bilim adamlarının bunları ortaya çıkarmasını istemiş, ancak bilim çevrelerinden bu meydan okumaya hiçbir itiraz gelmemişti. Bu arada çalışmalar sürmüş ve bazı Sovyet bilim adamları gözlerden çıkan ışınlarla kozalaksı bez, yani epifiz arasında bir ilişki olduğu görüşünde birleşmişlerdi. Bu ister istemez insanın aklına doğu mistisizmindeki “Üçüncü Göz”ü getirmektedir. Eski metinlerde üçüncü gözle kozalaksı bez arasında bir bağlantıdan söz edilmiştir.
1959 yılında Buenos Aires’de yapılan Psikologlar Kongresinde, kozalaksı beze uygulanan elektriksel bir impulsun süjede hayali ışık etkisi yarattığı, aynı zamanda gözde ağ tabakası fenomenleri meydana getirdiği saptandı. Durov, insan bakışlarıyla belirli yılan ve balıklarda felç olayları yaratılabileceğini de keşfetmişti. Gözlerden çıkan bu ışığın dalga boyu yaklaşık yüzde 8 mm’dir, yani radyo dalgaları ile enfraruj dalgaları arasındadır. (Sayfa: 11-12)

1942 yılında Profesör S.J.Turlugin’in telepatiyle ilgili çok önemli bir çalışması Leningrad’da yayımlandı. Konuyla ilgili olarak Turlugin şöyle diyordu: “Eğer alıcı ( ikinci insanın ensesi) vericinin ( insan gözü) bakış açısı içindeyse, ince delikli bir tel örgü arkasında oturan birini bile ayağa kaldırabilir.” Turlugin daha sonra bu ışınların çok ince optik ağlar içinden geçebileceğini de saptadı. Turlugin insan gözünden çıkan ışınların çok kısa elektromanyetik dalgalar olduğu sonucuna vardı, yüksek frekanslı milimetrik dalgalardı bunlar. (Sayfa: 13)

Telepati olayı birçok yönden araştırılmaktadır, hipnoz da bu araştırma alanlarına dahildir. Hipnoz altında kişiyi geçmişe götürme olayına ekminezi denir. İlginç bir ekminezi olayı Dr. L.B. Kompaneyez tarafından gerçekleştirilmiş ve 73 yaşındaki bir kadın 8 yaşındaki yaşamına geri götürülmüştür. Kadın 65 yıl evvelki bir günü tüm ayrıntılarıyla hatırlamakla kalmamış, devrimden sonra kaldırılan imla kurallarıyla yazı yazıp tüm deney boyunca gözlüksüz olarak gayet net bir şekilde görebilmiştir. Gayet açıktır ki hipnoz aracılığıyla beyin ve vücuttaki bazı ‘alıcılar’ ve hangisi olduğunu henüz bilmediğimiz ‘alıcı organlar’ faaliyete geçmektedir. Büyük olasılıkla bu alıcılar maddi karakterdedir. (Sayfa: 15)

STALİN’in Ünlü Telepatı WOLF MESSİNG

Wolf Messing, 1899’da Varşova yakınlarındaki Gora Kalwaria’nın küçük bir köyünde doğdu. Ailesi son derece yoksul ama dindar kişilerdi. Altı yaşındayken Talmud’u ezbere bilen Wolf’un güçlü bir hafızası vardı. Köyün hahamı Wolf’un okula giderek din dersleri almasını ve haham olmasını önerdi, Wolf bu öneriyi kesin olarak reddetti. Bir gün babası onu sigara almaya göndermişti. Akşam vakti evlerinin verandasının basamaklarında beyaz giysiler içinde adeta parıldayan devasa bir kişi aniden önünde belirdi, “Oğlum, sana geleceğini bildirmek üzere Yukarı’dan gönderilen bir haberciyim ben! Okula git, duaların gökleri hoşnut edecektir” diyerek ortadan kayboldu. Wolf yere serildi kaldı, kendine gelince başında telaşla bekleşen ana babasına başından geçenleri anlattı. Bu olaydan sonra daha fazla direnemeyerek okula başladı.
Okulda dua ile geçen hayat onu mutlu etmiyordu. On bir yaşındayken cebine birkaç kuruş koyup bir trene kaçak olarak bindi, oturma yerlerinden birinin altına gizlendi. Kontrolör bilet sorunca bir gazeteden kopardığı kağıt parçasını adama uzattı ve kontrolörün bunu bir bilet olarak algılaması için telkinde bulunmaya başladı. Kontrolör kağıt parçasını elinde evirip çevirdikten sonra “Madem biletin var orada neden saklanıyorsun? Hadi kalk iki saat sonra Berlin’de olacağız” dedi. Bu olay Wolf’un zihni yeteneğini ilk keşfedişiydi, kontrol memurunun zihnini yönlendirebildiğini anlamıştı.
Berlin’de bakkal çıraklığı yaparken bir gün yolda açlıktan düşüp bayıldı. Hastaneye kaldırdılar. Hastanenin psikiyatristi Dr. Abel çocuğun olağanüstü yetenekleriyle ilgilendi ve ona isterse katalepsi haline girebileceğini söyledi. Daha sonra Wolf çeşitli yerlerde gösteriler yapmaya başladı, bir tabuta giriyor ve üç gün süreyle bir ceset gibi yatıyordu. Viyana’da yaptığı bir programdan sonra Albert Einstein ve Sigmund Freud’la tanıştı, yaptığı telepatik numaralarla onları da şaşırttı.
On yıl süreyle tüm dünyayı dolaştı. Hindistan’da Gandhi ile görüştü ve Gandhi’nin yaptığı bir testi de başarıyla atlattı. Polonyalı bir kontun mücevherlerini bularak ününü iyice artırdı. Messing, 1937 yılında Varşova’da verdiği bir temsilde “Hitler doğuya saldırırsa mahvolur” demişti, oysa ortada henüz savaş filan yoktu. Hitler tüm inançlı mistikler gibi bu kehanetten etkilendi ve Messing’in başına 200 bin Mark ödül koydu. 1939’da Alman orduları Varşova’ya girdiğinde bir Nazi subayı Wolf’u sokakta çevirip kimlik sordu, onun Messing olduğunu anlayınca insafsızca döverek hapse attı. Yetenekleri bu sefer de Wolf’un imdadına yetişmişti. Tüm subay ve erlerin kendi hücresinde toplanmaları için zihinlerine telepatik emirler gönderdi, gerçekten de bir süre sonra hepsi hücresinde toplandılar. Wolf yattığı yerden fırlayarak kapıyı üstlerine kilitleyip kayıplara karıştı. O akşam Sovyet sınırını geçmeyi başardı, ama ana babasıyla kardeşleri Naziler tarafından acımasızca katledildiler.
Sovyetlerdeki Bielorusi kentinde gösteri yaparken iki Sovyet polisi tarafından sahneden alınarak apar topar Stalin’in huzuruna çıkarıldı. Stalin onun ününü duymuştu, Messing’i denemeye karar verdi. İlk denemede yeteneğini kullanarak Moskova’daki Gosbank gişesinden 100 bin Ruble çalmasını istedi. Messing bankaya girdi ve not defterinden kopardığı iki boş yaprağı gişedeki memura uzattı, sonra da adama 100 bin Rubleyi çantaya koyması için zihni telkinde bulundu. Memur hemen harekete geçip paraları çantaya yerleştirdi. Messing çantayı alıp bankadan çıktı ve dışarda bekleyen Stalin’in görevlendirdiği iki adama para dolu çantayı gösterdi. Sonra geri dönüp veznedara biraz evvel verdiği çeklere tekrar bakmasını söyledi, boş kağıt parçalarını gözden geçiren adam kalp krizi geçirerek olduğu yere yığıldı!
Stalin bu sefer daha zor bir deneme yapmaya karar verdi. Messing bir hükümet binasına götürülecek ve oradan çıkması istenecekti. Binada görevli tüm muhafızlar Messing’i binadan çıkarmamak için sıkı emir almışlardı. Wolf rahatlıkla binadan çıkmayı başardı, üstelik onu gören tüm muhafızlar selam durmuşlardı. Stalin bu olaydan çok etkilendi ve son bir deneme daha yapmak istedi.
Bu sefer Messing izinsiz ve geçiş belgesi olmaksızın Stalin’in Kuntsevo’daki odasına girecekti. Evin çevresinde çok sayıda muhafız vardı, koruma olağanüstüydü. Birkaç gün sonra Messing Stalin’in bulunduğu binaya girdi, muhafızlar selam duruyor, hizmetkarlar saygıyla kapıları açıyorlardı. Bir dizi odadan geçtikten sonra Stalin’in bulunduğu odaya girdi. Stalin Messing’i karşısında görünce hayretten donakaldı. Bunu nasıl başardığını sorunca Messing,
“Muhafiz ve hizmetkarlara zihni telkinde bulundum, ben Beria’yım, ben Beria’yım dedim” diye yanıtladı. Oysa Messing Stalin’in gizli polis şefi Laurenti Beria’ya hiç benzemiyordu! Bu olaylar duyulunca Messing’in ünü tüm Sovyetlere yayıldı. Bazı siyasiler onun çok tehlikeli biri olduğunu söyledilerse de Stalin Wolf’u korumaya devam etti.
Sovyet bilim adamları ve parapsikologlar onunla deney yapmak için birbirleriyle yarışır olmuşlardı. Messing, Rus Alman ilişkilerinin çok iyi olduğu 1940 yılında bir kehanette bulunarak Sovyet tanklarının faşizmi ezeceğini ve Berlin sokaklarında boy göstereceğini söyledi. Oysa Stalin o günlerde Hitlerle bir saldırmazlık antlaşması imzalamıştı. Fakat antlaşma çabuk bozuldu ve Nazi orduları Sovyet topraklarına girdiler. 1943 yılında Messing, Baltık, Beyaz Rusya, Ukrayna ve Kırım’ın Nazilerce işgal edileceğini söyledi ve aynen dediği gibi de oldu. Bir emniyet tedbiri olarak götürüldüğü Sibirya Novosibirsk’te savaşın 1945 Mayısında sona ereceğini söyledi ve savaş Mayısın ilk haftasında sona erdi. 1940 yılında yaptığı kehanet doğru çıkmış, Sovyet tankları Berlin sokaklarında boy göstermişti. Messing Sovyetlerde kazandığı paralarla Kızıl Ordu’ya iki uçak hediye etti.
Tüm zamanların en büyük telepatlarından biri olan Wolf Messing, kendisi hakkında sorulan sorulara verdiği yanıtlarda olağanüstü yeteneğine dair bazı ipuçları vermiştir. Messing telepati yeteneği hakkında şunları söylemiştir: “İnsanların düşünceleri imajlar halinde gelirler bana. Nerede olurlarsa olsunlar vizyonları alırım. Düşünce okuma gücünde doğa üstü ve esrarlı bir durum yoktur. Benim yaptığım, doğal yasaları disiplin altına alarak kullanmaktan ibaret. Kendimi karışık tesirleri alacak şekilde bir tür derin gevşeme haline sokmakla işe başlıyorum ve telepati kolayca meydana geliyor. Hangi düşünce olursa olsun alırım. Vericinin vücuduna dokunursam, düşüncelerini diğer düşüncelerden arınmış olarak almam daha kolay olur, ama fizik temas ille de gerekli değildir benim için. Gözlerimi bantla kapattıklarında telepatik faaliyet daha kolay olur. Vericiyi görmediğim durumlarda, düşüncesini yakalamak için tam bir konsantrasyona girerim. Sağır ve dilsizlerden gelen yakalanması pek kolay düşünceler çok ilgi çekicidir. Galiba diğer insanlardan daha açık seçik düşündükleri için böyle oluyor. Vericinin zihni karışıksa ve çelişkili düşüncelerle doluysa, telepat tıpkı bulanık çekilmiş bir fotoğraftaki gibi net olmayan vizyonlar görür.
“Telepatik faaliyet belki de elektromanyetik alanlara bağlıdır ya da henüz varlığından haberdar olmadığımız başka bir alana. Ünlü astrofizikçi N. Kozirev telepatinin çekim alanına bağlı olduğunu düşünüyor. Bilim telepatiyi mistik bir atmosferden kurtararak nasıl çalıştığını keşfetmelidir. Radyo dalgalarını tanıyalı çok olmadı, neden telepati bu türden yeni bir buluşa bizi yöneltmesin? Bilginlerin, hayatlarına her an karışan telepatiyi anlamamaları ya da anlamak istememeleri beni daima hayretler içinde bırakmıştır. Ortaçağ allamesi gibi davranmıyorlar mı? Skolastik bağlılık atın ağzındaki dişleri saymaya mani oluyordu. Tanrıya inanmamakla birlikte mistik bir cemiyete de girdim, o zamanlar spiritizm hayli revaçtaydı. Spiritler, şüpheci kimselerin bedensiz ruhlarla temasa engel olan etkiler yaydıklarına inanıyorlardı. Oysa benim bulunduğum celselerde masa darbeleriyle mesaj alınmış, bedensiz varlıklar kara taş üzerine tebeşirle yazılar yazmışlardı, bazıları da fantom meydana getirmişlerdi.
“Yüzü gülmemişlere yardım etmek için tüm yeteneklerimi kullanmaya hazırım. İnsanların zihnine etkili düşünceler sokabilme yeteneğinden hasta kimselere yardım için bir şifacı gibi yararlanılabilir. Zihni telkin gücümle intiharın eşiğine gelmiş insanlara cesaret ve inanç verebilirim. Geleceği görme yeteneğim dünyanın materyalist anlayışına zıtmış gibi görünebilir. Kehanette gizemin ve mantığa aykırılığın yanı sıra dolaysız bir biliş de vardır, buna önceden görme diyoruz.
“Biz, zaman- mekan ve bunların geçmiş, şimdi ve gelecekle ilişkileri konusunda karmaşık fikirlere sahibiz. Bu bilgi şu anda izah edilemez gibi görünüyor. Elbette insanın hür iradesi var, ama büyük merkezler de mevcut. Gelecek, geçmişle şimdinin devamından ibarettir, aralarında düzenli bağlantılar var. Bu bağlantıların işleyiş şekli henüz aydınlatılamamıştır, ama bana göre bunlar bir bütündür. Bana geleceği nasıl bildiğimi soruyorlar. Bir irade çabası içindeyken herhangi bir olayın sonucu gözlerimin önünde bir ışık gibi beliriyor. Doğrudan bilmenin işleyiş şekli, mantıki sebep sonuç zincirinin kısa devre yapmasıdır, bu da görücüye bir olayı belirleyen zincirin nihai ve kesin sonucunu doğrudan doğruya gösterir.” (Sayfa: 18-32)

Telepati her zaman doğuştan gelen bir yetenek olmayıp Karl Nikolayev gibi sonradan da öğrenilebiliyor. Nikolayev’in telepati konusunda çocukluktan ya da aileden gelme hiçbir yeteneği ve deneyimi yoktu, sadece telepat olmaya karşı aşırı bir istek duyuyordu. Tiyatroya olan merakı onu ünlü telepatların gösterilerini izlemeye sevk etmiş, Orlando ve Wolf Messing gibi büyük üstatları izleyerek telepat olmaya karar vermişti.
İşe dostlarıyla başladı. Evlerinden kendine zihni telkinler göndermelerini istiyor ve bunları tahmin etmeye çalışıyordu. ‘Karl sigaranı yak’, ‘döne döne yürü’ türünden kısa telkinleri algılamada büyük başarı sağlayınca alıştırma yaparak telepat olunacağı fikri iyice kafasına yattı. Söylediğine göre bu çabaları biricik oğlunu annesiz büyütebilmesinde kendine çok yardımcı olmuştu. Bir keresinde, arkadaşlarıyla uzakça bir kente eğlenmeye giden oğlunu koca kentte telepati gücüyle bulmayı başarmıştı. Karl Nikolayev, eğer isterse her insanın telepat olabileceğini, herkeste parapsişik yetenekler bulunduğunu, sürekli deneyler yaparak bu yeteneği geliştirmenin mümkün olduğunu söylüyordu.
Bir keresinde Kamensky Moskova’da boş bir sigara kutusuna konsantre olmuş, Leningrad’da bulunan Nikolayev “Sigaraya benzer şeyler, kutu bu, içi boş, yüzeyi soğuk değil, kartondan” diyerek tam isabet kaydetmişti. Bir keresinde de sayısız gözlemci bilginin önünde bir deney yapılmıştı. Sibirya’nın Novosibirsk kentinde bulunan Nikolayev, Moskova’da bir halteri kaldıran Arlaşin’e konsantre olmuş ve aynen şunları söylemişti “Madeni, yuvarlak, uzun, iri, sert, mat demir çubuk, ham demir gibi, ağır, ne olabilir? Halter bu” (Sayfa: 33-44)

Ünlü “Gümüş Kaşık” olayının kahramanı Bernard Kaschinsky Durov ile ilk karşılaşmasını şöyle anlatıyor: “1919 yılında duyu dışı algılama konusunda görüşmek üzere Durov’a gitmiştim. Telepatik bir mesaj alırken nasıl bir izlenim edindiğini sorduğumda “Çok kolay, şuraya oturun” dedi. Bana arkasını döndü ve kağıda bir şeyler karaladı, kağıdı masaya bırakıp eliyle üstünü kapattı. Anormal hiçbir şey hissetmedim, ama sağ elimle kulağımın arkasına dokundum. Durov elini kağıttan çekti ve okumam için önüme sürdü. Kağıtta “Kulağının arkasını kaşı” diye yazıyordu. “Bunu nasıl yaptınız?” diye sordum. Gülümseyerek “Kulağınızın arkasında kaşıntı olduğunu hayal ettim ve kaşımak için sağ elinizi kaldırmak üzere olduğunuzu düşündüm. Ya siz ne hissettiniz?” dedi. Şüphesiz onun yolladığı mesajın farkında olmamıştım, ama kulağımın arkasını kaşımak ihtiyacını duymuştum.” (Sayfa: 46)

Yüzbaşı Bowers iki zarfı da açtı, zarfların içinden birer küçük zarf daha çıktı, onları da açtı. İki adam aynı tarihi taşıyan kağıtları yan yana koyup karşılaştırdılar. Kağıtlardaki işaretler %70 oranında birbirini tutuyordu. “Şu anda tarihi bir olaya şahit oluyoruz” dedi yüzbaşı Bowers, “ilk defa her türlü hileden uzak ve hiçbir aracı kullanmadan yapılan bu deneyde bir beyinden diğer beyne düşünce aktarılmıştır.” Deneyi gerçekleştirenler deniz subayı Teğmen Jones ve Kuzey Carolina Duke Üniversitesi öğrencisi Smith Durham idi.
Deneyin yapıldığı 16 gün boyunca öğrenci Smith kilitli bir odada hiç aksatmadan belirli saatlerde otomatik bir kart karıştırıcısının karşısına oturuyor ve cihazın dışarı attığı kartlara konsantre oluyordu. Bunlar oyun kartları değil, parapsikolojik araştırmalarda kullanılan Zener kartlarıydı. Hepsi de aynı renkteydi ve beş değişik işaret taşıyorlardı. Üç dalgalı çizgi, bir daire, bir artı, bir kare ve bir yıldız. Cihazın içinde bin adet kart karıştırılıyor ve günde iki kere belirli bir saatte birer dakika arayla beş kart dışarı atılıyordu. Smith’in işi bu kartlara konsantre olmaktı.
Aynı anda iki bin kilometre uzakta, Atlantik Okyanusu’nun yüzlerce metre altındaki bir denizaltıda yol alan teğmen Jones, öğrenci Smith’in konsantre olduğu kartları tahmin etmeye çalışıyordu. Teğmen tahmin sonuçlarını bir kağıda yazıyor ve kaptan Andersen’e teslim ediyordu. Test bittiğinde teğmen Jones her on karttan yedisini doğru tahmin etmişti. Herhangi bir sahtekarlık söz konusu olamazdı, çünkü denizaltıyla kilitli odadaki öğrenci arasında hiçbir bağlantı yoktu. Deney, iki beyin arasında çok uzaktan bağlantı kurulabileceğini hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir kesinlikle kanıtlamıştı. Böylece parapsikolojik çalışmalar sonunda bilimsel alana da taşınmış oldu. (Sayfa: 47-48)

31 Ocak ile 9 Şubat 1971 tarihleri arasında gerçekleşen Apollo 14’ün uzay yolculuğu tüm dünya tarafından ilgiyle izlenmişti. Ama izleyicilerden hiç kimse Kaptan E.D. Mitchell’in uçuş esnasında Zener kartları üzerine konsantre olarak dünyaya dört defa telepatik mesaj gönderdiğini bilmiyordu. Mesajlardan ikisi Ay’a giderken, ikisi de dönerken gönderilmişti. Önceden seçilmiş dört kişi, milyonlarca kilometre öteden gönderilen bu sinyalleri almaya çalışmıştı. Sonuç: Telepatik aktarım yapılmış, psi yeteneğinin çok elverişsiz şartlar altında da (uzayda) gerçekleştirilebileceği anlaşılmıştı.
Yer’den verilen telepatik bir şifreyle uçuş sırasında bir de yörünge değişikliği yapıldığı bilinmektedir. Yerdeki süjelerden biri Olof Johnson adlı bir mühendistir. Olof aynı zamanda Nasa’nın resmi medyumudur. Johnson’un sonradan açıkladığına göre, kendisi gönderilen telepatik sinyallerin çoğunu gayet net bir şekilde almıştır. Mitchell ise Olof’un gönderdiği sinyali gönderilmesinden 1-2 saniye önce almıştır. Bu durum, alıcı ve verici kişilerin o anda değişik zaman koordinatlarında bulunmalarından meydana gelmiştir. (Sayfa: 58-59)

Laboratuvar deneylerinde alıcıyla verici arasında kusursuz bir telepatik ilişkinin oluşması üç temel şarta bağlıdır. 1- Alıcı ve vericinin dikkatleri deney malzemesi üzerinde değil, birbirlerinin zihinleri üzerinde odaklanmalıdır. 2- Her iki zihin arasında fiziki bir etkileşim noktası bulunmalıdır. 3- Alıcının zihni tüm imaj ve sembollerden arınmalıdır. Yanında bulunan seyircilerin neden olacağı korku, endişe ya da gerilim kusursuz bir telepatik ilişkiyi engelleyen etkenlerdir.
Sempatik sinir sistemi, genel olarak parasempatik sinir sisteminin vücuttaki hasmı olarak çalışır. Örneğin, parasempatik sinir sistemi kalp atışını yavaşlatırken, sempatik sinir sistemi hızlandırır. Sempatik sinir sistemi adrenalin ve adrenalin benzeri bileşimlerce etkin hale getirilir. Bu yüzden sempatik sinir sisteminin etkinliğine adrenerji demekteyiz. Günlük yaşamda karşı karşıya kalınabilecek korku, savaşma ya da firar etme duygularının kişide oluşturacağı adrenerji halinin kişinin telepatik vericilik yeteneğini artırdığı anlaşılmaktadır.
Telepati her zaman sadece iki kişi arasında cereyan etmez. Bazı olaylardan da anlaşılacağı gibi telepati, telepatik şebekenin üçüncü üyesi olaya katkısının farkında olmasa bile aynı anda ikiden fazla kişi arasında oluşabilir. Bu olaylarda da alıcıların gevşemiş oldukları ve kolinerjik bir halde bulundukları, vericilerinse gerilim içinde oldukları tespit edilmiştir. Olayın farkında olmayan üçüncü kişi de gerilim içindedir, dikkati yoğunlaşmıştır ve belki de adrenerjik hal yaratan bir kaygısı vardır. Bu kişiye olayın bilincinde olmayan bir aktarıcı, bir ayar mekanizması ya da telepatik sinyalin büyütücüsü diyebiliriz. Çok sayıda insanı içine alan telepatik bir etkileşimde bir tek vericiyle birçok alıcı olabileceği gibi, birçok vericiyle tek bir alıcı da olabilir. (Sayfa: 61-64)

Hayvanlarda telepatik yeteneğin çok gelişmiş olduğu yapılan deneylerle ortaya çıkarılmıştır. Bazı hayvanlarda bu yetenek şaşırtıcı boyutlara varmaktadır. Dodgerfield adlı köpeğin gözlerini kapayan sahibi, masadan bir kart getirmesini emrettiğinde köpek masaya gider ve istenen kartı ağzıyla alırdı. Roger adlı bir diğer köpek, sahibinin aklından geçirdiği kelimeyi sesli bir komuta gerek duymaksızın pençesini üzerinde harfler bulunan küplere değdirerek gösterirdi. Dozie adlı köpek ise, eğer sahibi 4 rakamını düşünüyorsa tam 4 kere havlardı. Ama telepat köpekler arasında en ünlüsü George H. Wood’a ait 9 yaşındaki Christ’ti. Yeteneğini birçok kez televizyon ekranlarında da sergileyen Christ, bir keresinde az önce biten beyzbol maçının sonucu sorulduğunda pençesiyle her iki takımın yaptığı sayı kadar sahibinin koluna dokunmuş ve sonucu doğru olarak bilmişti. (Sayfa: 77-78)

SİRİUS MİSYONU’NDAN AÇIKLAMA

Yeryüzünde hiçbir kuruma kesin tarihi bildirilmemiş yakın bir gelecekte uzaylılar, bazı kutsal metinlerde sembolik ifadelerle anlatılmış kozmik bir olayın başlatıcıları olarak tüm dünya halklarının apaçık görebilecekleri şekilde çeşitli ülkelere uzay araçlarıyla ineceklerdir. Belli başlı birçok büyük devletin yetkili kişi ve kurumlarıyla uzaylıların yapmakta oldukları işbirliği sayesinde, insanlar arasında oluşması muhtemel kahredici şaşkınlık ve travmatik kaosun olabildiğince hafifletilmesine çalışılmaktadır. Ne var ki, nefsaniyetin azgınlaştığı bir dönemde aydınlığı görmezden gelen ve Pompei’nin son günlerini yaşayan insanlık, bazı kutsal metinlerde de belirtildiği gibi “APANSIZ YAKALANACAK” ve “GÖKLERDEN MELEKLER İNDİĞİNDE SAKLANACAK YER BULAMAYACAKTIR”
“Gök oğulları bu kez insanoğullarından eşler edinmek için” değil, tüm insanlığa kıyamet bilgeliğini öğretmek, bir “Kutsal Emanetin” teyidini yapmak için dünyaya görkemli uzay gemileriyle ineceklerdir. Kıyamet günlerinde böyle bir iniş çok önceden kararlaştırılmıştır. Bu olay, kıyam ettirici genel motivasyonların orijinal bir göstergesi olarak evrim tarihimizde yerini alacak son derece önemli bir başlangıcın simgesi olacaktır. Bu başlangıç ve son arasındaki kısa dönem “Altın Çağdır.”

TELEPATİ (2. Kitap)

Uri Geller, fizik yasalarını hiçe sayan tezahürler gerçekleştirerek bilim adamlarını hayrete düşüren telepati yeteneği de gelişmiş komple bir medyumdur. Uri, Stanford Research İnstitute’ye gelmeden önce yedi dosyalama kartı üzerine basit resimler çizilmiş ve her biri ayrı zarflara konularak mühürlenmişti. Bilim adamları zarflardan birini açıyor, deney odasında bulunan Uri’den çizimi tahmin etmesini istiyorlardı. Geller yedi resmin nerdeyse tamamını doğru olarak tahmin etmişti.
Ağustos 1973’de yapılan ve 8 gün süren ikinci deneyin sonuçları daha başarılıydı. Resimler 4.500 km uzaklıktaki doğu kıyılarında çiziliyor, bir odada sıkı kontrol altında tutulan Geller’den bunları tahmin etmesi isteniyordu. Hile yapma ihtimali sıfırdı. Sonuç olarak Geller tahmin etmeye çalıştığı 15 resimden 7’sinde inkar edilemeyecek bir başarı göstermiş, 4’ünde kısmen başarılı olmuş, geri kalan 4’ünde ise hiç çaba göstermemişti. Sonuç hiç de fena sayılmazdı. (Sayfa: 20-24)

1937 yılında Harold Sherman, ünlü Arktika kaşifi Sir Hubert Wilkins’le ilginç bir telepati deneyi gerçekleştirmişti. Verici Sir Wilkins, alıcı durumundaki Sherman’a yaklaşık 5 bin km öteden mesajlar gönderiyordu. Telepat Sherman aldığı mesajı defterine şöyle kaydetmişti: “Senin (Wilkins’in) uçağa binip havalandığını görüyorum. Görüşü imkansız kılan bir kar fırtınasına yakalandığını ve zorunlu iniş yaptığını görüyorum. Akşam orada yapılacağını sandığım Mütareke Balosuna katılmaya razı edildiğini görüyorum. Askeri üniforma içinde birçok bay ve bayanlar görüyorum. Sen de bir balo elbisesi giymişsin”
Verici durumundaki Sir Wilkins’in günlüğünde ise şu satırlar kayıtlıydı: “Bu sabah Saskatchewan’a gitmek ümidiyle havalandım. Yoğun bir tipiye yakalandım ve Regina’ya inmek zorunda kaldım. Hava alanında eyalet yöneticisi tarafından karşılandım. Beni o gece yapılacak Mütareke Balosuna davet etti, baloya birinden ödünç aldığım elbiseyle katılabildim.” Telepat Sherman’ın mesajı ne kadar doğru aldığını bu kayıtlar göstermektedir. (Sayfa: 26-27)

Telepat Sherman’ın, psişik alandaki elli yıllık deneyleri ve araştırmaları birçok kitaba ve makaleye konu olmuştur. Sherman, uyguladığı metotların kolaylıkla anlaşılabilen sade egzersizlere indirgenebileceğini söylemektedir: “Önce kendinizi geçici olarak fizik varlığınızın şuurunda olmayacak şekilde gevşetmelisiniz. Bunu yapabilmek için şuurlu zihninizle bedeninizin aşağı kısımlarını gevşek bırakmalı, şuurlu zihninizin dikkatini bedeninizin yukarılarına doğru çıkarmaya çalışmalısınız, o yukarıya çıktıkça bedeninizin her bir kısmını gevşetmelisiniz. Ta ki başa kadar çıkıp sadece var olduğunuzu hissedene kadar. Bu egzersizi ya bir iskemlede ya yatakta ya da bir kanepeye uzanarak yapabilirsiniz. Bir kez şuurlu zihninizin dikkatini bedeninizden uzaklaştırdınız mı, artık size bedeninizin tüm ağırlığını iskemleye ya da yatağa bırakmış ve zihnen bedeninizden dışarı çıkmışsınız gibi gelecektir.
“Fizik bedeninizi gevşettikten sonra yapacağınız iş zihninizin şuurlu dikkatini içeri yöneltmek ve içsel şuurunuzun karanlık odasına gerilmiş olduğunu hayal edeceğiniz beyaz bir sinema perdesine bakmak olacaktır. Eğer bir verici olarak düşünce göndermek istiyorsanız, aktarmak istediklerinizi zihninizin gözündeki bu sinema perdesinde canlandırmalı ya da hissetmelisiniz. Eğer perdeyi görmekte zorluk çekiyorsanız, perdenin dikkatin odaklandığı nokta olarak orada bulunduğunu hissedin, bu da aynı sonucu verecektir. Göndermeye çalıştığınız mesajı gerginleştirmeyin ya da zorlamaya çalışmayın. Gevşemiş halinizi koruyun ve aktarmakta olduğunuz düşüncenin alınmakta olduğuna dair inancınızı koruyun.
“Bir alıcı olarak faaliyet gösterdiğiniz zaman söz konusu zihni perdeyi boş bırakın. Perdeye ya da odaklandığınız noktaya yansıyabilecek imajları zihninizin gözüyle görmeyi bekleyin. Bazen vericiden ya da kendinizi uyumladığınız kişiden kuvvetli duygular alacaksınız. Her an imajlar ya da duygular halinde mesajlar almaya hazır olun. Her insani deneyim şuurda zihni resimler halinde kaydolur ve o anda edindiğiniz duygu da bu deneyimle ilişkilidir. Duygu, düşüncenin arkasında yatan gücü oluşturur.” (Sayfa: 27-28)

Sherman, kişinin başına gelen herhangi bir şeye göstereceği duygusal tepkinin şiddetinin, yayımlanan düşünce dalgaları ya da empülslerin şiddetiyle orantılı olduğuna inanmaktadır. “Duygunun bedenin değil, zihnin bir özelliği olduğuna eminim. Bu durumda duygu beden hücrelerini masseden, ama sadece zihin tarafından idrak edilen bir şey olmalıdır. Duygu belirli bir güç ya da enerjidir.”
Sherman’a göre insan bu gücü üretmek için konsantre olmalıdır. “İstediğiniz şeyi size geliyormuş ya da oluyormuş gibi zihninizde canlandırın. Öylesine iyi bir şekilde canlandırın ki, sanki halihazırda olmuş gibi zihninizin gözünde görebilesiniz. Siz yapmayı, olmayı ya da elde etmeyi arzu ettiğiniz şeyin imajını zihninizde tuttuğunuzda arzunuz en sonunda gerçekleşecektir.”
Sherman’ın “gevşeme, zihinde canlandırma” formülü her tür psişik fenomeni gerçekleştirmek için kullanılabilir, sadece “resim” değişmektedir. Örneğin Sherman, telepatik mesajları gönderirken vericinin, mesajın alıcıya nasıl görüneceğini zihninde canlandırmasını önermektedir. O zaman verici bir mesajı ya da emri fiziki olarak doğrudan alıcıya iletmenin hissini duyabilir. (Sayfa. 28-29)

Yüksek Rehber Ruh DJWHAL KHUL : “Telepatik hassasiyet, bir mürit doğru şekilde yönlendiğinde, tamamiyle kendini verdiğinde ve grup çalışmasını öğrendiğinde normal bir şekilde kendiliğinden oluşan bir gelişme gösterir. Eğer telepatik hassasiyetin geliştirilmesi zorlanmış bir süreç olursa geliştirilen hassasiyet de normal olmaz ve geleceğe ilişkin büyük güçlük ve tehlikeleri beraberinde getirir.” (Sayfa: 30)

Telepatiyle uğraşanlar düşüncenin psişik niteliğini iyi değerlendirmek zorundadırlar. Düşünce, insanın fizik ve psişik dünyasını şekillendiren en önemli faktörlerden biridir. Düşünceler fizik formlar halinde ilgili oldukları ya da yöneltildikleri yere dalga dalga yayılırlar. Bu dalgalar düşüncenin gücüne ve mesafeye bağlı olarak ilgili oldukları varlıkların bedenine nüfuz ederler.
Düşünce, söz ve jestle ifade edilmeden de canlı bir cisim, bir tür canlı varlık haline gelir ve daima ait olduğu kişiye, eşyaya veya yere gitmeye çalışır. Eğer açık seçik durumdaysa ve belirli bir şekle bürünmüşse hızla hedefine gider. İlgili kişinin mental (zihinsel) veya astral (duygusal) bedenine ulaşır. Düşüncenin düşüncesi böylece onu alan kişide noksansız olarak ortaya çıkar.
Bir kişi düşünce yoluyla falanca yerde görünmek ya da olmak isteyince, kendini temsil eden ve arzuladığı yere ulaşan bir düşünce formu yaratır. Bu tür bir formu meydana getirmeye yetenekli olan düşünce, zorunlu olarak büyük miktarda mental beden maddesi kullanmak zorundadır. Bu form düşünenden ayrılınca küçülür ve komprime hale gelir, önemli miktarda astral maddeye bürünerek gider. İlgili kişiye ulaşmadan önce canlı bir varlık boyutuna gelinceye kadar büyür. Düşünceyi yollayan kendine yakın birini korumak amacıyla uzaktan etkide bulunmak istiyorsa, düşünce bu koruma içerikleri sayesinde orijinal bir şekil alabilir.
Günümüzde giderek gelişen parapsişik bir bilim dalı da düşünce fotoğrafçılığıdır. Bilim adamları düşünce formlarının resimlerini kaydetmektedirler. Bu da düşüncenin maddi formlar haline girdiğini göstermektedir.
Düşünce formu yaratmada esas prensip, formların gönderileceği kişinin hayrına olmasıdır. Nefsaniyet ve şer amaçlı çalışmalar, iyilerde olduğu gibi asla cevapsız kalmaz ve sahibine geri döner. Bu dönüş bir şok şeklinde olur, çünkü gidişte olduğu gibi gelişte de aynı yapıdaki düşünce kendi benzerini güçlenerek kendine çeker. İyi ya da kötü bir birim olarak gönderilen düşünce on birim olarak sahibine geri döner. Bu yüzden, temiz bir yürek ve iyi niyet kötü düşüncenin saldırısına karşı en iyi koruyucu kalkandır. Temiz niyet, ince ve akışkan maddelerden oluşan astral ve mental bedenler meydana getirdiği için kaba maddeye ait titreşimlere cevap vermez. Kötü bir düşünce saf bir bedene çarpacak olursa büyük bir güçle geri itilir ve gönderene şiddetle çarpar. Bu da iyi niyetli ve temiz kişilere düşmanca düşünceler göndermenin ne kadar tehlikeli olduğunu göstermektedir.
Telepati çalışmalarında imajinasyonun temel bir faktör olduğu açıktır. İmajinasyon, düşünülen şeyin ruhta şekillendirilmesidir. Bu şekiller ve formlar daha sonra fizik planda fizik kalıplar olarak ortaya çıkarlar.Verici süjeler, herhangi bir şekli ya da bir objenin görüntüsünü alıcıya aktarabilmek için onların imajlarını amaca uygun bir şekilde meydana getirmek zorundadırlar. İnsanoğlu zihinsel imajlar yaratma gibi bir melekeye sahiptir. Hatta bunlar hiç görmediği, duymadığı nesneler de olabilir. Bu meleke imajinasyon sürecinin en önemli yapı taşıdır.
Bazı faktörlerin telepatideki başarı oranını etkilediği gözlemlenmiştir. Bazı ilaçların telepati yeteneğini artırdığı, bazılarınınsa düşürdüğü biliniyor. Sodium Amytal ve bazı uyku ilaçları yeteneği azaltmakta, buna karşılık cafein yeteneği artırmaktadır. Telepatik yetenek bilinç ve zekayla ilgili olmayıp yaratılışla ve bilinç üstüyle ilgilidir. Geri zekalılar veya deliler telepatide sonuç alamazlar, bunun nedeni dikkatlerini toplayamamalarıdır. Alıcı ile verici arasındaki sempati, fikri ve duygusal yakınlık telepatiyi olumlu yönde etkiler. Fazla kalabalık alıcıyı rahatsız eder, bu yüzden alıcıya sempati duymayan yabancı kimselerin deneylerde bulunmaması iyi olur. Vericiler, gönderecekleri imajları zihinlerinde açıkça oluşturabilmek için emretmeye yatkın kişilerden seçilmelidir, çünkü onların ifadelerinde her zaman açıklık ve kesinlik vardır. (Sayfa: 30-41)

PARACELSUS (Alşimist) 1493-1541 : “İradenin sihirli kudreti sayesinde denizin bu yanındaki bir kişi öte yanındaki bir kimseyi düşündüğü şeyden haberdar edebilir. İki karakter uyum içinde olduğunda, aralarında yüzlerce kilometrelik bir uzaklık da olsa birinin ötekini harekete geçiren duyguları anlaması imkan dahilindedir.” (Sayfa: 52)

Müziğin bizi daha geniş kapsamlı bir var oluş haliyle bağlantıya geçirebileceği fikri, geçmişte Fisagor için olduğu kadar bugün de Dr. Charles Muses için önemli bir gerçeği ifade etmektedir. Matematikçi Muses, “Kainattaki her şey sürekli dalgalar tarafından yaratıldı” demektedir. Muses söz konusu dalgaları ses dalgalarına çevirebileceğimizi ve tüm doğal formların son tahlilde müzik ya da şarkı tarafından üretilip ayakta tutulduğunu söylüyor. Muses gibi düşünenler arasında kainatın bir ‘müzikozmos’ olduğu fikri giderek yaygınlaşmaktadır. Bu düşünürler, kozmosla aramızdaki bağlantıların tesadüflere ve mekanik bir düzene değil, müziğin çeşitli veçhelerine bağlı olduğunu ileri sürüyorlar.
Yogi Ramacharaka, “Ritim, düşünce aktarımını birkaç misli güçlendirir” diyerek düşüncenin ritmik nefes alıp verme uygulamasını izleyen bir süreç içerisinde gönderilmesini tavsiye etmektedir. Bu da vericinin kendi nabız atışına uygun bir tempoda nefes alıp vermesini kapsar. Ayrıca yogilerin şuur hallerini değiştirmek için hızlı bir titreşim etkisi oluşturan özel mumlar kullandıkları da bilinmektedir.
Telepatinin, önce bir zihinde daha sonra bir başkasında çakan bir düşünce şimşeğinden çok daha fazlasını kapsadığı fikri günümüzde giderek yaygınlaşmaktadır. Bu ‘daha fazlası’ bize eski filozofların ‘kürelerin müziği’ savını hatırlatıyor. Her şeyin derinlerde bir yerde birleştiği, haberleştiği, birbiriyle bağlantılı olduğu bir yaratılışı! Sanki bu bağlantı en geniş anlamıyla telepatik damarlar yoluyla sağlanıyor gibidir.
Bu türden bağlantının varlığını kanıtlayan bir deney Montana Üniversitesi’nin laboratuvarlarında yapılmış ve ilginç bir sonuç alınmıştı. Deneyi yürüten bilim adamı George Rice, evli çiftlerden oluşan bir grubu hanımlar ve beyler olarak ikiye ayırmış, hanımları derideki direnci ölçen yalan makinelerine bağlarken, beyleri uzaktaki ayrı bir odaya götürmüştü. Beyleri de iki gruba ayıran Rice, bir grubun ayaklarını buzlu suya soktururken diğer gruba hiçbir işlem yapmamıştı. Sonuçta, beylerinin ayakları buzlu suyla temas eden hanımların deri dirençlerinde değişimler görüldü. Hangi bey ayağını buzlu suya soksa onun hanımı hemen tepki veriyordu. Anlaşılan çiftler arasında değişik türden bir bağlantı kuruluyor, esrarengiz bir haberleşme mekanizması harekete geçiyordu.
Benzer bir deney de New York’taki Rockland Devlet Hastanesi’nde yapılmıştı. Bu kez gönüllüler yanlarında köpeklerini de getirmişlerdi. Köpekler ayrı bir odaya alınarak cihazlara bağlanırken, bir başka odada sahiplerinin yakalarından içeri önceden uyarmaksızın buz parçaları atılmıştı. Cihazlar, köpeklerin hepsinin saldırıya tepki verdiğini kaydetti.
Telepatik uyum, şüphesiz ebeveyn ile çocukları arasında en üst düzeyde mevcuttur. Bir bebeğin, hastanenin bir başka odasında annesinin çektiği ıstıraba tepki göstermesinde derin bir biyolojik uyum vardır. Uzaklıkları hiçe sayan ve sürekli olan duygusal bir uyumdur bu. Ebeveyn-çocuk telepatisi hakkında bir kitap yazmış olan psikiyatr Dr. Berthold Schwarz’ın bir hastasının başından bu türden ilginç bir olay geçmişti. Adamcağız birden çok kötü bir diş ağrısına yakalanır, derhal dişçiye gider. Ancak dişçi, ıstırap çektiği her halinden belli olan adamın dişlerinde herhangi bir belirtiye rastlamaz. Sonunda ağrı tıpkı başladığı gibi aniden kesilir. Aynı gece, adamın başka bir eyalette oturan annesi telefon eder ve o gün iltihap yapan ve kendini acılar içinde kıvrandıran bir dişini çektirdiğini söyler!
Çocukların yetişkinlere nispetle daha doğal bir psi yetenekleri var gibidir, çünkü onlar bu yeteneklerini olumsuz telkinlerle körletmezler. Kaliforniyalı bir öğretmen, yaz kampındaki iki öğrencisinin sinirlendiğini anladıklarını söylediklerinde hayretler içinde kalmıştı. Çocuklar öğretmenin sinirlendiğini bedeninin çevresindeki auradan fark etmişlerdi. Bunun üzerine öğretmen okuldaki öğrencileri arasında bir araştırma yapmaya başladı. Çocukların bir kısmı gerçekten de psişik diyebileceğimiz türden deneyimler geçirmekteydiler. Düşünceleri okuma, auraları görme, olacakları önceden bilme ve fizik bedenden ayrılma yeteneği özellikle yaygındı. Çocuklar genellikle bu deneyimlerden uluorta bahsetmiyor, ya böyle şeylerin doğru olmadığını düşündüklerinden ya da herkesin deneyimlediği olağan fenomenler saydıklarından kendilerine saklamayı tercih ediyorlardı.
Telepatiyle bitkileri etkilemek mümkündür. Bunu çok basit bir deneyle evinizde ya da bahçenizde gerçekleştirebilirsiniz. Üç tane saksı bulun, her birine onar tane fasulye ya da arpa dikin. Saksıların birine sevgi, diğerine kontrol, üçüncüsüne de nefret yazılı etiketler yapıştırın. Birkaç hafta süreyle bunların bakımını eşit şartlar altında yapın, yani aynı miktarda su, ışık vs alsınlar. Günde iki kez beş ila on dakika süreyle sevgi saksısıyla bağlantı kurun, zihnen ona olumlu, cesaret verici düşünceler yollayın, dua edin hatta onu kutsayın. Dünyanın en güzel tohumları olduklarını, güzel bitkilere dönüşeceklerini vs söyleyin. Bir yandan da zihninizde onların sağlıklı bir şekilde geliştiklerini canlandırın. Kontrol saksısıyla hiçbir bağlantı kurmayın. Nefret saksısına ise gün boyunca oluşan tüm gerginliklerinizi yansıtın, hırsınızı bu tohumlardan alın, umutlarını kırın, onlara şöyle deyin: “Siz işe yaramazsınız, sizden doğru dürüst bitki olmaz, sizi hiç kimse istemiyor. Dünyanın ağır şartları altında yok olup gideceksiniz, burası size göre değil vs.” Onları da zihninizde bodur, çelimsiz bitkiler olarak canlandırın. Birkaç hafta sonra saksıları karşılaştırın. Bitkilerin boyunu, olgunluğunu, kök durumunu kontrol edin, aralarındaki farkları not edin. Sevgiyle davranılan bitkilerin geliştiğini, nefret duyulanların ise çelimsiz kaldıklarını, hatta kuruduklarını göreceksiniz.
(Sayfa: 52-67)

Ufo olaylarında telepatinin çok önemli rol oynadığı bilinmektedir. Ufo temasçı raporları bu türden kanıtlarla doludur. Raporların vurguladığı en önemli nokta, uzaylılarla dünyalı insanlar arasında kendiliğinden kurulan telepatik haberleşmedir. Bu haberleşmelerde dünya insanı verici olmaktan çok alıcı durumdadır. Ufo kayıtlarında, bir tepeye ya da bir yere gitmek için insanların bir itilim duyduklarından, o yere gittiklerinde ufolojik bir olayla karşılaştıklarından sık sık söz edilmektedir.
Stephen Darbishire’ın klasik öyküsü buna güzel bir örnek teşkil eder: 1954 Şubatının yağışlı bir gününde, İngiltere’nin Göller Yöresi’ndeki Coniston Old Man Tepesi’nin alt yamaçlarında uzanan kırlara çıkmak için içinde dayanılmaz bir itilim duyan Stephen, sekiz yaşındaki kuzeni Adrian’ı da yanına alarak kırlara çıkar. Rastladıkları takdirde kuşların resmini çekmek için fotoğraf makinesini de yanına alır. Yamaca tırmanırken Adrian birden Stephen’in kolunu çekiştirerek uçmakta olan disk biçiminde bir objeyi gösterir. Hemen fotoğraf makinesine sarılan Stephen diskin iki fotoğrafını çekmeyi başarır. Bu fotoğraflardan biri şimdiye kadar çekilmiş en iyi uçan daire fotoğrafıdır. Bu olayda kırlara çıkma itiliminin yanı sıra, Stephen’in uçan daireyi kendisine gösteren Adrian’ı ve fotoğraf makinesini yanına alması acaba bir tesadüf müdür, yoksa uzaylıların kendisine gönderdiği telepatik bir mesajın sonucu mudur?
Bu tür bir örneğe Peru Huanaco’da rastlıyoruz. 1 Eylül 1965 günü sabaha karşı saat 05.00’te, adının açıklanmasını istemeyen yabancı uyruklu bir adam uykusundan uyanarak yakınlardaki özel hava alanına gitti. Esrarengiz bir güç tarafından yönlendirildiğini hissediyordu! Alana vardığında oval biçimli bir ufo gördü, araçtan çıkan yaklaşık 85 cm boyunda, başı bizimkinin iki misli büyüklükte bir varlık bir şeyler anlatmak istercesine eliyle bazı işaretler yaptı ve daha sonra aracına binerek havalandı.
Ufolojik telepati olaylarından bir diğeri de, bir ufo temasını takiben ilgili kişilerde telepatik yeteneklerin ortaya çıkmasıdır. 2 Kasım 1968’de meydana gelen bir ufo gözlemi sonunda bir Fransız doktor ve eşi bazı parapsişik yetenekler edinmişlerdi. Aileye yakın olan, ama ufo gözleminden haberdar olmayan kişiler doktor ve hanımında meydana gelen değişikliklerden şöyle söz ediyorlardı: “Sanki hayat ve ölüm olaylarına karşı ‘mistik’ diyebileceğimiz bir anlayış edinmişlerdi. Onları uzun zamandır tanıyan bizler için şaşırtıcı bir durumdu bu. Ayrıca çevrelerinde paranormal olaylar cereyan etmeye başlamıştı. Doktor ve hanımı hakkında sık sık telepatik nitelikte olaylar tezahür ettirdikleri yolunda haberler alıyorduk.”
Değişik bir telepatik tezahür de ley hatları denen jeolojik olgularla ilgilidir. Dünyanın birçok yerinde bulunan ve ufoların izledikleri elektromanyetik nitelikteki ‘yollar’ diye de tanımlanan bu hatlar üzerinde duran hassas kişilerde bazı telepatik tezahürler ortaya çıkmaktadır. Araştırmacılar bu olayı şöyle açıklıyorlar: Düşünceler tıpkı sesin havada yol alışı gibi eter içinde seyrederler. Ley hatları da yerkürenin eterik güç alanlarına bağlı bir şebeke olduğundan, eterik kökenli bu sistem boyunca, özellikle de sistemin odak noktalarında telepatik tezahürlerin oluşması gayet doğaldır. Ufoların da eterik yapıda olduğu düşünüldüğünde, ufolojik telepati olaylarının izahını aynı açıdan yapmak mümkündür. (Sayfa: 75-76)

Yüksek Rehber Ruh DJWHAL KHUL : “Telepati kelimesi, söz veya yazıyla ifade edilen kelime ya da işaret kullanılmaksızın düşüncenin değiş tokuşunu ve zihni bağlantının birçok aşamasını anlatmak için kullanılagelmiştir. Ancak, kelimenin modern kullanımından çıkan bu anlam, Evrensel Zihin dahilindeki ilişkinin yüksek düzeylerini kapsamaz. Mental bağlantı şeklinde yorumlandığında zeka yönü işin içine girer. Yüksek düzey izlenimini mümkün kılan şey sevgi ve bilgelik yönüdür. Bu da sevgi ve bilgelik geliştiğinde veya faal hale geldiğinde gerçekleşir.” (Sayfa: 77)

İnsanlar telepatik yeteneklerini güneş sinirağı ya da solar pleksus (göbek) denen çakra vasıtasıyla gerçekleştirirler. Dolayısıyla, bağlantı hattı güneş sinirağları arasında uzanır. Bu yüzden buna ‘içgüdüsel telepati’ diyoruz. Bu tür telepati daima duygularla ilgilidir ve istisnasız şekilde hayvanlar aleminde içgüdüsel beyin olarak faaliyet gösteren ve güneş sinirağından çıkan yayınları kapsar. Bu tür telepatik bağlantı kesinlikle insanın fizik bedeninin bir özelliğidir, buna en iyi örnek de bir anneyle çocuğu arasındaki uyumdur. Orta seviyeden spiritüalizm celselerinde geçerli olan telepati türü de budur. Bu celselerde medyum, şuuraltı kanalından orada hazır bulunanlarla telepatik bir uyum içine girer. Celsedekilerin duyguları, endişeleri, üzüntüleri, arzuları belirli hale gelir ve medyumun aktardıklarının bir kısmını oluşturur. Celsede bulunanlar da, medyum da aynı çakra vasıtasıyla faaliyet gösterirler. Zeki ve mental düzeydeki kişiler bu tür medyumlarla yapılan celselerden hiçbir şey öğrenemezler.
Telepatik çalışmanın ikinci şekli zihinden zihine aktarımı kapsar. Günümüzde yüksek düzeydeki araştırmalar bu bağlantı türü üzerinden yürütülmektedir. Bu tür telepati sadece mental düzeydeki kişilerle ilgilidir. Duygu ve arzuları ne kadar ortadan kaldırabilirsek, bu çalışmalarda o kadar sağlıklı sonuçlar alabiliriz. Telepatik çalışmalarda başarılı olma arzusu ve başarısızlık korkusu çabaları semeresiz kılan faktörlerdir. Bu yüzden objektif bir tavırlanış ve aldırmazlık hali başarı oranını artırmada çok yardımcı olur.
Telepatik çalışmanın üçüncü şekli can’dan can’a olan çalışmadır. İnsanlık için mümkün olan en yüksek düzeyli telepatik faaliyet budur. Gerçek kudrete sahip tüm mesajların ve kutsal metinlerdeki sembolizm dilinin kökenini oluşturan bağlantı şeklidir. Bu telepati türü kişiliğin bütünlendiği, insanın kendini can şuurunda odaklayabildiği durumlarda mümkün olur. Bunun yanı sıra zihinle beyin tam bir uyum içine girmelidir.
İlerde, yani kolektif medyumluk döneminde telepatik grup çalışmalarına başlandığı zaman, yüksek amaçlı, başkalarına adanmış duygu ve sevgiyle ilgili aktarım çakraları faaliyete geçecektir. O zaman, grupların sevgiyle çalıştıkları yerlerdeki bağlantı kalpten kalbe olacaktır, yani bir grup kalbinden öbür grup kalbine! ‘Kalp kalbe karşıdır’ sözü işte o zaman gerçek anlamına kavuşacaktır. (Sayfa: 77-80)

İçgüdüsel Telepati

İçgüdüsel telepatide, bir eterik bedenden gelen ve diğeri üzerinde bir izlenim oluşturan enerji darbeleri esastır. Kullanılan iletişim ortamı, planetimizin eterik maddesiyle aynı olan tüm bedenlerin eterik maddesidir. Güneş sinirağının (göbek) çevresindeki bölge eterik enerjinin darbesine karşı duyarlıdır, çünkü eterik bedendeki bu bölge astral bedenle, yani duygu bedeniyle doğrudan temas halindedir. Ayrıca güneş sinirağının civarında, dalağın yakınında yer alan ve prana’nın insani mekanizmaya doğrudan girişini sağlayan merkez bulunmaktadır. Eterik temasa verilen bu içgüdüsel yanıt Lemurya dönemindeki iletişim şekliydi ve genellikle konuşmanın ve düşünmenin yerini alıyordu. Bu iletişim biçimi öncelikle iki tür izlenime ilişkindi. Birincisi nefsini koruma içgüdüsüyle, ikincisi ise neslini idame ettirmeyle ilgiliydi. Bu içgüdüsel telepatinin yüksek seviyeden bir biçimi de, sık sık kullandığımız “içimden bir his diyor ki” sözünde ve benzer deyimlerde bizim için korunagelmiştir. Burada bir noktanın aydınlatılması gerekir. Astral (eterik değil) duyarlılık ya da ‘duygu telepatisi’ temelde Atlantis dönemine özgü iletişim biçimiydi ve en sonunda güneş sinirağı çakrasının alıcı etken olarak kullanılmasına yol açmıştı. Ancak, yayımlayıcı etken tüm diyafram bölgesi vasıtasıyla faaliyet gösteriyordu. Bu durumda, sanki insan bedeninin o kısmında bir güç toplanması ya da enerji dalgaları yayımı ortaya çıkmış gibiydi. Alıcıda güneş sinirağı, vericide ise diyaframın çevresindeki bölge faal haldeydi.

Mental Telepati

Bizim de dahil olduğumuz Aryen ırkında bu spiritüel olgunun başlıca ifade şekli hala içgüdüsel faaliyettir. Fakat bu arada mental faaliyet de giderek etkili hale gelmektedir, zamanla bu daha artacaktır. Bu geçiş döneminde telepatik faaliyetle ilgili beden bölgelerini tanımlamak ya da ayırt etmek çok zordur, çünkü güneş sinirağı hala aşırı derecede faaldir. Günümüzde içgüdüsel telepatiyle mental telepatinin başlangıcının bir karışımı mevcuttur. Ancak, mental telepatinin söz konusu olduğu durumlarda işin içine öncelikle boğaz çakrası girmektedir. Ayrıca, bazen az miktarda kalp faaliyeti ve sürekli olarak belirli derecede bir güneş sinirağı tepkisi de vardır. İşte sorunumuz buradan kaynaklanmaktadır. Vericinin boğaz çakrası yoluyla bir mesaj gönderdiği, alıcının yine de güneş sinirağını kullandığı durumlara sık sık rastlanır. Mesajın yayımlanması boğaz çakrasını kapsayabilir, ama alıcı muhtemelen güneş sinirağı çakrasını kullanacaktır. Boğaz çakrası tüm yaratıcı faaliyetin başlıca merkezi ya da ortamıdır, ama kalp ve boğaz giderek sentez halinde kullanılmalıdır, çünkü bağlantı kurulabilen enerji hatları gerçekte sadece kalp çakrasından yayımlanabilir. Kalp çakrası ışıyarak yeterince manyetik hale geldiğinde kişileri birbiriyle ve tüm dünyayla ilişkilendirebilir.

Sezgisel Telepati

Kitlelerin değil, seçilmiş kişilerin izlemek durumunda oldukları bir fenomendir. Bu tür telepatide ilgili beden bölgeleri baş ve boğazdır. Sezgisel telepati sürecinde faal hale geçirilen üç çakra, yüksek izlenimlere açık olan baş çakrası, ideal sezgisel izlenimlerin zaptedicisi olan ajna (alın, üçüncü göz) çakrası ve boğaz çakrasıdır. Ajna çakra, zaptedilen ve gerçekliği kabul edilen bir izlenimi boğaz çakrasını kullanmak suretiyle yayımlayabilir. (Sayfa: 81-83)


MODERN SPİRİTİZM – NEO SPİRİTİZM
Allan Kardec – Dr. Bedri Ruhselman

Allan Kardec

Modern spiritizmin kurucusu Allan Kardec’in asıl adı Leon Denizard Hippolyte Rivail’dir. 1804 yılında Lyon’da dünyaya gelen Kardec, İsviçre’de iyi bir eğitim gördü ve Paris’te pedagojik bir enstitü açtı.
Kardec ruhlarla bağlantı kurdu ve daha önceki hayatında bir ‘Druid Rahibi’ olarak yaşadığını, Sokrat, Swedenborg ve Napolyon ile işbirliği yaparak “Ruhların Kitabı”nı yazdığını açıkladı. Allan Kardec ismini almasını ‘ruhsal rehberlerinin’ önerdiğini söylüyordu. 1857 ile öldüğü 1869 yılı arasında beş kitap ve iki broşür yayımlayarak ‘modern spiritizm’ adını verdiği öğretiyi bir sistem halinde getirdi.
Spiritlerin kutsal kitabı sayılan ‘Medyumların Kitabı’ ile ‘Ruhçuluk Nedir?’ ve ‘Ruhların Kitabı’ adlı eserleri dünya çapında ilgi uyandırdı ve beğenildi. 1861’de Barcelona Piskoposu tarafından çıkarılan kitaplarının yakılması emri bile bu ilgiyi engelleyemedi. Allan Kardec, eserlerinin Avrupa’da milyonlarca sattığı bir sırada, 1869’da öldü. Mezarı Fransa’da Pere-Lacheise mezarlığındadır. (Sayfa: 8)

Modern Spiritizmin Temel İlkeleri

Tanrı ebedidir, gayrı maddidir, Tek’tir, Kadir-i Mutlaktır, iyi ve adildir.

Canlı, cansız, maddi, gayrı maddi, görünen ve görünmeyen alemleri ve kainatı yaratmıştır.

Maddi alem geçicidir, bu geçicilik ruhlar aleminin cevherine halel getirmez.

Ruhlar zaman zaman ölümlü bedenlere bürünürler, beden ölünce ruh serbest kalır.

Tanrı, çeşitli varlıklar arasında insan cinsini belirli bir evrim derecesinde yaratmıştır. Bu yüzden insan zeka ve ahlak bakımından diğer yaratıklardan üstündür.

Can, bedene girmiş bir ruhtan ibarettir.

İnsanda 3 şey mevcuttur: 1-Beden ya da maddi varlık. (Hayvanlar gibi aynı yaşamsal prensiple yaratılmıştır) 2- Bedenle canı birleştiren bağ, yani perispiri. (Madde ile ruh arasında geçirgen ve aracı bir cevherdir) 3- Can veya gayrı maddi varlık. (Bedende enkarne olmuş bir ruhtur) Demek ki insanda iki tabiat vardır. Bedeniyle hayvanların tabiatına bağlıdır ve onlar gibi içgüdüye sahiptir. Canı ile de ruh tabiatına bağlıdır.

Bağ ya da perispiri, bedenle ruhu birbirine bağlar, yarı maddi bir zarftır. Ölüm demek, en kaba zarfın (bedenin) harap olması demektir. Ölümden sonra ruh ikinci zarfını (perispirisini) korur. Perispiri, ruhun doğal halde bizim göremediğimiz esiri bedenidir. Ruh görünmesi olaylarında olduğu gibi elle tutulur, gözle görülür bir durum alabilir.

Bu durumda perispiri, soyut idrakin sandığı gibi belirsiz bir varlık değildir. O gerçek, sınırları belli, hatta bazı durumlarda gözle, kulakla ve elle bile hissedilebilen somut bir varlıktır.

Çeşitli sınıflara ait ruhlar ne zeka, ne kudret, ne bilgi, ne de ahlak bakımından birbirlerine eşittirler. Birinci sınıftakiler yüksek ruhlardır. Diğerlerinden evrimleri, bilgileri, Tanrıya yakınlıkları, iyiye karşı sevgileri ve duygularının temizliği bakımından ayrılırlar. Onlar saf ruhlar ya da meleklerdir. Diğerleriyse derece derece bu evrimden uzaktırlar. Aşağı tabakada bulunanları ihtiraslara eğilimlidir. Kin, kıskançlık, gurur vs gibi duygularla doludurlar ve kötülük yapmaktan zevk alırlar. Bir kısmı da ne çok iyidir ne de çok kötü. Bilmeden kötülük yapabilecekleri gibi, kötülüğe eğilimli de olabilirler. Kısaca, hava-i meşrep ruhlardır.

Tüm ruhlar aynı düzene bağlı değildir, çeşitli ruhsal hiyerarşi derecelerinden geçerek evrimleşirler. Bu evrim bir enkarnasyonlar süreciyle olur. Enkarnasyon bazıları için bir kefaret (günahın ödenmesi), bazıları içinse bir misyon, yani görevdir. Maddi yaşam mutlak evrime varıncaya dek yaşanması gereken sınavlarla doludur, sınavlardan az çok arınmış olarak çıkılır.

Can bedeni terk ederek ruhlar alemine girer, zaten yeni bir beden edinmek için oradan çıkmıştır. Ruhlar aleminde tekrar bedene girinceye kadar bir süre geçer ki, o halde bulunan ruha avare, başıboş ruh denir.

İnsan ruhunun enkarnasyonu daima insan şeklinde olur. Ruhun veya canın bir hayvan bedenine girdiğini düşünmek yanlıştır.

Ruhun çeşitli enkarnasyonları hep gelişme yönündedir. Fakat bu gelişmenin hızı, evrimleşmek için göstereceğimiz çabalara bağlıdır.

Canın kaliteleri bedenimizde enkarne olan ruhunki gibidir, yani iyi insan iyi ruhun enkarnasyonudur. Hava-i meşrep insan kötü ve saf olmayan ruhun enkarnasyonudur.

Canın enkarnasyondan evvel bir kimliği vardır, bu kimliği bedenden ayrıldıktan sonra da korur.

Can ruhlar alemine gittiği zaman dünyadayken tanımış olduğu her şeyi orada bulur. Ayrıca geçmişe ait tüm anılar, yapmış olduğu iyilik ve kötülükler hafızasında canlanır.

Bedenlenen ruhlar kainatın çeşitli gezegenlerinde yaşarlar.

Bedenlenmemiş gezici ruhlar belirli ve sınırlı bir alanda değildirler, onlar uzayın her yanındadır. Bizi görürler ve sürekli bizimle temas halindedirler, ahiret varlıkları olarak etrafımızda kaynaşıp dururlar.

Ruhların insanlarla bağlantısı süreklidir. İyi ruhlar iyiliğimizi ister, hayatın zorlukları ve sınavları içinde bizi cesaretlendirir, dayanabilmemiz için yardımda bulunurlar. Kötü ruhlarsa bizi sürekli kötü yollara sevk ederler, hata yapmamız, kendilerine benzememiz onlara zevk verir.

Ruhlarla insanların görüşmesi ya gizli ya da aşikar yollardan olur. Gizli yollardan yapılan iyi veya kötü tesirler bilgimiz dışında ve ilhamlar şeklinde bize ulaştırılır.

Ruhsal bağlantı yazı, konuşma veya herhangi bir maddi tezahürle kurulur. Bunun için araç olarak medyumlar kullanılır.

Ruhlar, kendilerini davet eden çevrenin ahlaki durumuna sempati duydukları zaman gelirler. Yüksek düzeyli ruhlar, içtenlikle ıslah olmak ve aydınlanmak isteyenlerden hoşlanır, iyiliğe ve sevgiye yönelenleri tercih ederler. Aşağı düzeyden ruhlar ise hava-i meşrepler ya da sırf merak için çağıranlar arasında bulunmayı yeğler, kötü eğilimlerin hüküm sürdüğü her yere koşarlar. Yüksek ruhların bulunduğu yerlere düşük düzeyli ruhlar gelemez. Onlardan ne iyi düşünceler, ne de faydalı bilgiler alınabilir. Sadece abes sözler, kötü şakalar ve aldatmacalar sunarlar. İnsanları aldatmak için yüksek varlıkların kimliklerine bürünerek saygınlık kazanmaya çalışırlar. (Sayfa: 24-27)

DR. BEDRİ RUHSELMAN

Türkiye’de Neo Spiritizmin kurucusu Dr. Bedri Ruhselman 1898 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Lise öğrenimini Kabataş Lisesi’nde tamamladıktan sonra Tıbbiyeye girdi. Küçük yaşlardan beri dikkati çekmekte olan müzik yeteneği ve sanata karşı sevgisi, tıbbiyeyi dördüncü sınıftan terk ederek Prag Konservatuvarı’na girmesine sebep oldu. Prag’da yürüttüğü müzik çalışmaları sonunda keman virtüözlüğüne yükseldi.
Yurda döndükten sonra çeşitli okullarda müzik öğretmenliği yaptı. Yarım bıraktığı tıp tahsilini tamamlayarak iç hastalıkları uzmanı oldu. Afganistan’a giderek bir sanatoryumun başhekimlik görevini yürüttü. 1945 yılında tekrar yurda döndü.
Dr. Bedri Ruhselman’ın ruhsal deneyler yapması, 1936 yılında H. Sadrettin Arel’in medyumluğuyla yapılan celselerle başlar. Bu celselerde “Üstat” isimli bir varlık yüksek bilgiler vermiş, celselerin sonunda da “Bu celseler, dört boyutlu alemin dünyayla doğrudan doğruya yaptığı ilk görüşmedir. Celselerin devamı sizin zamanınızla uzunca bir süre sonra olacaktır” şeklinde bir ifade kullanmıştır. Gerçekten de celselerin devamı 12 yıl sonra “Kadri” ve “Mustafa Molla” adlı varlıkların celseleriyle devam etmiş, “Şihap”, “Akın” , “Kemal Yolcusu”, “Kemal Yolu Rehberleri”, “C- İstasyonu” ve “Rehber” celseleriyle son bulmuştur. Üç senelik bir aradan sonra 1957’de yeniden başlayan celseler “Meşale”, “Kemal Yolcusu” ve en sonunda da “Rehber” ve “Önder” celseleriyle 1959’un son aylarında bitmiştir.
Dr. Bedri Ruhselman’ın yazdığı “Ruh ve Kainat” isimli üç ciltlik kitap Türkiye’de spiritizmin ve metapsişik bilimlerin tanınmasına olanak sağlamış, neo-spiritüalist görüşün temel ilkelerini açık bir şekilde ortaya koymuştur. Dr. Ruhselman bundan sonra 1946 ile 1954 yılları arasında sırasıyla “Ruhlar Arasında”, “Allah”, “Medyumluk” ve “Mukadderat ve İcabat” adlı kitaplarını yayımladı. Bunlardan “Medyumluk” adlı kitabı İngilizce’ye çevrildi ve spiritüalist çevrelerde geniş yankılar uyandırdı. Bu arada “Ruh ve Kainat” adlı aylık bir dergi de çıkaran Dr. Ruhselman, 18 ay sonra yeni bir programın başlamasına olanak sağlamak için bu dergiyi yayımdan kaldırdı.
İngilizce, Almanca ve Fransızca bilen Dr. Bedri Ruhselman, bazı yakın dostlarıyla 1950 yılında “Türkiye Metapsişik Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Cemiyeti”ni kurmuş ve çalışmalarına cemiyette devam etmiştir. Dr. Ruhselman 1960 yılında 62 yaşındayken enfarktüsten vefat etmiş, Zincirlikuyu Asri Mezarlığında toprağa verilmiştir. (Sayfa: 31-33)

Neo Spiritizmin Temel İlkeleri

Tüm kainatların yaratıcısı olan Tanrı vardır.

Tanrı Mutlaktır ve O’na kendinden gayri bir varlık veya kavram nispet edilemez.

Tanrıyı anlamak, idrak etmek hiçbir varlığın kudreti dahilinde değildir.

Varlıklar için tek ideal Tanrıdır, yani İlahi İrade Yasalarının gereklerine tüm duygu, düşünce ve hareketlerini uydurmaya çalışmak ve bu durumun ebediyen devam edeceğini bilerek o yolda yürümek bizim gibi varlıkların tek amacıdır

Evrim hiç durmadan ve hiçbir aşamada son bulmadan devam edecektir. Evrimdeki geçici duraklamalar insanların tembelliği yüzünden olsa bile asla geri dönüş yoktur.

Evrim, ruhların kainattaki en yoğun alanlardan en akışkan alanlara kadar değişik aşamalarda yaşayıp çeşitli deneyimler geçirerek görgü ve bilgilerini artırmasıyla mümkün olur.

Evrimsel deneyim ve sınavda başarının yegane yolu, İlahi İrade Yasalarının emrettiği şekilde bencillikten ve maddi hırslardan uzaklaşarak başkalarının Tanrı yolunda yürümelerini kolaylaştırıcı hareketleri alışkanlık haline getirmektir.

Fedakar hareketler arasında vazgeçme, sevgi, fedakarlık, şefkat, merhamet ve hoşgörü bulunmalıdır.

Ruhlar evrimleştikçe kudretleri de artar ve kudretleri nispetinde İlahi İrade Yasalarını uygulamaya hak kazanırlar. Tanrı iradesinin sadık ve ebedi hizmetkarı olurlar. Gelişmiş ruhların ulaşabilecekleri en büyük mutluluk budur!

Dünya sürekli yüksek ruh alemleri ve planlarından gelen bilgilerle aydınlatılmaktadır. Yüksek varlıklar, zemin ve zamana göre dünyayı aydınlatmayı bir zevk ve görev sayarlar, bu onların evrimleri için gereklidir.

Her devirde, o devrin anlayış yeteneğine göre çeşitli vasıtalarla dünyaya mesajlar gönderilir. Günümüzde bunlar sezgileri güçlü medyumlar kanalıyla yapıldığı gibi, yüksek ilham yolları kullanılarak da yapılmaktadır.

Yüksek ruhlar görevlerini yapıp yapmamakta özgürdürler, hiçbir güç onları görev için zorlamaz. Ancak içlerindeki vicdan melekesi onları bu görevleri yapmaya iter.

Görevlerinde ihmal ve ilgisizlik gösterenleri hiçbir güç cezalandırmaz, onları İlahi İrade Yasalarına göre yargılayan kendi ruhsal iç huzurları ya da ıstıraplarıdır.

Vicdanın yargısında insanı mahkum ve terbiye edecek yegane unsur yaptığı işte niyetinin iyi veya kötü oluşudur. Gelecekteki ıstırap ve mutluluk, yapılan işten çok niyetin temizliği veya bozukluğuna bağlıdır. Yani kötü niyetle farkında olmadan iyi bir iş yapan insan ıstırap çekecek, ama iyi niyetle farkında olmadan kötü bir iş yapansa huzurlu olacaktır. Kısaca, her işte iyi niyet esastır.

Dünya yaşamımız, ebedi ruh yaşamımızın gelişmesine yarayan bir vasıtadır. Geçirilmesi gereken deneyim ve görevlerle doludur. Buradan başarıyla çıkmak, yapılan her işin ruhumuzun evrimine bir katkı olduğunu anlamakla mümkündür. Bu anlayışı esas almak insan olarak görevimizdir. (Sayfa: 66-69)

Dört Boyutlu Alem Varlıkları

Spadyumun (dünya ahiretinin) birinci ve ikinci aşamasından sonra idrakimizin ancak şöyle böyle kavrayabildiği üçüncü aşaması, onun ardından da hiçbir şekilde (bazı şeyler bildirilmedikçe) bilemeyeceğimiz “Dört Boyutlu Alem” gelmektedir. Aşağıda, dört boyutlu alem varlıkları hakkında Dr. Bedri Ruhselman’ın düşüncelerini sunuyoruz.

“Bu alemdeki varlıkların artık üç boyutlu dünyamızla doğrudan doğruya bir ilişkileri kalmamıştır. Onların dünyamızda enkarne olmaları hem mümkün değildir, hem de buna gerek yoktur. Artık onlar başka bir alemin başka yasaları altında ve başka realiteleri içinde yaşayan ve yükselmeye devam eden varlıklardır. O bölge, tüm yeteneklerimizin son bulduğu yerdir. Fakat bu yer bize göre öyle bir sondur ki, yaratılışın ezeli ve ebedi varlığı içinde bir başlangıç bile olamaz. Dört boyutlu alemin varlıkları bizim için o kadar anlaşılmaz, o kadar yükselmiş bir durumdadırlar ki, zaman zaman onlarla temasa geçme mutluluğuna erişenler bu yüksek varlıkları ilahlık derecesine çıkarmışlardır. Dinler tarihinde de gördüğümüz gibi Tanrıyla görüştüğünü sananlar ya da kendilerinde ilahlık vehmedenler, bu yüksek alemlerin varlıklarıyla meydana gelen dolaylı temasların etkisi altında kalmış kimselerdir!” (Sayfa: 62)


Aşağıda, Dr. Bedri Ruhselman’ın operatörlüğünde yapılan celselerde “Üstat” isimli varlıktan alınan dördüncü boyutla ilgili bilgiler sunulmaktadır.

ÜSTAT Celsesi - 1 - ( 12. 4. 1936 )

Soru- Orada biraz dolaşabilir miyiz?
Cevap- Burada ne kadar dolaşsanız kimseyi göremezsiniz, göreceğiniz bir ışıktan ibarettir. Ama etraftaki varlıkları hissedebilirsiniz, bir sezgi halinde, beş duyunuza ilişkin olmayan bir sezgi halinde!

S- İlyas Efendi adlı ruh bize gerçeğe uymayan şeyler söyledi.
C- Bunlar önceden kararlaştırılmıştır, böyle olmak zorundaydı. Birdenbire size gerçeği söylemek idrakinizin üstüne çıkmak demektir.

S- Fakat böyle yanlış mesajlar bizi sarsıyor!
C- Unutmayın ki dünyanızda da her şey bir çalışmanın, bir çabanın ürünü. Nasıl orada her istediğinize zahmetsiz sahip olamıyorsanız bu da tıpkı onun gibi. Sizi koruyan ruhlar hataya da sürükler! Ta ki dünyanızdaki kurallara aykırı hareket etmeyesiniz.

S- Son cümlenizi biraz açar mısınız?
C- Siz dünya yasalarına bağlısınız, bu yasaların etkisinden sizi kurtarmak lehinize olmaz! Dünyada gerçeklere nasıl zorlukla sahip oluyorsanız, ahiret bilgilerine de zorlukla sahip olabilirsiniz, aksi takdirde dünyadaki kurallar çiğnenmiş olur. Gerçeğe ulaşamazsınız, çünkü dünya faaliyetinde birçok aldanmalar vardır. (Deneme-yanılma yoluyla öğrenirsiniz)

S- Bu aldanmalar devam edecek mi?
C- Edebilir, bu benim kontrolüm altında değil, size açıklama yapıyorum sadece.

S- Size nasıl hitap edelim?
C- Biz hepimiz eşitiz, hangimize yönelirseniz yönelin biz iyilik ederiz.


ÜSTAT Celsesi – 2 - ( 19. 4. 1936 )

Soru – Bu plandan önceki planda da birçok varlıkla karşılaşmıştık. Onlar gerçek varlıklar mıdır?
Cevap- Gerçek varlıklardır, fakat formları gerçek değil. Ruhların sizin bildiğiniz şekilde formları yoktur.

S- Gerçek formları nasıldır acaba?
C- Ruhlar istedikleri şekle girebilirler.

S- Örneğin Ahmet kılığındaki bir ruh isterse Mehmet kılığına girebilir mi?
C- Ahmet, Mehmet isimden ibarettir, ruhlar istedikleri şekle girebilirler.

S- Oysa biz klasik spiritizm üstatlarının eserlerine göre hiçbir ruh diğerinin kılığına giremez diye biliyorduk.
C- Spadyumda Ahmet kılığındaki bir ruh maddeden pay alarak (bir miktar maddeyi şekillendirerek) bedenini istediği şekle sokabilir. Kimlikler birleşmemek kaydıyla bu yapılabilir. Siz değersiz bedeninizle yüzünüzü, giysilerinizi başkasına benzetebildiğiniz halde ruhların bunu yapamayacağına nasıl inanıyorsunuz?

S- Ruhlar birbirlerine normal olarak nasıl görünüyorlar?
C- Onlar birbirlerini duygularıyla sezerler, sizin gibi gözleriyle görmezler.

S- Ruh aleminde şekil var mıdır?
C- Ruh aleminde perispiriden başka şekil yoktur. Perispiri ruhun yerel konsantrasyonudur. Her ruhun kendine has yerel bir perispirisi vardır.

S- Bu perispiri ruhun ayrılmaz bir parçası mıdır, yoksa ondan ayrılabilir mi?
C- Hayır ayrılamaz. Perispiri ruh için vazgeçilmez bir parça değil, fakat gereksinim duyduğu bir şeydir. Ruh olarak varlığı perispirisine muhtaç değildir.

S- Perispiriye şeklini veren kimdir?
C- Ruhtur.

S- Ruhun evrimiyle perispirinin ilgisi var mıdır?
C- Ruh evrimleştikçe perispiri incelik kazanır.

S- Ruhun olgunluğuyla perispirinin şekli arasında ilişki var mıdır?
C- Perispirinin şekli ruhun etkisine bağlıdır.

S- Gayet kaba ve ağır bir perispiri, ince ve güzel bir şekil alabilir mi?
C- Alabilir.

S- Perispiri ile aldığı güzel ya da çirkin şekil arasında bir ilişki var mıdır?
C- İncelmiş bir perispiri kaba bir şekil alamaz, fakat kendini kaba şekilde gösterebilir.

S- Perispirisi incelmiş bir ruh, isterse gayet çirkin bir şekle girebilir mi ya da gayet kaba bir ruh, isterse perispirisini güzel şekilde gösterebilir mi?
C- Çirkinlik ve güzellik ruhun iradesine bağlıdır. Çirkinlik bir görünüm sorunudur.

S- Yani ruh perispirisine istediği şekli veremez mi?
C- Ruhun etkinliği ilerleme ve gerilemesiyle orantılıdır. Dolayısıyla, sınırlı bir çerçeve dahilinde perispirisine istediği şekli verebilir.


ÜSTAT Celseleri – 3 - ( 26. 4. 1936 )

Soru- Bu plana çıkmak için yapılan çalışmalar yalnız bize mi has, yoksa sizlerin de bu konuda çalışmalarınız var mı?
Cevap- Zerre kadar şüphe yok, biz bile daha yüksek planlara derece derece çıkabiliriz. Size de aynı şeyi tavsiye ediyoruz.

S- Bizim çıkmaya güç yetiremediğimiz planlar gibi, sizin de çıkamadığınız planlar var mı?
C- Biz bulunduğumuz konumdan birkaç plan yukarı çıkabiliriz. Fakat daha yukarılara çıkabilmemiz için evrim aşamalarından geçmemiz gerekir.

S- Birkaç plan yukarı çıkabiliyorsanız neden orada kalmayıp bu plana iniyorsunuz?
C- Geçici çıkmak başka! Biz nasıl aşağı planlara inebiliyorsak, aşağıdakiler de bizimkine çıkabilirler, nitekim sizin ruhunuz da buralara gelebiliyor!

S- Yukarılara çıktığınız zaman hangi durumlarla karşılaşıyorsunuz?
C- Gücümüzün üstünde bir plana çıkacak olursak titreşim farkı bizi rahatsız eder. Nitekim siz de çok soğuk bir yerden çok sıcak bir yere gittiğiniz zaman rahatsız olursunuz.

S- Bulunduğunuz planda bir şey görebiliyor musunuz?
C- Bulunduğumuz yerde sizin görebileceğiniz bir şey yok. Kullandığınız vasıtalar bunun için yeterli değil.

S- Acaba üçüncü boyut şartları orada hakim mi?
C- Hayır değil.

S- Orada kaçıncı boyutun şartları hakim?
C- Biz dördüncü boyuttayız.

S- Daha alttaki planlarda şekiller görmüştük, o tarzda şekil yok mu?
C- Hayır o tarzda şekil yok. İstersek olabilir, maddeyi konsantre ederek size görünebiliriz.

S- Acaba karşımızdaki büyük ruhun bize anlatmak istediklerini tam anlamıyla anlayamıyor muyuz?
C- Yetenek ve vasıtalarınızın kapasitesinin üstünde bir anlayış mümkün değil. Size o vasıtaları bizim temin etmemiz de imkansız.

S- Biz çok geri bir plandayız, planımıza ait bilmediğimiz şeyleri öğrenmek istiyoruz.
C- Bu bilgi açlığınızı takdirle karşılıyorum. Ama yine söylüyorum derece derece yükselmekten şaşmayınız.


ÜSTAT Celsesi – 4 - ( 3. 5. 1936 )

Soru- Realite nedir?
Cevap- İnsanlar için realite, duyularıyla algıladıkları varlıklara inanmalarıdır.

S- İnsanlar için olmayan başka realiteler de var mı?
C- Ruhun yeteneği nispetinde vardır. Sizin için realite olmayan birçok şey, sizden yüksek ruhlar için realitedir.

S- Mutlak Realite var mıdır?
C- Demin de söylediğim gibi realite rölatiftir. Mutlak Realite Yaradan söz konusu olunca düşünülebilir.

S- Şu halde dünyamızdaki realiteler rölatiftir öyle mi?
C- Gerçeklere oranla evet.

S- Bu rölatif realitelerin Mutlak Realite karşısındaki kıymeti nedir?
C- Sıfır kıyas kabul etmez!

S- İrrealite ne demektir?
C- Realitenin dışında kalanlardır.

S- Mutlak irrealite var mıdır?
C- Hayır.

S- Bütün irrealiteler rölatif midir?
C- Hayır, var olmayan şeyler hakkında rölatiflik düşünülemez.

S- İrrealite var mıdır?
C- Hayır.

S- Realiteler dışında düşünce mevcut mudur?
C- Realiteler dışında düşünce mevcuttur. Düşüncenin realiteler dışındaki tasavvurundan ibarettir.

S- Düşüncenin realite dışındaki tasavvuruna irrealite diyebilir miyiz?
C- Öyle diyebilirsiniz.

S- İrrealite ile rölatif (izafi) realite arasında ne fark var?
C- Rölatif realite, realitelerin yek diğerine oranla değerini ifade eden bir deyimdir.

S- Madem ki realitelerin hepsi rölatiftir, Mutlaka oranla değerleri sıfırdır, o halde bu rölatif realiteler arasında bir fark olabilir mi?
C- Mutlaka oranla evet.

S- Mutlak realite karşısında sıfır olan rölatif realiteler, irrealiteye göre değer kazanabilirler mi?
C- Çok büyük fark vardır. Birinin hiçbir varlığa, diğerinin ihmal edilebilir bir varlığa sahip olmasıdır. Unutmayınız ki “sıfır derecesinde” ifadesi Mutlak Realiteye göredir. Birbirleriyle kıyaslandığı takdirde yek diğerine karşı değerleri artıp eksilir.

S- Rölatif realitelerin yükselişiyle Mutlak Realiteye yaklaşmak mümkün olur mu?
C- Hayır, yaklaşmak deyimini yakınına varmak anlamında kullanıyorsanız hayır.

S- Rölatif realitelerin Mutlak Realiteye ulaşması hiçbir zaman mümkün olmayacak mı?
C- Bu ilahlık kazanmak olur.

S- İlahlık kazanmak olur demek, hiçbir zaman mümkün değildir anlamına mı geliyor?
C- Evet o anlama geliyor.

S- İnsanın dünyadaki varlığı Mutlaka kıyasla rölatif bir realite midir?
C- Evet, rölatif bir realitedir. O kadar rölatiftir ki, demin söylediğim gibi ruhlar da yek diğerine göre rölatiftir.

S- Bize irrealitelerin mevcut olmadığını söylemiştiniz, oysa rölatif realitelerin dışında kalan şeylerin irrealite olması gerektiğini de söylüyorsunuz. Demek soyut bir tasavvur irrealite olabilir.
C- Rölatif realite dışında herhangi bir şey tasavvur ederseniz o irreeldir.

S- O halde, bizim rölatif realitelerimiz dışında kalan realiteler de var demektir.
C- Çook. Demin de söylediğim gibi, ruh aleminde bile birbirlerine kıyasla ruhların varlıkları rölatif bir realitedir.

S- Bunun tersi de mümkün mü? Yani bizim reel sandığımız şeylerin irreel olması mümkün mü?
C- Hata yapma ihtimaliniz var. Yanıldığınız olaylarda irreeli reel sanma ihtimali var.

S- Reel ile irreeli ayıracak kıstas var mı?
C- Elinizdeki bilgilerden başka kıstasınız yok.

S- Bu bilgiler reel ile irreeli ayırmaya yetiyor mu?
C- Hayır, dediğim gibi hata yaptığınız durumlar var.

S- Ruhlar alemindeki bir varlıktan kendisi hakkında aldığımız olumlu yanıtı realite diye kabul ediyoruz. Acaba bu o ruhlar için nasıl bir realitedir.
C- Sizin için de, bizim için de rölatiftir.

S- Bizim için realite olan ölçülere dayanarak ruhlar alemindeki varlıklar hakkında realite hükmü verebilir miyiz?
C- Evet.

S- Bu ölçülere uymayan varlıklar için irreel diyebilir miyiz?
C- Asla !

S- Şu halde, öte alemdeki varlıkları kendi ölçülerimizle ölçmeye hakkımız yok.
C- Evet yok.

S- İçinde bulunduğumuz alem realite midir?
C- Evet.

S- Rölatif bir realitedir değil mi?
C- Evet.

S- Bizim realitemizle sizin realiteniz arasında fark var mı?
C- Çook.

S- Bu konuda biraz açıklama yapabilir misiniz?
C- Hayır, bunu ancak burayla uyum sağlamış olanlar bilebilir.

S- Oraya uyum sağlamış olanlar kimler?
C- Derece derece yükselmiş ruhlar, sonsuz yükselişi de göz önüne almak şartıyla.

S- İnsanlar bu uyuma dahil olamazlar mı?
C- Tam anlamıyla değil.

S- İnsan, bedeninden kurtulur kurtulmaz gerçeğe ulaşabilir mi?
C- Hayır, hemen ulaşamaz, yeterlilik ve uyum gerekir.

S- Realiteler yükseldikçe, daha aşağı düzeydeki varlıkların bilgi ve kavrayışları onlara yetişemez diyorsunuz.
C- Elbette. Kendinizi bir ovada farz edin, ufkunuz sınırlıdır, oysa bir tepeye çıktığınızda ufkunuz genişler. Maddi aleminizi bu benzetmeyle kıyaslayabilirsiniz.

S- Demek ki ruh aleminde yükseldikçe gerçekler de yükselir.
C- Evet.

S- Dünya ile öbür alem birbirinin ayrılmaz parçası mıdır?
C- Evet, biri diğerinin devamıdır.


ÜSTAT Celsesi – 5 - ( 10. 5. 1936 )

Soru- Verite ne demektir?
Cevap- Düşüncenin aslına uygun olmasıdır.

S- Objektivizm ne demektir?
C- Herhangi bir objeyi amaç edinerek onun incelenmesiyle uğraşan felsefe bölümü.

S- Sübjektivizmden ne anlamamız gerekir?
C- Objektivizmin tersini, süjeyi amaç edinerek onun incelenmesiyle uğraşan felsefe bölümü.

S- Objektivizm ile verite arasında ne gibi bir ilişki var?
C- Verite düşüncenin aslına uygunluğu olunca, bunlar arasında bazen girişim, bazen de karşıtlık meydana gelebilir.

S- Objektif dediğimiz her şeyin gerçek olması gerekir mi?
C- Hayır, objektif derken süje dışında bulunursunuz, ama objektif gerçeğe uygun düşebilir
de.

S- Sübjektif ile realite arasındaki farkı açıklar mısınız?
C- Süjeye dayalı incelemeler bile hata olasılığından kurtulmuş değildir. Bu yüzden sübjektif olarak verdiğiniz hükümler de hatadan arınmış değildir.

S- Biz bir şeye sübjektiftir dersek bu gerçeğe uygun olmaz mı?
C- Uygun olması da olmaması da mümkündür. Onun sübjektif olması, o konudaki gerçeğe uygun olmasını gerektirmez.

S- Reel olan her şey gerçek sayılabilir mi?
C- Hayır. Hata olasılığı her zaman mevcuttur.

S- Anladığımız kadarıyla realitede hata mümkün olmakla birlikte veritede hata olmaz. Veritenin aslına uygun olmaması söz konusu olamaz mı?
C- Veritenin aslına uygun olmaması şöyledir: Verite aslında ya pratik olarak gerçekleşmiştir ya da gerçekleşmemiştir. Gerçekleşmişse veritedir, gerçekleşmemişse her zamanki hatalardan birine düşmüş olursunuz (o verite değildir).

S- İrrealite ile verite arasında ilişki var mıdır?
C- İrreel olan bir şeyin verite olması ihtimali yoktur.

S- Mutlak Realiteye yükselen çeşitli realite basamaklarının verite bakımından kıymeti nedir?
C- Mutlak Realiteye yaklaşmanın imkanı olmadığını söylemiştim, sadece o yönde gelişim söz konusu olabilir.

S- Mutlak Realiteye kıyasla rölatif realitelerin birbirine göre değeri nedir?
C- Mutlak Realiteye kıyas olunacak rölatif bir realite yoktur. Bu yüzden, ona göre değer ifade edecek bir durum da yoktur.

S- Rölatif realitelerin birbirlerine göre kıymeti nedir?
C- Aşağı derecedeki varlıkların realitelerinde yüksek derecedekilere nazaran hata ihtimali daha fazladır.Varlık yükseldikçe hata payı giderek azalır, hata ihtimalinden tamamiyle kurtulmak bizim gibiler için mümkün değildir.

S- O halde biz insan kaldığımız sürece realite ve verite konularında kesin bir hükme sahip olamayız.
C- İnsan kaldığınız sürece değil, maddeye bağlı kaldığınız sürece, yani vasıtalarınızın eksikliği içinde kaldığınız sürece. Bizim derecemize gelenlerin bile hatadan uzak kalamadıklarını unutmayın.

S- Maddeye bağlı olmakla, insan olmak aynı şey değil mi?
C- İnsan demek, insan ruhunun varlığı demektir. Maddeye bağlılık ise maddeyle ilgisi olması demektir.

S- Şu halde biz ruh alemindeki varlıklara da insan diyebilir miyiz?
C- İnsan ruhuna insan dersiniz.

S- Şu anda bizi aydınlatan siz insan mısınız?
C- Evet.

S- Sizden daha yüksek varlıklar da insan mıdır?
C- Onları bilmiyorum. (Sayfa: 40-62)


DR . BEDRİ RUHSELMAN : “İnsanlar kötülükleri tahayyül ve tasavvur ettikçe onları yaratmış olurlar, çünkü tahayyül yaratıcı bir melekedir.” (Sayfa: 71)

DR. BEDRİ RUHSELMAN’ın Görev Bilgisiyle İlgili Görüşleri

Gerek şimdiye kadar kıymetli ruh dostlarımızla yapmış olduğumuz görüşmeler, gerekse kendi görgü ve deneyimlerimiz sonucunda edinmiş olduğumuz izlenim, görev konusunda bize şu fikir ve kanaati vermiş bulunmaktadır. Görev, fiil ve hareketlerin gayesidir.
Evrimin, ancak ruhun göstereceği fiil ve hareketlerle gerçekleşebileceğini biliyoruz. Böyle olunca görev evrimle ikiz realite haline gelir, yani görev kavramından ayrı bir evrim kavramı düşünülemez. Bundan önemli bir sonuç daha çıkarabiliriz. Varlıkların her fiil ve hareketi bir görevin, dolayısıyla bir evrim hamlesinin yolunu açmış olur.
Görevlerin birçoğu, bir takım gereklerle maskelenmiş ve insan nazarında görev kavramını yitirecek şekilde bu gereklerin arkasına saklanmıştır. Görevlerin önemli bir kısmı da, açıkça görev kimliği taşımakla birlikte bazı gereklerin itme ve zorlamalarıyla otomatik karakter kazanmıştır. Görevlerin pek küçük bölümü ise, insan dünyadaki evriminin son aşamalarına yaklaştıkça kainattaki sebep-sonuç zinciri içinde bireyden topluma, toplumdan da maddeye ve kainat gerçeklerine doğru insan idrakinde sezgi kapılarını zorlamaya başlar.
Dünyaya bazı varlıklar gelip gitmiştir. Onlar insanoğlunun evrim yolunda hızla ilerleyebilmesi için hayatlarını bu işe adamışlar, yapmış oldukları işler için maddi ve manevi hiçbir çıkar gözetmemişlerdir. İnsani bir duygunun kölesi olmamış, sadece yaptıkları göreve kilitlenmiş, tüm kişisel duygularını çiğneyip geçmişlerdir. İşte onlar bir görev bilincinin idrakine varacak kadar yücelmiş Görevli Varlıklardır. (Sayfa: 72-77)


KOZMOS’TAN DÜNYALILARA- Ummo Planeti Misyonu

UMMO Rehberlerinden DÜNYA İnsanlığına

“Dünya İnsanları,
“Düşünür ve matematikçi kardeşiniz Bertrand Russel’ın ölümü münasebetiyle sizlere samimi başsağlığı dileklerimizi sunarız.
“Köken olarak UMMO gezegeninden olan ve dünyadaki çeşitli ulusların vatandaşları arasında yaşayan keşif grubunda Bertrand Russel ile birlikte birçok kardeşlerimiz de bulunmaktadır. Mirandas K. Gandhi, Ernesto Che Guevara, Helder Camara, John XXIII, Martin Luther King, Karl Marks, Emmanuel Mounier, Albert Schweitzer, Tolstoy ve diğerleri.
“Bu kişiler yaşamlarını, içine doğdukları toplumun yapısını değiştirmeye, kolektif var oluşun ahlaki normlarıyla daha uyumlu hale getirmeye ve yüksek düzen doğrultusunda yönlendirmeye adamışlardır.” (Sayfa: 5)

Ummo’dan gelen esrarengiz varlıklar, 1967 yılının 1 Haziran günü Madrid yakınındaki Santa Monica’ya bir araç indireceklerini duyurdular. Mesajı alanlar, Ummolu varlıkların haberleştikleri üç Madritliydi. Bu üç insan, yanlarındaki birkaç kişiyle disk biçiminde bir aracın Madrit’in San Jose de Valderas banliyösünün üstünde dönüşler yaptığını ve Santa Monica’ya indiğini gördüler. Aracın altında, Ummo dokümanlarındaki mührün amblemine benzer bir işaret vardı. Ufo uçarken birkaç fotoğrafı da çekilmişti.
Söz konusu ufo, çapı 12-13 metre olan mercek şeklinde bir objeydi. Yana doğru yattığında Carlos aracın parlak görünümlü kubbesini ve altındaki tuhaf işareti gördü. Ortasında dikey bir çubuk bulunan H harfini andırıyordu. Heybetli araç önce sağa bir hamle yaptı, sonra güneydoğuya doğru uzaklaştı. Orada tekrar yön değiştirirken altındaki işareti bir kez daha gösterdi. Marques de Valderas şatosunun yakınında birkaç dakika süreyle hareketsiz kaldıktan sonra inanılmaz bir hızla yükselerek Extremadura karayolu yönünde gözden kayboldu. Rengi giderek parlak sarıdan turuncuya sonra da kırmızıya dönüşmüştü.
Tanıkların ifadelerinin yayımlanması, fotoğrafların ortaya çıkması Madrit’te bayağı heyecan yarattı.
Bu olaydan 16 ay önce, 6 Şubat 1966’da bu kez Madrit’in banliyölerine pek uzak olmayan Aluche banliyösünde, gece saat 20.00-21.00 arasında büyük bir obje yakındaki cephanelikte nöbet bekleyen bir grup asker tarafından yere konarken görülmüştü. Olaya o sırada arabayla oradan geçmekte olan Jose Louis Jordan da tanık olmuştu.
Jose’nin anlattıkları 16 Şubat 1966 tarihli Porque Dergisinde yayımlandı. Muhabir Jose’nin tanıklığını dergide şöyle anlatıyordu: “ Jose üzerine doğru süzülen, rengi sarıdan turuncuya dönüşen beyazımsı renkte bir disk gördü. Arabasından çıkarak objenin bir hava alanının yakınına inişini izledi. Arabasını o tarafa sürdü ve tam zamanında yetişerek 9 metre çapındaki diski hızla yerden havalanırken gördü. Obje şaşılacak derecede parlak renkler saçıyordu. Düzenli aralıklarla sessizce titreşiyordu, sonra aniden gözden kayboldu. Jose daha sonra iniş yerinde her biri dikdörtgen şeklinde üç derin iz buldu. Ufo havalanırken net biçimde aracın altındaki garip sembolü de görmüştü. Ancak, San Jose Valderas olayında gözlemlenen ve tüm Ummo raporlarında yer alan sembolün üç dikey çubuğunu ortadan birleştiren yatay hat bu aracın altındaki sembolde mevcut değildi.” (Sayfa: 8-13)

Madrit’te yaşayan Fernando Sesma Manzano, İspanyol hükümetinde görevli bir memur ve kendi halinde bir edebiyatçıydı. 1954 yılında “Sociedad de Amigos del Espacio” adında bir ufo grubu kurmuştu. 1965 yılı Ocak ayının ilk günlerinde garip aksanla konuşan bir adam kendisini telefonla arayarak birbiri ardına tuhaf kelimeler gevelemeye başladı. Sesma dikkatle söylenenleri not etti. İspanyolca konuşan yabancı, “Dünya dışı bir sisteme ait bazı doneler takdim edeceğini” söylemişti.
Bu olayı izleyen aylarda Sesma’ya uzaylı dostlarından telefonlar ve daktiloyla yazılmış metinler yağmaya başladı. Bazı mektuplarda üç boyutlu harikulade fotoğraflar da yer alıyordu. Metinler, dünyadaki uçan daire faaliyetlerinden sorumlu olan Ummo gezegeninin yaşam biçiminden, düşünce sisteminden, felsefi görüşlerinden ve bazı teknik ayrıntılardan bahseden bilgilerle doluydu.
Sesma’nın, Ummolu rehberlerden ilk aldığı mesajlardan biri şöyleydi: “Dünya gezegenine kökenimiz, faaliyetlerimiz ve amacımızla ilgili bilgi vermek istiyoruz. Biz, dünyanızda Wolf 424 adıyla bilinen ve IUMMA yıldızının çevresinde dönen UMMO gezegeninden geliyoruz. Yörünge: Güneşimiz ve odağımız olarak hizmet gören Wolf 424 (Iumma) yıldızıyla birlikte eliptik. 4 Ocak 1953’de odak Wolf 424’den güneş sisteminin odağına olan uzaklık: 3,68502 ışık yılı.” Sesma telefonla bağlantı kurduğu bir gün, kendisine hatalı gibi gelen bu uzaklığın düzeltilmesini rica etti. Gelen yanıtta uzaklığın doğru ve “gerçek uzaklık” olduğu bildirildi. Güneş sistemimize bu kadar yolu katederek gelmek, dünyanın içinden bir tünel açarak Avustralya’ya gitmek gibi bir şeydi. Yüksek boyutlarda ışınlama yoluyla bir yolculuğu ima ediyor gibiydiler. Gelen mesajlarda Ummo sakinlerinin bizlere çok benzediği, ancak bademciklerinin olmadığı belirtiliyordu. 14-16 yaşları arasında çocukların ses telleri sertleşiyordu. Bu yüzden Ummolu yetişkinler düşüncelerini sözlü olarak ifade edemedikleri için telepatik ilişki kurmayı yeğliyorlardı. Ummolu bir varlık, bağlantı kuracağı kişinin zihni imajını şuurunda tutup yaklaşık 0.14 milisaniye sürelik empülsler gönderiyordu. Bu tür empülsler onların dilinde “Buae Bıee” olarak biliniyordu. Dokümanlarda belirtildiğine göre Kanada, Avusturya, İspanya ve Yugoslavya’da Ummoluların varlığından haberdar olan okumuş insanlardan oluşan birçok grup vardı. (Sayfa: 20-23)

UMMO DOKÜMANLARINDAN ALINTILAR

“ Biz sizden daha yaşlı ve daha uygar bir halkız. Sosyal yapımız sizinkinden farklıdır. Psikofizyolojik değerlendirmeyle seçilen dört üye tarafından yönetiliriz. Yasalarımız, zaman sürecinde ölçülen sosyometrik sabitelerle sürekli ayarlanır. Ekonomik sistemimiz de değişiktir. Girift ekonomik konularla ilgili tüm işlemler kompüter şebekeleri tarafından yapılır. Normal tüketim mallarının üretimi, tüketimi kat kat aştığından bunları fiyatlandırmak hemen hemen imkansızdır.
“Toplumumuz çok dindardır. Bir yaratıcıya (WOA), yani Tanrıya inanırız. Sizin ruh diyebileceğiniz bir faktörün varlığı hakkında bilimsel savlara sahibiz. Bu faktörü bedene bağlayan üçüncü bir faktörden de haberimiz var. Bu, insan başına gömülü kripton atomları ile oluşturulmaktadır.
“İki sebepten gezegeninizin evrimine karışmak niyetinde değiliz. Kozmik ahlak, gezegenler üzerinde ataerkil bir müdahaleyi yasaklar. Dahası, bizden gelecek herhangi bir açık müdahale ciddi değişimlere ve sonucu önceden kestirilemeyecek sosyal çalkantılara yol açacak ve toplumunuzun analiz edilmesini imkansız hale getirecektir. Şimdi sizlerle kurduğumuz kısıtlı bağlantılar bu türden bir değişime sebep olmayacaktır. Girişimlerimizi doğal bir şüphecilikle karşılayacağınızı biliyor, bunu bekliyorduk.
“Varlık sorunu, dünya düşünürlerinin ele aldığı şekliyle Ummo’da geçerli değildir. Atalarımız, kişinin kendi vicdanının dışında kalan gerçekliğin karşısında bir an bile kuşkuya düşmediler. “Şeyler” onlar için “benim dışımda” vardılar, fakat şeylerin gerçek özleri duyu kanallarımızın şifrelemesi yüzünden maskelenmişti! Bu prensip, yeni diyalektik biçimler orijinal düzenlemeyi zenginleştirene kadar bir sabite olarak kaldı. Varlık kavramını ilkel bir halde tanımlamak mümkün değildir.
“Şeyler, zihni süreçlerimin objeleridir, kuşkusuz çok karmaşık bir rasyonelleştirme mekanizması vasıtasıyla işlemden geçirdiğim için onlar algıladığım şekilde değildirler. Nedensel ilişkiler, bu tür mekanizmalarla bir düzene göre işlemden geçen “benim içimde” ilişkilerdir. Kısmen benim tarafımdan, onun “gerçek” öz niteliklerini sembolize eden belirli karakteristiklerle kavranırlar. Şuur alanına uygun duyusal izlenimim, kuşkusuz belirli dışsal sabitelere dayandırılmış bir hayaldir. Öyle ki renk, elektromanyetik mahiyetteki bir uyarının psikolojik izlenimidir. Aslında bu kavramı ortaya çıkaran “gerçek fizik öz nitelikle” özdeş olmaktan çok uzaktır. Buraya kadar bu tür fikirler dünya filozoflarının düşüncesiyle uyuşmaktadır.
“Fakat varlıklar ”ben”imize yaklaştıklarında maskeler edinmelerine ve onların gerçekte nasıl olduklarını bilmemizin imkansız olmasına rağmen, onların “benim dışımda”ları da acaba sabit midir? Koklama organımı uyaran ve şuurunda olduğum o duyuma sebep olan bir kafur molekülünün, gerçekte nasıl “olduğundan” haberim olmayabilir. Fakat bu tür bir kokuyu her algıladığımda bunun yalnızca kafura ait bir öz nitelik olduğundan ya da aslında bir hayal veya bir halüsinasyon olmadığından emin olabilir miyim?
“Başka bir deyişle, evrenin gerçekte nasıl olduğunu bilmediğim halde, oradaki evren dinamik de olsa, statik de olsa, değişmekte de olsa, katı da olsa, “Ben’imin” onun özünü, gerçek “varlığını” değiştirmesi söz konusu olmadan, şuurumda yansıyan fikirler üretmesi mümkün müdür? Bizim yanıtımız hayırdır. Belirli bir sinir ve zihin yapısına sahip olan siz dünya insanları, biz Ummo insanları ve evrendeki tüm benzer varlıklar gerçeğe, evrenin özüne hiçbir zaman varamazlar, ancak bu evrenin mevcut olmamasından ve bizim gerçeğe varmamızı engelleyen bir engel bulunmasından dolayı değil, varlığı düşündüğümüz zaman onun özünü biraz değiştirmemizdendir.
“Basit bir örnekle bunu açıklayabiliriz: Dünyanızdaki bir fizikçi, mikrometalografiyle ilgili bir örneğin optik özelliklerini gözlemlemek isterse, gözleminde ışık kullanmak suretiyle bu işlem sırasında bir değişikliğe yol açacaktır. Gözlemleme faaliyeti, gözlemlenenin gerçek niteliğini değiştirdiği için fizikçinin üstesinden gelemeyeceği engel de işte budur. Şimdi varlık ya da var oluşta böyle bir şeyin meydana gelmesi söz konusudur.
“Hakkında düşünülmediği ve onun düşüncesi şuurumda mevcut olmadığı sürece o “böyledir.” Biz düşünen varlıkların etkilerimizi var oluş üzerine yöneltme tarzımız konusunda denilebilir ki var oluş ne “böyledir” ne de “değildir.” Bu durumda mantığımız bize bu kavramın gelişmesi için bilgilendirici hiçbir formül sunmamaktadır. Biz insanlar böylece hakkında düşündüğümüz zaman evreni “yaratırız.” Kozmos kendini bize bir elemental fiziki antite modeli görünüşüyle sunar.
“Demek ki burada dışsal gerçekle bizim aramızda bir tür “ortak yaşama” söz konusudur. Dışsal gerçek zihin sürecimize uygun olarak kırınıma uğratılmış, biz şuurumuzu üzerinde odaklar odaklamaz biraz değiştirilmiş olur. İşte biz bu şekilde, evrenin belirli elemental fiziki antite modelini ve fizik faktörleri içeren ve kendi yaratışımız olan ikili bir modelini biçimlendiririz. Bu gerçek de kendi açısından bizim “ben”imizi biçimlendirir, yaratır ve üretir. Bu noktada, sistemimizin varlık anlayışının bir “gerekli varlık” ya da “kozmosa üstün olan Tanrı” fikrini dışlayan bir tür panteizm olduğunu düşünebilirsiniz. Az sonra sizin de kabul edeceğiniz gibi durum hiç de öyle değildir!
“Bizden farklı zihinsel süreçlere sahip varlıklar tahayyül edelim. Şüphesiz onlar da kozmosu düşünmeye çalışacaklardır, ama bunu yaparken onun varlığını değiştireceklerdir. Böylece onların evreni bizim evrenimiz olmayacaktır. Kısaca, kozmosun imajı değişik olacaktır.
“Sorun, bizimkinden farklı zihin süreçlerine sahip insanlar söz konusu olduğu için evrenin imajının farklı olması değildir. Varlığın kendisinin, var oluşun kendisinin, evrenin özünün ta kendisinin böylelikle değişiyor olmasıdır. Varlığın bu izafiyeti, varlığın bu çok değerliliği Ummo mantığımızda yansıtılmıştır. Biz buna varlık biçimlerinin şebekesi ya da serisi diyoruz. Biz Ummolu insanlar evreni ve onu oluşturan faktörleri S1, S2, S3,….Sk olasılıkları altında görüyoruz. Oysa dünya insanları şimdilik sadece S1 ve S2 olasılıklarını kabul ediyorlar.
“Tanrı üreticidir, O’nun çoklu kozmosu ürettiğini söyleriz biz. Üretmek fiilini, yaratmak fiilinin uyarlaması olarak öylesine kullanıyoruz. Size Tanrının varlığı bozmayan ya da değiştirmeyen yegane “düşünen varlık” olduğunu söyledim. Tanrı varlık ile birlikte var olur, varlık Tanrıyı aşamaz, varlık Tanrının “edimidir.” Tanrının düşüncesinin, biz boyutsal varlıkların düşünme süreçleriyle hiçbir ilişkisi yoktur. Böylece beyan ederiz ki, varlık içkin değildir. Bozucu, entelektüel varlık vizyonumuzun arkasında saklı olan bir gerçeği bozarak varlığı biçimlendiren şuur olmasına rağmen, varlık sübjektif şuurumuzun bir kavramı değildir. Bu suretle Tanrı, S1, S2, S3, ….Sn’in mümkün olan tüm biçimlerini üretir ve bunların alt grupları da başka birçok evrenleri oluşturur. Başka bir deyişle, Tanrı sonsuz tipte düşünen varlıklar üretmek suretiyle sonsuz sayıda kozmoslar üretir. Fakat “sonsuz evrenler vardır” önermesi, sadece biz düşünen varlıklar için geçerlidir, çünkü biz düşünen ”benlerin” ne kadar kategorisi varsa, varlığı o nispette bozduğumuzdan, engin zenginlikteki bir ontolojik olasılıklar serisini de yaratmış oluruz.
“Bunu genel bir tarzda ifade edersek, Tanrının bakış açısından evren, zihinlerimizin aşina olduğu o geniş biçimler serisini göstermediği gibi, Tanrı bunu var olan ya da var olmayan bir şey gibi algılamaz bile. Tanrı için varlık kendi gibi ebedi ve sabittir.
“Dini, bilimsel, politik ve ekonomik fikirlerinizi terk ederek bizimkileri benimseme düşüncesine karşı sizi ciddi şekilde uyarıyoruz. Bu konuda en ufak bir istek bile taşımıyoruz. Bizim fikirlerimizi dünyadaki sisteme enjekte etmeniz büyük bir hata olur. Bunu yapacak olursanız sosyal yaşamınızın ritmini ve kültürünüzün gelişmesini ciddi şekilde hasara uğratırsınız. Sistemlerinizde yapacağınız devrim kendi sosyal bünyenizden kaynaklanmalıdır. Zaten bizim bu konuda bağlı olduğumuz kozmik bir yasa var. Size yeni bir öğreti getirmek için dünyaya gelmedik. Biz ne yeni bir dinin peygamberleri, ne de hastalıklarınıza çare bulacak şifacılarız! Biz pasif inceleme ve analiz misyonu için buradayız.
“Bizi gizli kalmaya sevk eden sebepler çeşitlidir. Dünya insanından gelecek bir saldırıdan korkmak bu sebepler arasında yer almaz. Sizi inandırmak gibi bir çabamız da yoktur. Bazıları bizden kanıt isteyip duruyor. Bazı yerlere teknik düşünceler ve aletler bıraktık, ama onları ellerine geçiren teknisyenleriniz, bu düşünceleri bazı eksantrik dünyalı bilim adamlarına mal ettiler. Eğer size sunduğumuz düşünceleri anlamıyor ya da takdir edemiyorsanız, bize inanmamanız daha hayırlı olur!” (Sayfa: 23-46)

Not: Yukarda sözü edilen alet ve düşünceler, Ummolular tarafından Madritli bir profesöre incelenmek üzere bırakılmıştı. Ozalit kopyalar halindeki planların yanı sıra, kanıt olarak bırakılan aletler şunlardı: 1- Atmosfer basıncındaki değişmelere bağlı olmadığından g değerinin evrendeki herhangi bir noktada ölçülmesini mümkün kılan bir altimetre. 2- Gazlı mercekler takılı bir fotoğraf makinesi. Odaklama (netlik ayarı) gazın kırılma endisinin değiştirilmesiyle yapılıyor. 3- Hareketli hiçbir parçası bulunmayan bir ses kayıt cihazı. Bu cihazın planlarını inceleyen dünyalı mühendisler, teknik yönden yapılabilir olmasına rağmen yapımının son derece pahalıya mal olacak bir cihaz olduğunu söylemişlerdir. 4- Titanyum kristallerine dayalı kompüterler. Bu kristaller, atomik düzeyde ve uzayın üç ekseni üzerinde bilgi depolayabiliyorlar. Söz konusu kompüterler sayesinde dünya uygarlığının tüm serüveni Ummolular tarafından kaydedilerek Ummo’ya gönderilmiştir.

KİRLİAN FOTOĞRAFI – Bedenlerin Biyoplazmik Eşleri

İnsanın fizik bedeninin dublesi olduğu söylenen “Astral” ya da “Enerji Beden” diye bir beden var mıdır? Yüzyıllardır bu konuda tartışma sürüp gitmiştir. Ruhsal yetenekleri gelişmiş bazı kimselere göre bu duble fizik bedenden daha büyüktür. Aura ya da ışık olarak görünen şey, bu insani dublenin fizik bedenden taşan dış kenarlarıdır. Günümüzün önde gelen sözüne güvenilir medyumlarından Eileen Garrett, “Awareness” adlı kitabında şöyle yazıyor: “ Tüm yaşamım boyunca herkesin bir ikinci bedeni, dublesi olduğuna tanık olmuşumdur. Doğunun mistik öğretilerinde ve teozofide bu dubleden söz ediliyor. Günümüzde “enerji beden” ya da fizik bedene uyum sağlamış “manyetik alan” diye de tanımlanıyor. Bireyin inanç ve yaşantısına göre şekil değiştirebilen, gezegenin, güneş sisteminin ve kozmosun maddi olmayan elemanlarından meydana gelen manyetik bir alan.”
Eileen Garrett auranın, insanın enerji bedeninin fonksiyonunun bir veçhesi olduğunu söyler: “Hepsinden önemlisi duble şuurun genişlemesi için kullanılabilir. O, telepati ya da klervoyan projeksiyonunda önemli bir vasıtadır.” Eğer Eileen Garrett haklıysa, D.D.İ.’nin (Duyu Dışı İdrak) sırrı astral bedendedir.
Enerji beden aslında nedir? Nasıl bir fonksiyonu var? Nereden geliyor? Bu soruların yanıtlarının araştırılmasına Kazakistan’daki Sovyet Uzay Merkezinin yakınlarında başlanmıştı. Alma Ata’daki Kirov Devlet Üniversitesi’nde biyolog, biyokimyacı ve biyofizikçilerden meydana gelen bir grup bilim adamı büyük bir elektromikroskobun başında toplanmıştı. Kirlian’ın cihazları uzaklardan getirilip bu mikroskoba bağlandı. Bir zamanlar sadece klervoyanlar (durugörürler) tarafından görülebilen yüksek frekanslı deşarjı elektro mikroskoptan şimdi bilim adamları da görebiliyorlardı. Yaşayan bir organizmanın hareket halindeki dublesine tanıklık etmişlerdi. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar üzerinde üst üste deneyler yapıldı. Sonunda bilim adamları bu dubleye “İyonize edilmiş, uyarılmış elektron, proton ve muhtemelen diğer partiküllerden meydana gelmiş bir çeşit ilkel plazma takımı” diye teşhis koydular. Ama bu duble kaotik bir sistem değildi, biyolojik bir organizma gibi hareket ediyor ve kendi elektromanyetik alanını yaratıyordu.
1968 yılında bu heyet yaptığı keşfi şöyle açıkladı: “Bütün canlıların atom ve moleküllerden oluşan fizik bedenlerinin yanı sıra, bunun kopyası olan bir de enerji bedenleri vardır. Bu bedene Biyolojik Plazma Beden diyoruz” Sonuçlar insanı şaşırtacak nitelikteydi. Bitki, hayvan ve insanların fizik bedenlerinin yanı sıra bir enerji bedenleri olduğu modern bilim tarafından onaylanmıştı. Bilim adamlarına göre, Kirlian fotoğraflarında görülen biyolojik ışımanın sebebi biyoplazmaydı, organizmanın elektriksel faaliyeti değildi.
Son yıllarda çeşitli ülkelerden birçok bilim adamı canlıların içinde bir çeşit matriks, gözle görülmeyen organizatör bir kalıp bulunduğu yolunda teoriler ileri sürdüler. Moskova Hayvan Morfoloji Enstitüsünden Dr. Alexander Studitsky kas dokusundan bir parça kıydı ve bir farenin bedenindeki yaraya yerleştirdi. Beden sanki orada bir çeşit organizatör kalıp varmış gibi bu parçadan tamamen yeni bir kas geliştirmişti. Kazak bilim adamlarının raporuna göre, fizik ve enerji bedenler arasında atomik, moleküler ve plazmik düzeyde sıkı bir ilişki vardı. Dr. İnyushin, “Canlının enerjisi, fizik hücrelerden ve daha hareketli olan biyoplazmadan meydana gelir” diyordu.
Biyoplazmik enerjiyi meydana getiren nedir? Enerji bedenimizi tekrar nasıl şarj edebiliriz? Kazak bilim adamlarının tespitlerine göre, enerji bedenin belirli miktardaki enerjisi soluduğumuz oksijenden oluşuyor. Öyle görünüyor ki solunum vital enerjimizi yeniliyor ve yıpranmış enerji kalıplarının onarılmasına yardım ediyor. Belki de bu yüzden Hint Yoga felsefesi eskiden beri solunumun tüm bedeni vital güç ya da prana ile şarj ettiğini söyleyip durmakta, sağlıklı kalmak için belirli solunum egzersizleri tavsiye etmektedir. Sovyet bilim adamları bu görüşü doğrular şekilde bir açıklama yapmışlar, iyonize hava püskürtüldüğünde yaraların daha çabuk kapandığını söylemişlerdir.
Bilim adamları çeşitli renklerin biyoplazma üzerindeki etkilerini de araştırdılar. Her renk biyoplazma üzerinde çeşitli salınımlara sebep oluyor ve aktivitesini değiştiriyordu. Örneğin mavi ışık deşarjın şiddetini artırıyordu. Belki de durugörünün temelleri insan biyoplazmasının renklere karşı reaksiyonlarında aranmalıdır. Bilim adamları, zayıf manyetik alanların biyoplazmanın ışımasını stabilize ettiğini de tespit ettiler. Dr. İnyushin bu konuda şunları söylüyor: “Kirlian’ın keşfi bize organizmanın plazmik yapısını inceleme imkanını bahşetmiştir. Biz tüm kozmik tezahürata biyoplazmik bedenimizle reaksiyonda bulunuyoruz. Güneş patlamaları sırasında bilim adamlarımız insanlarda, hayvanlarda ve bitkilerde her tür biyolojik reaksiyonun tablosunu çıkardılar. Patlamalar evrenin tüm plazmik dengesini değiştirmekte, dolayısıyla yaşayan organizmaların biyoplazmaları da etkilenmekte, bunun sonucu olarak fiziki hastalıklar ortaya çıkmaktadır.”
Ruhsal yetenekleri gelişmiş olanlar, asırlardır insanın kendi arzusuyla fizik bedenini terk edebileceğini söyleyip durmuşlardır. Bazı insanlar gerçekten de enerji bedenleriyle seyahat edebilmektedir. Sovyetler, beden dışı seyahat yapan yogiler üzerinde çalışmalar yapmaktadır.
Ölümle birlikte enerji bedenin fizik bedenle ilişkisini kestiği söylenir. Sovyet bilim adamları Kirlian metoduyla birçok kere ölüm anının fotoğrafını çektiler. Hayvan ya da bitki bedeni yavaş yavaş ölürken biyoplazmik bedenin yalımlarının dışa doğru fırladığını sonra uzaklaşıp gözden kaybolduğunu gördüler. Bitki ve hayvan bedenlerindeki ışıma giderek dinmiş, ama biyolojik dedektörler bir süre daha pulsasyon halinde bedenden gelen güç alanını tespit etmişti. (Sayfa: 11-17)

Sovyet mühendisi Semyon Kirlian, 1939 yılında elektroterapi için geliştirilen yüksek frekans aletinin kullanımıyla ilgili bir gösteriyi izleme fırsatını elde etmişti. Elektrotlarla süjenin derisi arasında bir parıltının ortaya çıktığını farkettiğinde bu ışığın fotoğrafının çekilip çekilemeyeceğini merak etti. Bir fotoğraf camı kullanarak yaptığı ilk deneyde tuhaf bir görüntü, şekil olarak parmakları çevreleyen bir tür parlaklık elde etti. Bu sonucun neleri ima ettiği henüz belli olmamasına rağmen Kirlian yılmadı ve karısı Valentina Kirlian ile birlikte bir deneyler dizisi gerçekleştirdi. Deneyler sonucunda ortaya çıkan bu olguya aura, enerji kuşantısı, biyoplazmik beden, korona deşarjı, elektron neşriyatı gibi adlar verildi.
Kirlian tipi cihazlar, esas olarak izole edilmiş bir kutu içerisinde yer alan fotoğraf makinesiyle irtibatlandırılmış yüksek frekanslı bir kıvılcım üretecinden meydana gelir.
Kirlian cihazıyla örneğin parmakların fotoğrafı çekildiğinde, tespit edilen koronanın iki farklı bölümü olduğu görülür. 2-5 mm genişliğinde bir iç aura ve genişliği 5-20 mm arasında değişen bir dış aura. Aynı parmakların üst üste ve aynı şartlarda alınmış birçok fotoğrafında sonuçlar birbirini hiçbir zaman tutmamakta, aralarında birkaç saniye süre olan çekimlerde bile bu sonuç değişmektedir. Ayrıca her parmağın kendine özgü bir alanı vardır, parmaklar birbirine çok yakın olsalar bile korona saçakları birbirini iter ve biri diğerine karışmaz.
İç koronanın parlaklığı, deneyin günün hangi saatinde yapıldığına bağlı olarak gözle fark edilir derecede değişiklik gösterir. Sabahleyin korona normal ve geniş olurken, bütün gün süren deneylerden sonra akşamleyin hemen hemen ortadan kaybolur ve daha karışık hal alan saçaklar da sayıca azalır. Öte yandan yorucu bir günün sonunda süje beş dakika süreyle meditasyon yaptıktan sonra tekrarlanan çekimde koronanın gayet düzgün olduğu görülmüştür. Duygusal bir kız olan süje, erkek arkadaşını düşündüğünde koronadaki düzgünlük kaybolmuş, İkinci Dünya Savaşını düşünmesi istendiğinde ortaya tuhaf bir çiçek deseni çıkmıştır. Ayrıca çay ya da alkollü içkiler içtikten on dakika sonra görüntüde net olmayan bazı lekeler belirmiş ve bu etki dört saat kadar sürmüştür. Ellerden sonra burnun, üçüncü gözün, hatta ayakların fotoğrafı çekilmiş, bunların da bir koronası olduğu anlaşılmıştır. Ama eller diğer uzuvlardan daha fazla enerji yaymaktadır. Bir insanla temas eden madeni paranın fotoğrafı çekildiğinde paranın koronasının büyüdüğü görülmüştür. Dahası, bir elmanın Kirlian fotoğrafı çekilmiş, çekimdeki aura boşluklarının elmanın çürük ve çizik yerlerine tekabül ettiği görülmüştü. Çok ilginç bir deney de yumurtalarla yapılmıştı. Bir süre yan yana tutulan iki yumurtadan biri ezilirken diğerinin fotoğrafı çekilmiş, fotoğrafı çekilen sanki arkadaşının ıstırabını hissediyormuş gibi canlılığını yitirmiş, iç koronanın yanı sıra saçaklar da irilik ve sayı bakımından gözle görülür derecede ufalmışlardı. (Sayfa: 19-24)

Bir bölümü kesilmiş yapraklar Kirlian fotoğraflarında hiç eksiksiz ama daha az parlak olarak görülmüştür, yani yaprağın bir bölümü koparıldığında bu kopuk bölüm çekilen fotoğrafta yer almakta ve yaşayan bir fantom gibi varlığını sürdürmektedir. Ruslardan
sonra Amerikalı bilim adamları daha güçlü Kirlian cihazları geliştirerek fantom etkisini araştırmaya koyuldular. Süje stres altındayken ışınımın kırmızımsı kahverengiye döndüğünü şaşkınlıkla izlediler. Buna karşılık alkol sarhoşluğu sırasında korona büyüyor, açık pembe bir renk alıyordu. Ama Amerikalılar fantom etkisini oluşturmayı başaramadılar. (Sayfa: 29-30)

Ektoplazma, trans halindeki materyalizasyon medyumunun vücudunun çeşitli yerlerinden (kulak, ağız, göbek) dışarı çıkan gaz veya tül gibi çok ince bir maddedir. Biyoplazmanın aksine dokunulup hissedilebilen bir özellik gösterir. Ne yazık ki ektoplazmaya ilişkin araştırmalar yapmak son derece güçtür, çünkü ektoplazma ışık etkisinde hızla medyumun vücuduna geri döner, ayrıca zihinsel etkilere de reaksiyon gösterir. Süptil beden hakkında tüm bildiklerimiz, onun fizik bedenden çözülebilir durumda olduğunu göstermektedir. Oysa biyoplazmik beden fizik bedene bağlıdır.
Fransız araştırmacı Durville, karanlık odada manyetize ettiği medyumun vücudunun dışında ilk önce gri beyaz renkte bir bulutun oluştuğunu, bir süre sonra bu bulutun parlak mavi ve turuncu renkte bir insan bedeni şeklini aldığını söylemektedir. Bu bulutun biyoplazmadan oluştuğunu düşünüyoruz. Meydana gelen beden tıpatıp fizik bedene benzemekte ve parlak bir enerji ışınımıyla sarılı bulunmaktadır. Bulutun yoğunluğu, süptil bedenin dışarı çıkarak biyoplazmaya büründüğünü açıkça ortaya koyuyor. Daha sonraki aşamalarda Durville dubleye odanın ya da evin dışına çıkmasını emrettiğinde duble emri yerine getirmekte, daha sonra dağılarak fizik bedene geri akmaktadır. Duble bunu yaparken duvar ya da kapalı kapı gibi engellere aldırış etmeksizin etrafta dolaşmaktadır. Eğer Durville iyi gözlem yapabilseydi, biyoplazmanın yarı maddi bir yapıya sahip olduğunu görecek, fizik bedene oranla daha serbest, astral bedene oranla daha kısıtlı olduğunu anlayacaktı.
Biyoplazmik aura bir ruhsal aura değil, en iyi tahminle bir ara maddedir. İngiliz Dr. Robert Crookall, biyoplazmanın ancak bir bölümünün vücudu terk ettiğine ve vücuttan fazla uzaklaşamayacağına inanmaktadır. Ona göre süptil bir beden vücuttan ayrılabilmelidir. Crookall, ölüm olayında biyoplazmanın birkaç saat ya da birkaç gün içinde çözülerek fizik bedeni terk ettiğini söylemektedir. Bu enerji bedende büyüleyici olan, elastikiyeti ve çok yönlülüğüdür, bunun dışında vücuda tıpatıp uyması da bir başka özelliğidir. (Sayfa: 32-33)

Sovyetler, geliştirdikleri Tobiskop ya da Biyometre aracılığıyla biyoplazmik bedenin enerji noktalarındaki parlaklığı ortaya çıkarmışlardır. Ciltteki biyokimyasal hassasiyetleri ve iletkenlik özelliklerini ışımalarla tespit edebilmektedirler. Bu yolla tüm vücudu tıpkı bir harita gibi biyoenerjik yönden ölçmek mümkündür. Bu gelişmeler, çok sayıda enerji akım ağının tüm vücuda yayılmış olduğu şeklindeki eski Çin düşüncesini doğrular gibidir. Öte yandan Tibet şifa sanatında, birbirinin içinden geçen ve yüzlerce küçüklü büyüklü kanaldan oluşan süptil bir bedenden söz edilir. Tibet öğretisine göre üç ana kanal adeta bir burgu gibi omurgaya sarılmış durumdadır. Bu, yoga öğretisindeki kundalini güç hatlarını gösteren resimlerdeki duruma benzer. Oysa batı tıbbı bu konulardan ya çok az haberdardır ya da tamamen habersizdir.
Sovyet bilimcileri hastalıkların başlangıç aşamasında Kirlian metoduyla önceden görülebileceğini ileri sürmekte, elektromikroskop aracılığıyla ilaçların dozunun bile ayarlanabileceğine inanmaktadırlar. 1972 yılında Sibirya’nın Novosibirsk kentinde bir deney yapan bilim adamları, iki adet ince cam kabı aynı besin çözeltileriyle doldurdular. Sonra bu kaplardan birine belirli bir virüs koydular. Bir süre sonra içine virüs konmamış çözelti, virüs konmuş çözelti gibi aynı belirtileri göstermeye başladı. Aslında virüs konmayan kapta virüs oluşmamış, fakat virüslü çözelti hücrelerinin ‘enformasyonları’ aradaki camı geçerek diğer çözeltinin hücrelerini etkilemişti. Dr. İnyushin bu enformasyonun, fiziksel olmayan bir ışımayla hologram taşıyıcı tarafından gerçekleştirildiğine inanmaktadır. (Sayfa: 34-35)

Bu noktada insanın kibernetik modeli üzerinde düşünmeye başlıyoruz. Onu, modern nöropsikolojinin ve Behavyorizmin (davranışçılık) gördüğü gibi, bir kompüter beyin tarafından yönetilen ve sadece çevresiyle ilgilenen çok komplike bir sinir sistemi olarak görüyoruz. Daha dikkatli bir yaklaşımla bu modelin, ancak duyguların ve serbest iradenin sadece sinirsel uyaranlar olarak değerlendirildiği ve duyular dışının araştırılmasına gözler kapatıldığı zaman ayakta kalabileceğini söylüyoruz. Bu eksik kalan modeli bir antitezle, yani insanın parapsişik modeliyle karşılaştırmak zorundayız. Parapsişik model şöyledir:
1- FİZİK BEDEN: Çok küçük elektrik akımları vücut fonksiyonlarının işlemesini sağlar. Her hücre, her kan küresi küçük ama kendine has bir elektrik yüküne sahiptir. Beyinde bu akımın sönmesi ölüm demektir. Burada sembolik olarak bir biyoelektriksel bedenden söz ediyoruz.
2- BİYOPLAZMİK BEDEN: Burada tamamiyle bağımsız bir vücut düşünülmemelidir. Aksine yarı maddi karakterde, yüksek derecede beslenmiş subatomik maddelerden meydana gelen bir zarf söz konusudur. Biyoplazma büyük bir olasılıkla düşünce ve duyular dışına ve kozmik akımlara karşı iletici durumundadır, rezonans ve reaksiyon imkanlarına sahiptir. Biyoplazmanın durumu fizik bedenin sağlığı üzerinde etkilidir. Fizik bedene bağlıdır fakat ölümden sonra onu terk eder. Biyoplazmik beden, kaba maddi bedenle süptil beden arasında ilişki kuran bir köprüdür. Yarı maddi bir özelliği olduğunu Monroe’nun şu yeteneği de göstermektedir: Monroe, kol ve bacaklarının dublesini (biyoplazmik kısmını) hareketsiz duran fizik bedeninden ayırmakta ve onların yavaşça yanına düşmesini beklemektedir. Sonra duble kolunu zemindeki halıya doğru bastırdığında, duble el halının içinden geçmeden önce hafif bir direnç hissetmekte, sonra da halının içinden geçmektedir. İşte bu direnç biyoplazmik bedenin yarı maddi olduğunun kanıtıdır. Eğer yarı maddi olmasaydı hiçbir direnç hissetmeyecekti.
3- SÜPTİL BEDEN: Fizik bedenle aynı şekle ve her organın da dublesine sahiptir. O gerçek kişiliğin merkezidir. Fizik bedenin dışında ondan bağımsız olarak hareket edebilir. Fizik bedene süptil bir yaşam bağıyla (gümüş kordon) bağlanmış durumdadır.
Bu üçlü sıralama bir şema olarak düşünülmüştür ve ‘kesin doğruluk’ iddiasında değildir. Bu konuda dogmatiklik söz konusu olamaz, büyük olasılıkla gerçek bizim burada değinmiş olduğumuzdan daha karmaşıktır. (Sayfa: 36-37)

Kişiler arasındaki duygusal haller Kirlian fotoğraflarına çok anlamlı bir şekilde yansımaktadır. İki kişi birbirine sıcak ve dostça duygular beslediğinde fotoğraftaki ışımalar yek diğerine doğru uzar, bazen de tek desen halinde iç içe girer. Eğer iki kişi birbirine düşmanca duygular besliyorsa ışıma aniden kesilir ve parmaklar arasında bir boşluk bırakır. Bu boşluk o kadar net bir şekilde gözlenir ki ‘saç tıraşı etkisi’ adıyla bilinir, yani kısa ışıma anlamında! Aradaki boşluk, her iki parmağın ışımasını açıkça ikiye bölen bir engel gibidir. Fazla öfke, mavi-beyaz koronanın içine karışarak onu tamamen bozan bir kırmızı leke yaratır. Seksüel görüntülerin hayal edilmesi de kırmızı bir leke alanı yaratır ki, bu duygusal uyarılmaya özgüdür.
Çarpıcı bir olayda, 12 yaşındaki kız çocuğunun koronası bir düzineyi aşan aile fotoğrafının hiç birinde çıkmamıştı. Bu durumda, kızcağızın davetlisi olarak laboratuvara gelen en yakın arkadaşıyla fotoğraf çektirmesine karar verildi. Arkadaşıyla çekilen resimlerde kızın parmakları parlak bir korona ile kaplanmıştı. Duygusal hallerin Kirlian fotoğraflarını etkilediği bu örnekten gayet iyi anlaşılmaktadır.
Çeşitli uyarıcılara düşkün olanların tespitinde Kirlian fotoğrafçılığı çok önemli bir rol oynamakta, bir bardak bira içildikten sonra parmakların çevresindeki hale belirgin bir şekilde değişmektedir. Dr. Thelma Moss tarafından 1973 yılında Prag’da toplanan Uluslararası Psikotronik Sorunlar Konferansı’na sunulan bir rapor bu tür bir deneyin sonuçlarını içeriyordu. 65 kişiden oluşan gönüllüler iki gruba ayrılmış, ilk gruba ufak dozda haşiş verilirken ikinci gruptakilere haşiş sandıkları etkisiz bir madde verilmişti. Gönüllülerin parmak ucu fotoğrafı çekildiğinde haşiş alanlar eksiksiz olarak tespit edilebilmişti.
(Sayfa: 38-42)

1960’ların başında ‘deriyle görme’ yeteneğine sahip Bayan Rosa Kuleshova, gözleri bağlıyken önüne konan metinleri harfi harfine okuyabiliyor, dokunmak suretiyle objelerin rengini, çizim ve fotoğrafların konusunu teşhis edebiliyordu. Daha sonra bu yeteneğin sadece Bayan Kuleshova’ya has olmadığı anlaşıldı. Bazı insanlar sadece dokunarak değil, söz konusu obje siyah bir zarfa konduğu ya da metal bir kutu içine yerleştirildiğinde bile teşhis edebiliyorlardı. Araştırmacılar bu tuhaf olayı açıklayabilmek için çeşitli hipotezler ileri sürdülerse de hiçbir sonuç elde edemediler. Kirlian fotoğrafçılığı bu bilmeceye bir çözüm getirebilir. Nitekim 1968 yılında Dr. Victor Adamenko’nun yaptığı bir deney ilginç sonuçlar vermişti. Adamenko, Kirlian tekniğiyle fotoğrafını çektiği bir yazının üstünü siyah bir kağıtla kapayıp tekrar fotoğrafını çekmişti. Üzeri kapanan yazı gözle görülemediği halde, ikinci fotoğrafta birincisi kadar parlak olmasa da izi net olarak görülebiliyordu. Bu deney, yazıların bile bir ışınım yaydığını ve hassas bazı kişilerin derileri yoluyla bu ışınımı bir şekilde hissettiklerini gösteriyor. (Sayfa: 42-44)

1972 yılında İngiliz araştırmacılar D. Milner ve E. Smart, iki yaprak arasındaki iletişimi araştırmak üzere yüksek frekanslı Kirlian fotoğrafçılığından yararlandılar. İki yapraktan biri henüz, diğeriyse 24 saat önce dalından koparılmıştı. Çekilen fotoğraflar henüz koparılmış yaprağın enerjisini diğer yaprağa ilettiğini gösteriyor, sanki yeşil ‘şifacı’ hemcinsini canlandırmaya çabalıyordu! Öte yandan Amerikalı kriminoloji uzmanı Cleve Backster, insanların duygusal hallerindeki dalgalanmaların bitki yaprağının enerji potansiyelinde değişiklikler meydana getirdiğini fark etmişti. Üstelik bu uzaktan etkileme sadece bitkilerle sınırlı olmayıp diğer biyolojik maddelere de özgüydü. (Sayfa: 44)

Bacağı veya kolu kesilen insanların bacak ya da kollarını yerindeymiş gibi hissettikleri bilinmektedir. Doktorlar bu olaya ‘halüsinasyon meydana getiren arzu’ deyip geçerler. Onlara göre bedeni bir bütün olarak görme konusundaki psikolojik bir eğilimdir bu. Fakat ruhsal yetenekleri gelişmiş kişilerle klervoyanlar, bacağı kesik birinin fantom bacağını gördüklerini söylerler.
Bu konuda Sovyetler Birliğinde yapılan Kirlian deneyleri klasik tıbbın görüşünü çürütür niteliktedir. Kabaroska’daki bir laboratuvarda tek ayağı kesik birinin Kirlian fotoğrafı çekilmiş ve kesik ayağın aurası fotoğrafta net bir şekilde görülmüştü. Fizik bedende ayak yoktu, ama onun tıpatıp kopyası olan enerji kalıbı ayağın bulunması gereken yerde hala mevcuttu. Bu durumda, kesik ayağını yerinde hissedenleri halüsinasyon görüyor diye nitelemek doğru olmaz. Onlar astral bedenlerindeki kopyanın hala yerinde olduğundan emindirler!
Bitkilerde de fantom etkisinin varlığı deneylerle saptanmıştır. Ucu kesilerek alınan yaprağın Kirlian fotosu çekilmiş, kesilen kısmın fotoğrafta varlığını koruduğu görülmüştür. Bu deneyi ilk defa gerçekleştiren Dr. Victor Adamenko, 1966 yılında bir yaprağın ucundan birkaç milimetrelik bir parça kopardıktan sonra fotoğrafını çekmiş, resimde kesik kısmın parıltılı bir şekilde varlığını koruduğunu görünce hayretler içinde kalmıştı. Deneyin sonucu o kadar olağanüstüydü ki, bilimsel çevrelerde güvensizlikle karşılandı. Daha sonra Amerikalı Dr. Thelma Moss aynı deneyi tekrarladı ve bu tuhaf olayın gerçek olduğuna kanaat getirdi. Brezilyalı araştırmacı Hernani Andrade aynı deneyi biraz değiştirerek gerçekleştirdi. Yaprağın bir kısmını koparmak yerine parçaladı, ama sonuç değişmedi, tahrip olan kısım fotoğrafta mevcutmuş gibi görünüyordu. (Sayfa: 48-50)

Yapılan deneyler, Kirlian tekniğiyle hastalıkların önceden tespit edilebileceğini de göstermiştir. Sadece parmak uçlarının fotoğrafı çekildiğinde bir hastalık, ruhsal bunalım veya zihin yorgunluğu önceden anlaşılabilmektedir. Semyon Kirlian ilk olarak bunu kendi üzerinde denedi. Bir seferinde, sebebini kendisinin de anlayamadığı şekilde elinin fotoğrafı çok bulanık çıkmıştı. Kirlian çok geçmeden kronik bir damar rahatsızlığından kendini yatakta buldu. Bulanıklığın cihazdan gelip gelmediğini öğrenmek isteyen Valentina Kirlian kocası yatağa düştükten sonra cihazı kontrol etti ve yeni fotoğraflar çekti. Cihazda hiçbir arıza yoktu. Bu olay, Kirlian fotoğraflarıyla insan bedenindeki hastalıkların önceden teşhis edilebileceğini açık seçik göstermektedir.
Dr. Michael Shacter ve Dr. David Sheinkin’in yaptığı çalışmalar, şizofrenik hastaların parmak uçlarında hemen hemen hiçbir koronaya rastlanmadığını göstermiştir. Bu hastaların tedavileri yapıldıktan sonra çekilen fotoğraflarda koronanın yavaş yavaş teşekkül etmeye başladığı tespit edildi. Bazı insanların koronalarında parlak kırmızı ışımalar görüldü, fotoğrafları çekilirken kendilerini gayet sıhhatli hisseden bu kişilerin daha sonra yapılan muayenelerinde 24-36 saat içinde gribe yakalandıkları anlaşıldı, kırmızı lekeler bu hastalığın belirtisiydi. Gribi atlattıktan sonra çekilen fotoğraflarda koronanın normale döndüğü görüldü. Trankilizan, sedatif ve antibiyotik gibi ilaçların insan koronası üzerinde etkili olduğu görülmüş, örneğin valium alındığı zaman parmak ucu koronasının uzadığı, marijuana alındığında ise koronanın sarardığı gözlemlenmiştir.
Kirlianlara göre renkli fotoğraf çekimlerinde insan cildinin farklı renkleri elde edilmektedir. Genellikle iç kısımlar mavi olup dışa doğru bu mavilik yeşile dönüşmekte, heyecanlanma durumuna paralel olarak renklerde değişimler meydana gelmektedir. Ciltten yayılan renkler arasında belli başlıları şunlardır: Mavi, eflatun, sarı, açık mor, gri ve turuncu. (Sayfa: 56-59)

Şifacı medyumdan hastaya enerji nakli yapılırken hastalar genellikle hafif bir ürperme hissederler. Bazı durumlarda şifacı, kendisine söylenmediği halde hastalıklı organın hangisi olduğunu hissedebilmektedir. Tedavi süresince hastanın kalp atışlarının medyumunkiyle aynı tempoda olduğu tespit edilmiştir. Şifa çalışmalarından çıkan sonuca göre şifacıların bedenlerinde hastaya aktarılabilen bir çeşit elektriksel güç bulunmaktadır. Sağlık, bedendeki enerjinin dengede olmasına bağlıdır, enerji dengesi bozulduğunda hastalıklar ortaya çıkar. Şifacının yaptığı iş, bozulmuş enerji dengesini normal hale getirmekten ibarettir. Bu zayıf bataryayı şarj etmek gibi bir şeydir!
Bir şifa sonrasını inceleyen Dr. Thelma Moss, hastanın bedeninden yayılan ışımanın arttığını, buna karşın medyumdan yayılan ışımanın azaldığını tespit etmiştir. Oysa normal halde bunun tam tersi geçerlidir. Şifacıların parmaklarından yayılan ışıma her zaman normal insanlarınkinden daha fazladır. Bu da şifa sırasında şifacıdan hastaya hatırı sayılır bir enerji transferi olduğunu gösterir. Enerji aktarımını doğrulayan bir başka deneyde dalından yeni koparılmış bir yaprak Kirlian cihazı içine yerleştirilip fotoğrafı çekilmiş ve yaprağın yüzeyinde soluk mavimsi bir ışıma görülmüştür. Yaprağa birkaç kez iğne batırıldıktan sonra çekilen fotoğrafta ise yaralanan kısımlarda kırmızımsı hafif bir leke belirmiştir. Bir süre sonra yaprak giderek solmaya ve ışıma gücünü kaybetmeye başladığında bir şifacı ellerini yaprağın 15-20 cm üstünde bir süre tuttuktan sonra çekilen son fotoğrafta kırmızı lekelerin kaybolduğu ve yaprağın yüzeyindeki ışımanın arttığı görülmüştür. Burada da şifacıdan yaprağa bir enerji aktarımı söz konusudur.
Şifa fotoğraflarında bir nokta meçhul kalmaktadır. Hasta iyileşmeyi ümit ettiğine göre, söz konusu fotoğraflar telkin yoluyla hastanın kendi kendini iyileştirmiş halini yansıtıyor olamaz mı? Dr. Moss bu soruya hayır yanıtını veriyor ve yukarda sözü edilen yaprağa dikkatimizi çekiyor. O deneyde yaprak şifacıdan gelen enerjiyle eski haline kavuşmuş, kendi kendini tedavi edememişti. (Sayfa: 60-63)

SOVYETLER’İN UFO KURAMLARI

Beyaz Rusya Bilimler Akademisi üyelerinden Dr. Vyacheslav K.Zaitsev uygarlığımızı uzaylılara borçlu olduğumuzu ileri sürmektedir. “Göklerden Gelen Tanrılar” adlı kitabın yazarı olan Zaitsev, çeşitli uygarlıkların inançlarında savını destekleyecek birçok kanıt bulunduğunu söylüyor. Ona göre, cami minareleriyle katedrallerin sivri kuleleri göklere tırmanan roketleri sembolize etmektedir. Zaitsev bu konuyla ilgili olarak şöyle diyor:
“Kozmik ziyaretçiler dünyamızın ilkel sakinlerine olağanüstü güçlere sahip ilahi varlıklar gibi görünmüş olmalılar! Tanrıların içinden çıktıkları araçların tüm dinlerimizdeki mimariyi etkilediğini düşünmek pek abes olmasa gerek. Bu araçların içinde yaşayan tanrılar mabetlerimizdeki resimlerde ve küçük heykelciklerde imajlarını hala koruyor gibiler. İçinde tanrıların bulunduğu bir aracın göklere doğru havalanışı, tüm destanlarımızda göklere verilen önemi anımsatmıyor mu? Minare ve kuleler uzay roketlerine öykünmüyor mu?
“İncilin Apocrypha bölümünde anlatıldığına göre, melekler göklere yükselen Hz. Davut’a sonradan Kudüs Tapınağı olarak inşa edilen mabedin arşetipik bir imajını göstermişlerdi. Hindular da mabetlerinin dünya dışı uygarlıkların mabetlerine uygun olarak inşa edildiğine inanır, mimari tasarımının bir ilah tarafından esinlendirilerek rahiplere çizdirildiğini söylerlerdi. Ortaçağda Hindistan’da Brahmanizm tekrar canlandığında ortaya tekerlekli platformlar üzerinde yürüyen mabetler çıktı. Sovyet araştırmacısı Nikolai Brunov, kulelere benzeyen yeni Brahman mabetleriyle ilahi arabalar (vimanalar) arasındaki ilişkiyi ima eden birçok done sunmaktadır.
“Kutsal kitapta sözü edilen Sodom ve Gomorra’nın yok edilişi, cahil tanıklarca tarif edilmiş bir nükleer patlamanın kanıtı değil midir? Eğer yüzyıllar önce ziyaret edilmişsek, bugün de uzayın derinliklerinden gelecek zeki bir uygarlığın ziyaretinin eşiğinde olabiliriz.”
Dr. Zaitsev Mesih’in ikinci gelişini sadece teolojik bir kavram olarak ele almamakta ve Hz. İsa’dan bahsederken “Kozmonot Hz. İsa” sıfatını kullanmayı önermektedir. Sahip olduğu mucizevi güçlerin ve hoşgörünün bu dünyadaki anlayışla hiçbir ilgisi bulunmadığını ise onun kozmonotluğuna kanıt olarak göstermektedir. Ayrıca Zaitsev Beytlehem Yıldızı’nın aslında bir yıldız olmayıp bir uzay gemisi olduğunu da iddia etmektedir. (Sayfa: 24-27)

Moskova Havacılık Enstitüsü’nden Dr. Felix Ziegel’in Sovyet ufolojisinde özel bir yeri vardır. Dr. Ziegel 1978 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda şunları söylemişti:
“Hala Amerika’nın ufoların ziyaret ettiği tek ülke olmasa bile ufo ziyaretlerinin büyük çoğunluğunun meydana geldiği ülke olduğunu düşünen birçok insan var. Diğer ülkelerde çıkan gazete haberlerine dikkat edilirse bu yanlış kanı hemen silinecektir. Dünya ufolarla doludur ve ne kadar uğraşırsa uğraşsın hiçbir ülke ufolardan kaçamaz. Sovyetlerdeki resmi görevliler de en azından Amerika’daki meslektaşları kadar ufo konusuyla savaştılar. Her iki hükümet de ufoların artık gülünüp geçilecek ya da görmezden gelinecek bir konu olmadığını anladı. Ufoların kendiliğinden çekip gitmeyeceğine kanaat getirdiler.”
Sovyet kozmonotlarının çoğunun eğitiminde katkısı olan Dr. Ziegel, ilk kez batılı bir yayın organına, yüksek düzeyden saygıdeğer bilim adamlarının inceledikleri ufo olaylarını açıklamıştır. Dr. Ziegel’in kayıtları arasında yer alan en ilginç olay, 1961 yılının 27 Nisan günü Leningrad’ın kuzeydoğusundaki Onega Gölü’nde meydana gelmişti. Olayla ilgili soruşturmayı askeri mühendis Binbaşı Anton Kopeikin ve çevre sorunları bilimcisi Fyodor Denidov’un başında bulunduğu sivil ve askerlerden oluşan bir ekip yürütmüştü. Binbaşı ve Denidov’un hükümete verdiği raporda şöyle deniyordu:
“Bir başka gezegenden gelen uzay gözlem aracı donmuş olan gölün kıyı hattına sürtünmüş, ancak ufak bir hasara rağmen yoluna devam etmeyi başarmıştır. Görgü tanıklarının söylediğine göre uçan cisim yere sürtünmesine rağmen hızını kesmemiştir. Obje yerde iki ufak çukurun yanı sıra 15m uzunluğunda ve 3m derinliğinde bir hendek açmış, gölü kaplayan buz tabakasını kırmıştır. Buz kütlesinin altı parlak yeşil renkteydi. Bu buzdan alınan örnekler eritildiğinde magnezyum, alüminyum, kalsiyum, baryum ve titanyumdan oluşan bir artık bıraktı. Ayrıca tuhaf bir metal parçasıyla, demir, silikon, sodyum, lityum, titanyum ve alüminyumdan oluşan siyah renkte, geometrik şekle sahip zerrecikler bulundu. Bu zerrecikler aside ve yüksek ısıya dayanıklıydı.”
Raporu veren ekip kanıtları tanınmış Sovyet jeofizikçisi Dr. Vladimir Sharonov’a teslim etti. Kanıtları inceleyen Dr. Sharonov şöyle diyordu: “Siyah zerreciklerin ne olduğunu henüz bilmiyorum, ama yapay bir maddeye ait olduklarını sanıyorum. Bu elbette bir göktaşı değil, ama uzmanlar o hızla buza çarpan uçak cinsinden bir objenin bu darbeye dayanamayacağını söylüyorlar.” (Sayfa: 28-33)

Dr. Ziegel, Enquirer Dergisi’ne daha önce hiç açıklanmamış son derece güvenilir tanıklara dayanan ufo olaylarını da anlatmıştır:
“Birçok şeref madalyası almış bir deney pilotu iki kez ufolar tarafından inişe zorlandığını iddia etmiştir. Arkady Apraksin 1948 yılının 16 Haziran günü Hazar Denizi’nin kuzeyine düşen Baskunçak yöresinde 9,500 m yükseklikte bir jetle uçarken ışınlar yayan puro şeklinde bir obje gördü. Pilot gözlemini hava üssüne rapor etti ve üsten objenin radarda görüldüğüne dair onay aldı. Objeye yaklaşıp inişe zorlaması, daha olmazsa ateş açması emredildi. Apraksin ufoya 9 km kadar yaklaştığında, söylediğine göre araçtan gelen ışınlar bir yelpaze gibi açılarak görüşünü sıfırlamış, jetin elektrik donanımı devreden çıkmış ve motoru aniden durmuştu. Pilot büyük bir hasar almadan mecburi iniş yapmayı başarmıştır. Apraksin bu olaydan yaklaşık bir yıl sonra 6 Mayıs 1949’da yeni bir uçağın deneme uçuşunu yaparken yine puro biçiminde bir ufoyla karşılaştı. Ufo yine 9 km kala pilotu geçici olarak kör eden ışınlar gönderdi, uçağın elektrik donanımı yine felce uğradı. Apraksin Saratov’un 40 km kadar kuzeyindeki Volga Nehrinin kıyısına mecburi iniş yaptı.
“31 Temmuz 1969 günü, Bilimler Akademisi’nde teknik bilimler doktoru olan L.I. Kuprianov, yanında arkadaşlarıyla saat 20.00 sıralarında Usovo kasabası yakınlarında arabasıyla seyrediyordu. Üzerinden hızla geçip giden iki adet gümüşi renkli disk gördü. Civardaki tüm arabalar stop etmişti. İki dakika süreyle hiç kimse arabasını çalıştıramadı.
“Öğretmen ve astronom Tsekhanovich Karadeniz kıyısındaki Gagra kasabası üzerinde parlak, nabız gibi yanıp sönen kavuniçi renkte bir ışık topu gördü. Obje hızla alçaldıktan sonra hareketsiz havada asılı kaldı. Yaklaşık 30 saniye sonra kavuniçi renkli ufacık bir top belirdi ve daha büyük objenin çevresinde dolandı. Aynı manevrayı yapan üç top daha ortaya çıktı. Sonra büyük obje uzamaya başladı. Bir dakika kadar sonra bir ışık parlaması oldu ve tüm objeler ortadan kayboldu.” (Sayfa: 33-35)

Fizik Profesörü K. Kobyizev Sovyetlerde oldukça tanınmış bir bilim adamıdır. Bir üniversitede verdiği konferansta ufolarla ilgili olarak şunları söylemişti:
“Gözlemler göstermiştir ki olayların çoğunda ufoların çapı 10 ile 30 m arasında değişmektedir. Hatta çapı 200 m’yi bulan ve saatte 75 bin km hıza birkaç saniyede ulaşabilenleri de vardır. Hız arttıkça ışıma sarıdan kırmızıya, turuncuya ve mavimsi mora dönüşür. Ufo uçuş bölgelerinde manyetik fırtınalar oluşur, hayvanlar panikler, uçak ve otomobillerin çalışmasını etkileyen elektrik kesilmeleri olur.
“Ufoların yoğun dünya atmosferinde saatte 75 bin km’lik hızlarla keskin dönüşler yaparak uçmalarını anlamak bizim için zordur. Ancak gerçekler inkar edilemez, bir şekilde dünyamızın yer çekiminden kurtulmayı başarmakta ve bizi hayretler içinde bırakan hareketler yapmaktadırlar. Gagarin’in uzaydaki uçuşu da atalarımıza kim bilir ne kadar inanılmaz gelecekti!
“Uzaylıların çok gelişmiş bir teknolojileri ve yüksek bir uygarlıkları olduğu kesin. Büyük olasılıkla mükemmel bir telepati yetenekleri de var. Nükleer bir savaş ihtimali onları çok tedirgin ediyor olmalı. Böyle bir felaket güneş sisteminin dengesini bozacak, özellikle komşu gezegenler için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. Atomla ilgili kuruluşların çevresinde onlara sıkça rastlamamızın sebebi bu olsa gerek.” (Sayfa: 36-38)

Sovyet Ufo Araştırmacıları ile Amerikan Center for Ufo Studies (Ufo İncelemeleri Merkezi) arasında direkt bir ufo telefon hattı (hotline) kurulmuştur. Ünlü bilim adamı ve ufolog Dr. J. Allen Hynek’in yönettiği merkezin elemanlarından Sherman J. Larsen “Rusya’daki bazı kişiler bize enformasyon sağlayarak işbirliği yapıyor” demiştir. Bu bağlantı, merkezin beyinlerinden biri olan istatistiki analizci Dr. David Saunders’in bir teorisini denemek için kurulmuştu. Dr. Saunders, merkezin kompüterinden elde edilen donelerden yola çıkarak 1977 yılının Aralık ayında Ural Dağları üzerinden bir ufo dalgasının geçeceğini önceden haber vermişti. (Sayfa: 43)

Sovyetlerde Meydana Gelen Bazı Ufo Olayları

15 Ağustos 1663’de Robozero’da yerel saatle 10.00-12.00 arasında alev püskürten ve büyük gürültü çıkaran bir obje görüldü, yaklaşık 40 m çapındaydı. Robozero Gölü’nün üzerinde durup mavi bir duman çıkardı. Ön tarafından iki alev sütunu uzanıyordu. İki kez kayboldu ve tekrar belirdi. Artık daha büyük, daha göz alıcı ve daha etkiliydi. Bir buçuk saat süreyle gözlemlendikten sonra batıya doğru uçarak gözden kayboldu. Obje gölün üzerindeyken bazı balıkçılar yaklaşmaya çalışmış, fakat aşırı sıcaktan bedenlerinde yanıklar oluşunca geri dönmüşlerdi. Yaydığı ışık o kadar güçlüydü ki, gölün dibi gündüz gibi aydınlanmış, sağa sola kaçışan balıklar görünür hale gelmişti. Daha sonra gölün üzerinde bir pas birikintisi meydana gelmişti.
30 Haziran 1908’de, Sibirya’daki Tunguska taygası üzerinde muazzam bir gürültüyle patlayan obje 20 milyon metrekarelik bir alanı havaya uçurmuş, 10 milyondan fazla ağacı yok etmişti. Gökyüzünde mantar şeklinde bir bulut oluşmuş, şok dalgaları dünyayı iki kez dolanmış ve dünyanın manyetik alanında değişiklikler meydana geldiği tespit edilmişti. Nükleer türden bu patlamanın yerden yüksekliği 5-10 km arasındaydı.
12 Kasım 1968’de, Moskova’dan görevli olarak gelen ve Sibirya Derna’da 200’ü aşkın işçi kardeşlerine bir konuşma yapan Vladimir Volkhoff aniden durakladı, gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Dinleyiciler önce rahatsızlandığını sandılar, ama geri dönüp Volkhoff’un gözlerini diktiği yöne baktıklarında şaşkınlıktan ağızları bir karış açık kaldı. Göğün güneybatı kesiminden disk biçimindeki ufolardan oluşmuş bir filo üzerlerine doğru geliyordu. Öğle güneşi altında pırıl pırıl parlıyorlardı. Bu garip resmi geçitte yaklaşık 24 disk yer almaktaydı. En önde, Sovyet ihtilalinin sembolü olan orak-çekiç şeklinde diğerlerinden daha büyük bir ufo vardı. Filo iyice yaklaşıp 100 metre irtifaya kadar alçalınca kalabalığı bir uğultu sardı, kulağını elleriyle kapayan kendini yere atıyordu. Volkhoff’un yanında duran güvenlik görevlisi tüfeğine sarılıp tam ateş edecekti ki, Volkhoff tüfeğin namlusunu başka yöne çevirerek ufolardan birinin isabet almasını önledi. Mikrofon hala açık olduğundan kalabalık Volkhoff’un muhafızı haşlayışını duyuyordu. Bu aptal tüfekle ateş etmenin bir anlamı olmadığını, ufolarda bunun çok gelişmişi bulunduğunu, bir misilleme olursa bu kadar insanın canının tehlikeye gireceğini bağıra çağıra adama anlatmaya çalışıyordu. Biraz sonra ufolar nasıl geldilerse öylece gittiler. Lider konumunda olan orak-çekiçli önder aniden yukarı doğru fırladı, diğerleri de aynı hızla onu izlediler. Bu beklenmedik ziyaretten çok sarsılan Volkhoff töreni kısa keserek Moskova’ya döndü. Ertesi gün resmi görevliler Derna’daki tüm kameralara el koydular. Kameralar bir hafta sonra geri verildiğinde içindeki filmlerin alınmış olduğu görüldü.
1969 baharında Kızıl Ordu dağlarla kaplı Kafkasya’da yıllık manevralarını yapıyordu. Bu bölgede daha evvel yapılan manevralarda birçok yüksek rütbeli subay ufo raporları göndermiş, ama bunlar Moskova’daki amirler tarafından kuşku ve alayla karşılanmıştı, hatta bazıları üstleri tarafından azarlanmıştı. Oysa Kafkasya bölgesiyle ilgili raporların ortak noktası, Derna’da boy gösteren orak-çekiç biçimli ufoyla ilgiliydi. Aynı orak-çekiçli ufo bu manevrada da ortaya çıkmış ve komutanın arazideki karargahının üzerinde yarım saat süreyle asılı kalmıştı. Birliğe komuta eden general önce ufoyu yabancı bir casus uçağı sandı. İşi şansa bırakmak istemeyen komutan füze takımına ufoyu düşürmeleri için emir verdi. Füzeler ardı ardına ateşlendi, ama tam isabet edecekken esrarlı bir şekilde rotadan sapıyorlardı. Füze takımının beceriksizliğine kızan general bu sefer Mig uçaklarına ufoyu düşürmeleri için emir verdi. Mig uçakları havalanır havalanmaz ufo ok gibi yukarı fırlamış, bulutların içinde kaybolmuştu. Mig pilotları böyle yüksek hızla seyreden bir aracı kovalamanın anlamsızlığını bildiklerinden üslerine geri döndüler ve olayı uzun uzadıya rapor ettiler. Hem füze takımından, hem de pilotlardan toplanan kanıtlar ivedi başlığı altında Moskova’daki askeri karargaha gönderildi ve birkaç saat içinde “Nyet” şifreli bir emir geldi. Sanki dalga geçiyormuş gibi aynı ufo ertesi hafta tekrar ortaya çıktı. Üstelik bu kez daha büyük, daha parlaktı, hatta orak-çekici daha andırır olmuştu. Kafkasya’daki orduda görev yapan bilim adamları, en geniş hayal gücüne sahip kişilerin bile bu ufoyu bir takım yıldız ya da yeni bir gezegen olarak teşhis edemeyeceği konusunda görüş birliğine vardılar.Yerel halktan bazı kişilerse, orak-çekiç şeklindeki bu tuhaf ufoyu Sovyetler Birliğine mutlu bir gelecek müjdeleyen semavi bir alamet olarak değerlendirdiler! (Sayfa: 44-62)

ATLANTİS ( Tarih Öncesi Evrensel Uygarlık)

Okült öğretiye göre “Round” denen her “Büyük Dünya Devresinde” 7 kök ırk yaşar. Her kök ırk da 7 alt ırka ayrılır. Atlantisliler, şimdi içinde bulunduğumuz Dördüncü Round’un 4. kök ırkını oluşturmuşlardır. Madam Blavatsky, “Atlantisliler tamamiyle insani ve dünyasal nitelikte bir ırktı. Ondan önceki ırklar insani ve fiziki varlıklar değillerdi, eterik nitelikteydiler” der. Üçüncü Kök Irk Lemuryalılardı. Beşinci Kök Irk ise bizim de ait olduğumuz Aryenlerdir. Atlantis ırkının 7 alt ırkı sırasıyla şunlardır: 1- Rmoahallar. (Dilin ilk örneklerini geliştirdiler.) 2- Tlavatliler. (Olumlu hırs ve bellek doğdu) 3- Toltekler. (Kamu kuruluşlarını ve babadan oğula geçen yönetimleri kurdular) 4- Turanlar. (Hırsı, nefsani yöndeki arzuların tatmininde kullandılar) 5- Orijinal Samiler. (Düşünce gücüne, muhakeme yeteneğine değer vermeyi öğrendiler, zeki olanlar ön safa geçti) 6- Akatlar. (Bireysel düşünceyi genel kanunlarla sınırlama ihtiyacı duydular, hak ve adalet sistemlerini kurdular) 7- Moğollar. (Düşünce gücünü çok geliştirdiler, en yaşlı olanın en akıllı olduğuna inandılar)
Atlantis’in batışı sırasında bu alt ırklardan sağ kalanlar her yöne doğru göç ettiler, kültürlerini de beraberlerinde götürdüler. Aynı kültür ve bilgeliğin izlerini taşıyan koloniler kurdular. Atlantis’in ana kıtası bundan birkaç milyon yıl önce batmıştı. 850 bin yıl kadar önce de bu kıtanın kalıntıları olan ünlü Ruta ve Daitya adalarıyla üçüncü bir küçük ada da sulara gömülmüştü. Eflatun’un sözünü ettiği Atlantis, yani Poseidonis ise nispeten yakın bir zamanda, 11 bin küsur yıl önce battığından bu olay kadim Mısırlılar tarafından biliniyordu. Poseidonis bir kara majisyenler (kara büyücüler) yuvasıydı. Atlantislilerin büyük bir kısmı bu afetler sonucunda yeryüzünden silinirken, aralarından seçilenler kuzeyden göç ederek bir milyon yıl önce Orta Asya’da bugünkü Beşinci Kök Irk olan Aryenleri başlattılar.
Atlantis ırkı, astral bedeni geliştirmek, giderek onu eterik ve fizik bedenlerle bir bütün haline getirmekle yükümlüydü. Ama astral beden sonunda Atlantislilere hükmeder hale geldi. Atlantislilerin psişik yönleri aşırı derecede gelişmişti, belirli türden majik uygulamalara saplanıp kaldılar, bu da onların sonu oldu. Bizim ait olduğumuz Aryen ırkından beklenense, mental bedenin geliştirilmesi ve daha aşağı düzeydeki diğer üç bedenle koordine edilmesidir. (Sayfa: 6-7)

Yüksek Rehber Ruh WHİTE EAGLE : “Çeşitli afetler ve Atlantis’in batışıyla ilgili öyküler çağlar boyu sürerek bugüne kadar gelmiştir. Adını hiç işitmediğiniz kıtalar da aynı akıbete uğramışlardır. Siz dünyanın yaşını bile bilmiyorsunuz. Gerçekten de zaman ve mekanın gerçek niteliği konusunda hiçbir bilgiye sahip değilsiniz. Bilim adamlarının belirli hesap metotları vardır. Bir süre için inanılan, sonra yeni bir teoriye yer açmak için çürütülen teoriler oluştururlar. İnsan gerçekten de zaman ve mekanı anlamaz. Spiritüel anlayışını geliştirene dek anlayacak gibi de görünmüyor! Çünkü aradığı bilgi, ancak gelişen ve genişleyen şuurla gelir.” (Sayfa: 9)

RUHSAL RAMALA MERKEZİ’NDEN : Atlantis ve Yükselişi

“Günümüzde Atlantis Uygarlığı konusunda birçok destan mevcut olmasına rağmen gerçekler pek azdır, eldeki kanıtlar da hayal kırıklığı yaratacak cinstendir. İnsanlık, kadim varlıkların bilgeliğiyle bağlantı kurmaya ve onu anlamaya muktedir olmadıkça Atlantis’in varlığını bilemeyecektir. Ancak, böyle bir uygarlık gerçekten vardı ve insanlığın dünya üzerinde tanık olabildiği en yüksek evrim düzeyine erişmişti. Hem teknolojik hem de spiritüel bakımdan insanlığın bugünkü durumunu kat kat aşmıştı.
“Atlantis’e ilişkin daha gelişmiş bir anlayış yakın bir zamanda ortaya çıkacaktır. Bilim adamları yakın bir gelecekte Atlantis’in doğru bir kaydını keşfedecekler. Fakat bu bilginin açığa çıkarılış amacı insanlığın merakını gidermek değil, bu yüzyılın sonunda meydana gelecek afetten sonra Atlantis’in tekrar ortaya çıkışına dünyayı hazırlamaktır. Bu zamanda Atlantis’in tekrar ortaya çıkışı anlamlıdır, çünkü sular etrafa yayılıp dağlar yükseldikçe ve karalar battıkça dünyanın yüzeyi İlahi Amaca uygun olarak İlahi Niyetle biçimlendirilecek ve bir zamanlar Atlantis olan kara parçası insanlığın kullanımı için tekrar yüzeye çıkacaktır! Yeni Çağ, eski Atlantis’in tüm imkan ve evrim kavramlarıyla birlikte yeni bir Atlantis’i de getirecektir!
“Atlantis’in nihai yok oluşu 15 bin yıl (veya 11-12 bin yıl) önce meydana gelmiş, fakat kaçınılmaz çöküş bu tarihten 35 bin yıl önce başlamıştı. Atlantis’in maddi olarak yeniden doğumuna yol açan Kova Burcu Çağı’dır. Bu yeniden doğumla birlikte sadece hayrın geleceğini sanmayın, Atlantis’in yüzeye çıkmasıyla birlikte onun şerri de gelecektir. Yıllar önce Atlantis’in yıkımını hazırlayan tüm uyumsuzluk ve yanlışlar da geri gelecektir. Şerrin varlığını kabul etmek ve onu dönüştürerek ülkeyi (İngiltere’yi) gelecek Çağ’a hazırlamak size, bu dönemde enkarne olan Atlantislilere düşen bir görevdir. Atlantis’i yok eden afette ölen evrimleşmiş canlardan birçoğu şu kadar zamandır dengeyi ayakta tutmuşlardır, ama Atlantis’in yükselişiyle birlikte sorumluluktan kurtulacaklardır. Dolayısıyla insanlık, o zamandan beri birçok enkarnasyonlar sonunda elde ettiği yüksek şuur ve idrakiyle bir yandan Atlantis’in armağanlarını, evrim bilgilerini kabul ederken, diğer yandan da sözünü ettiğimiz şerle başa çıkmak zorunda kalacaktır!
“Sizin Atlantis’e inanıp inanmamanız beni ilgilendirmez! Her büyük bilgelikte olduğu gibi kabul ya da reddetmeye şuurunuz karar verecektir. Ancak şunu belirtmek isterim ki, bu dünyadan insanlığın farkında bile olmadığı pek çok uygarlık gelip geçmiştir. İnsanlığın kendi evriminin ilk aşamaları hakkındaki bilgisi çok eksiktir. Bu bilginin depolandığı binalar ve diğer yazılı kanıtlar uzun süredir kayıp olduğu için dünyanın gerçek tarihini maddi yollardan elde etme imkanından yoksunsunuz.
“İnsan ilk kez bu dünyaya yerleştirildiğinde, Güneşin Rabbi tarafından kendine benzer şekilde yaratıldı. İnsan bu dünyaya ait değildi, sadece burada yaşaması da amaçlanmamıştı. Yer küreye ayak bastığında, ne tür bir hata yaptığının farkında olmaksızın burada mükemmel bir yaşam sürdü. Cordemia adıyla bilinen ve insanoğlunun dünya üzerindeki ilk büyük uygarlığı olan bir uygarlıkta yaşadı. Bu uygarlığın coğrafi konumu, Ölü Deniz dediğiniz su kütlesinin civarındaydı. İlahi bir bağış olan özgür seçim, insana sonradan verilmiş ve bu bağışla birlikte düşüşü de başlamıştır!
“Yeryüzünün burçlar kuşağınca belirlenen devresel evrimi gerçekleştikçe, insanlığın kurduğu uygarlıklar da kah tırmanışa geçerek kah bir yerlere çarpıp parçalanarak yükselmiş ve çökmüşlerdir. Lemurya gibi büyük uygarlıklar gelip geçmiştir. O zaman insanlık şuurunu iyiden iyiye yükseltmişti. Dünyadaki hayatın gerçek anlamını kavramış, daha yüksek planların bilgisine uzanacak hale gelmişti. Bu büyük olayı gerçekleştirmek için o zamana kadar kimsenin ayak basmadığı bir kara parçası hazırlandı. Suların altındaki bu kara parçası dünyanın merkezinde ikamet eden (Agarta) Spiritüel Hiyerarşi üyelerince hazırlanmıştı. Böylece, afetlerle birlikte gelen bir yeniden doğum hareketiyle Atlantis kıtasının su üstüne çıkması sağlandı. Artık insanlık için yeni bir çağ ufukta ağarmaya başlamıştı.
“Atlantis coğrafi konum olarak Atlantik Okyanusunda yer alıyordu. Atlantis adının günümüze kadar gelmesi çok tuhaf değil mi? Kıta kuzeyde İzlanda’dan, güneyde Falkland Adalarına, Afrika’nın batı kıyısından Amerika’nın doğu kıyısına kadar uzanıyordu. Yüksek dağlarla kaplı güzel bir kara parçasıydı. Günümüzde Azor Adaları olarak bilinen adalar bu dağ kütlelerinin su üstünde kalan kısımlarıdır. Bugün bu büyük kıtadan geriye bazılarını bildiğiniz oraya buraya dağılmış birkaç ada kalmıştır. Iona adası başta olmak üzere bunlardan birkaçına İngiltere sahiptir. Hebrid Adaları, Batı İskoçya Adaları ve İngiltere’nin batı bölgesi gibi. İzlanda, Grönland, Kanada’nın doğu kıyısı ve Maine Eyaletine kadar Amerika’nın doğu kıyısı da eski Atlantis’ten kalan kara parçalarıdır.
“Her büyük uygarlıkta olduğu gibi, Atlantis’te de çeşitli uluslar bulunuyordu. Bunu Amerika’nın günümüzdeki durumuyla karşılaştırabilirsiniz. Orada da dünyanın dört bir tarafından gelmiş uluslar yaşar. Tüm ırkların en evrimleşmiş kişileri, yeryüzünün rüyasını gerçekleştirmek için bu yeni kıtaya yöneliyordu. Atlantis Çağı binlerce yıl sürdü. Uygarlık, yüksek planlardaki hayatın bir kopyası haline gelecek şekilde yücelmişti. Atlantisliler bu hayatla ilgili en yüce gerçeği, yani Tanrının dünyaya yansıyan varlığını tanır hale gelmişlerdi. Bu dünya ile içinde yer aldığı ‘Güneş Bedeni’ arasında bir ayrılık olmadığını biliyorlardı. Fizik planı kabul ediyor, fakat onun kısıtlı olduğunu kabul etmiyorlardı. Güneş Bedeni içindeki tüm hayatın yaratıcısı olan Güneş Logos’unun kozmik enerjisinin, dünyadaki tüm fizik maddenin biçimlendiricisi olduğunu idrak etmişlerdi. Bu dünyaya ait olmadıklarını, maddi bedenler içinde yaşayan çok daha yüce varlıklar olduklarını biliyorlardı. Maddi bedenlerin sorumluluğunu taşıdıklarını da biliyorlardı. Dolayısıyla ‘ben’in bireyselliğinin aşağı düzeydeki yönüne değil, yüksek yönüne değer veriyorlardı. Atlantis’te komünal bir yaşam sistemi vardı. Birçok ulus olduğu halde ırklar arasında ayrım yapılmazdı, çünkü hayatın amacı ortaktı.
“Birçok uygarlıklardan süzülüp gelen yüksek bir teknolojiye sahiptiler. Güneş enerjisini tanıyor ve ondan yararlanıyorlardı. Oysa günümüz insanlığı hayatındaki en büyük faktörü görmezden gelmekte, güneşin gücünün değerini takdir edememektedir. Atlantisliler güneş enerjisini sadece ulaştırma, şifa ve inşaat alanında kullanmakla kalmayıp spiritüel açıdan da ondan yararlanıyorlardı. Bu enerjiyle temas eden maddenin her zerresinde Mabut’un bir veçhesinin bulunduğunu bildiklerinden, tüm maddenin güneş tarafından kontrol edildiğini kabul ediyorlardı. Kısaca, güneş enerjisiyle hayat arasındaki ilişkiyi keşfetmişlerdi.
“Atlantislilerin yapmış olduğu binalardan günümüze birkaç örnek kalmıştır. Mısır’daki büyük piramitlerle, İngiltere’deki Stonehenge Atlantis mimarisinin örneklerindendir. Ayrıca diğer ülkelerde de insanlığın esrarını henüz çözemediği arkeolojik değerler vardır, bunların hepsi değilse bile birçoğu Atlantis’e dayanır. Maddenin yapısını gayet iyi bildikleri için, önce maddeyi dezentegre edip tekrar maddi formlar haline dönüştürebiliyorlardı. Özellikle binaların yapımında kullanılan devasa taş bloklar önce demateryalize ediliyor, istenilen noktaya götürüldükten sonra da materyalize ediliyordu. Bu size imkansız gibi gelebilir, ama gerçektir. Dünyanın maddesi güneş enerjisi tarafından bir arada tutulur, maddenin nasıl bir arada tutulduğunu anladıktan sonra onu istediğiniz gibi dezentegre edebilir ve tekrar yaratabilirsiniz.
“Atlantis toplumu rahip-krallar tarafından yönetiliyordu. Bunlar evrim yolunda büyük başarı gösteren bu iş için eğitilmiş insanlardı. Ülkeyi büyük bir spiritüel güçle yönetmekte ve eğitmekteydiler. Yüce varlıklarla bağlantı kurma onlar için olağan bir şeydi. İstedikleri zaman Spiritüel Hiyerarşiyle uyumlu hale gelebiliyorlardı. Sadece rahipler değil, sokaktaki halk da manyetik bir cihaz aracılığıyla yüksek hayat planlarıyla uyum sağlayabiliyordu. Dua etmek ya da meditasyon yapmak istediklerinde bu cihazı üzerlerine takarak yüksek varlıklarla bağlantı kuruyorlardı. Atlantis Çağı, diğer planetlerdeki üstatların dünyayı ziyaret ettikleri bir dönemdi. Atlantisliler de güneş sistemi içindeki planetleri ziyaret ederlerdi. Bunu roket veya uzay aracı kullanarak değil, zihin gücünü kullanarak yaparlardı. Yer çekimini yenerek uçmayı başarıyor, bedenlerini bir yerden başka bir yere nakledebiliyorlardı.
“Hastalık ya da rahatsızlık durumunda hastalığın kaynağının fizik bedende değil, daha yüksek bedende olduğunu bilirler, tedaviyi orada gerçekleştirirlerdi. Hasta olan kişi bir şifa mabedine götürülür ve bir odaya yerleştirilirdi. Oda belirli tür bir kristalden inşa edilir ve o şekilde açılandırılırdı ki, güneşin kozmik enerjileri odaya rahatlıkla girerdi. Hasta odanın ortasına oturtulur, hastalığına göre çeşitli renkteki ışınlar üzerine yönlendirilirdi. Bu arada yüksek rahipler hastanın akaşik kayıtlarına bakarak tedaviye katkıda bulunurlardı. Onlar hastanın rahatsızlığının sadece o andaki yaşamıyla değil, geçmiş yaşamlarıyla da ilgili olabileceğini bilirler, eğer rahatsızlık daha önceki yaşamlara dayanıyorsa tedaviyi o yöne kaydırmak için girişimde bulunurlardı.
“Çizdiğim bu tabloya bakarak “madem bu kadar uygardı Atlantis neden çöktü?”
diye sorabilirsiniz. Evet, Atlantis de tüm uygarlıklar gibi aynı sebepten çöktü. İnsan hatası! Atlantisliler yüksek bir uygarlık kurmalarına rağmen, kendilerini doğru şekilde motive edememişlerdi. Evrim düzeylerini Yaratıcının plan ve programını gerçekleştirmek için değil, yaratılışla ilgili kendi fikirlerini gerçekleştirmek için kullandılar. Bilgilerini kişisel tatmin ve çıkar için, kudret ve servet sahibi olmak için, diğer varlıkları kontrol altına almak için kullandılar. Başlangıçta onları yücelten güçler artık yıkımlarına hizmet etmeye başlamıştı. Koca kıta sular altında kalıncaya kadar bu davranışlarından vazgeçmediler. Kaçınılmaz yıkımı Atlantis üzerine yönlendirenler sadece Spiritüel Hiyerarşinin Yüce Varlıkları değildi, Atlantis’in gerçek rahipleri de bu yıkımı onaylamışlar, Atlantis’in yok edilmesi gerektiğini, ancak böyle yapıldığında şerrin dengede tutulabileceğini kabul etmişlerdi. Onlara göre Atlantis, bilgisinin sorumluluğunu kabul edinceye kadar yeni evrim sikluslarına girmeliydi. Bunun için kendi canlarını da feda etmeye hazırdılar.
“Herhangi büyük bir uygarlık dezentegre olmadan önce bir sonrakinin tohumları ekilir. Bugün mevcut olan ırkları kuracak halklar Atlantis’ten çıkarılmışlardı. Şimdiki ırksal özelliklerin hepsi Atlantis’ten kaynaklanır. Kıta suların altına gömülmüş, şerri de kendisiyle birlikte batıp gitmişti. Bir afetle dünya dönüştürülmüş, insanlığın ileriye doğru yürüyüşü yeniden başlamıştı. Birçoğunuz Atlantisliydiniz. Büyük psişik güçlere sahip olanlarınız güçlerini o günlere borçludur. Günümüzde dünyanın her yanında yeni Atlantis Çağı’na hazırlanmak için psişik keşifler yapılmaktadır.
“Atlantis’te yaşamış canların çoğu, Atlantis’in ortaya çıkışına tanık olmak için şimdi enkarne oluyorlar. Onlar fizik olarak genç olmalarına rağmen, spiritüel yönden yaşlı kimselerdir. Ne yazık ki birçoğu spiritüel motivasyondan yoksun oldukları ve dünyanın kısıtlılıklarına dayanamadıkları için yanlış yollara sapmaktadırlar.
“Atlantis tekrar yükselecektir. Dünya Öğretmeni tekrar gelecektir.Yeni Çağ’ın tohumları şimdiden ekilmiştir. O tohumlar sadece erkek ve kadınların tohumlarından oluşmaz, zihin ve maddenin tohumları, bitki ve hayvanların tohumları hepsi ekilmiş durumdadır. Bu büyük uyanış için, dünya evrimindeki bu büyük adım için gerekli tüm hazırlıklar yapılmıştır. Kendini ıslah etmesi için insanoğluna verilen son fırsat olacaktır bu. Atlantis yurttaşları, ıslah olmaya hazır mısınız?” (Sayfa: 9-15)

Uyuyan Kahin EDGAR CAYCE : Atlantis ve Teknolojisi

Ünlü Amerikalı medyum Edgar Cayce trans halindeyken Atlantis’in yıkımına yol açan Atlantis enerji santralleri ve kristalleri hakkında son derece ilginç açıklamalarda bulunmuştu.
“Atlantis’te deniz ve hava gemilerinin ulaşımında, uzaktan fotoğraf çekmede, yer çekimini yenmede ve daha birçok işte korkunç bir kudrete sahip kristaller kullanılıyordu. Ateş taşı da denen ve ışığı yoğunlaştıran bu kristal, iletken olmayan taşlardan yapılmış bir binada saklanıyordu. Binanın üst kısmı oval biçimde ve açıktı. Kubbe açıldığında dünyada bulunmayan kozmik enerjiler içeri alınarak konsantre ediliyor ve hayatın her alanında enerji olarak kullanılıyordu. Kristaller o devrin inisiye rahipleri tarafından hazırlanıyor ve taştan çıkan gözle görünmeyen ışınlar da onlar tarafından yönlendiriliyordu. Bu ışınlar insan bedenlerini gençleştirme işinde bile kullanılıyordu.
“Söz konusu kristaller çok yüksek frekanslara ayarlanmışlardı, Atlantis’e yıkımı da işte bu getirdi, kıta sulara gömülerek battı, çünkü ilahi melekeler egoist ihtirasları tatmin etmek için kullanılmaya başlanmıştı.
“Taşın yapımına gelince: Taşın silindir biçiminde büyük bir mercek olduğunu görüyoruz. Üzerindeki fasetalar o tarzda kesilmişti ki, tepesindeki kapak taşı, silindirin ucuyla kapak taşı arasında konsantre olan gücün odaklanmasını sağlayabiliyordu. Taşın nasıl inşa edileceğine dair kayıtlar bugün dünyanın üç değişik yerinde bulunmaktadır. Birincisi, batık kıtadaki bir mabet kalıntısının altında, yani Florida kıyısı açıklarında Bimini olarak bilinen yerde. İkincisi, Mısır’daki mabet kayıtlarında. Üçüncüsü, şimdi o taşların çıkarılmakta olduğu Amerika’daki Yucatan denilen yerde. Yucatan’da aynı taşın bir amblemi de var. Bunu açıklığa kavuşturalım ki daha kolay bulunabilsin, çünkü bunlar Amerika’ya getirilecekler. Bir bölümü Pensilvanya Devlet Müzesine taşınacak, bir bölümü de Washington ya da Chicago’ya.” (Sayfa: 15-17)

Okültist Bn. MARCİA MOORE : Atlantis Uygarlığı

Amerikalı yoga hocası ve okültist Bn. Marcia Moore, Atlantis’le ilgili ekminezi çalışmalarında birçok süjeden elde ettiği bilgiyi aşağıdaki şekilde toplamıştır.
“Hemen hemen herkes Atlantis’in güzel olduğu konusunda hemfikir. Atlantis yeşil tepelerden, görkemli dağ sıralarından, verimli tarlalardan, plajlardan, kentlerden oluşuyordu. Arı kovanı gibi faal olan liman kentlerinin limanlarında büyük gemiler demirliydi. Halkın çoğunluğu uçmayı tercih ediyordu. Atlantisliler çeşitli türden manyetik motorlu uçaklar kullanıyorlardı. Ufak kişisel uçaklar, otobüs tipi uçaklar ve kainatın başka planetlerinden gelen uzay araçları da vardı.
“Atlantis kültürünün zirvesinde yer alan ekonomi güneş enerjisine dayanıyordu. Güneş ışınları laser benzeri kristaller tarafından ışığa, ısıya ve itici güce dönüştürülüyordu. Kadınlar erkeklerle eşit haklara sahip olmadıkları halde oldukça üstün bir pozisyondaydılar.Tümüyle anaerkil kültürün geçerli olduğu dönemler olmuştu, ama teknolojinin ilerlemesiyle birlikte kadınların durumu da sarsılmıştı.
“Teokratik bir yönetim şekli vardı, iktidarın dizginlerini ellerinde tutmaya çalışanlar arasında entrikalar dönüyordu. Enerji kaynakları kontrolleri altında olduğundan rahiplerin emirlerine hiç kimse karşı koyamıyordu. Din ile bilim birbirinden ayırt edilemeyecek kadar iç içeydi. Bunun yarattığı sonuçlar her zaman yararlı oluyordu denemez. En tepede rahipler, onların altında aristokratlar, daha sonra da tüccar ve köylüler yer alıyordu. Ayrıcalıklı sınıflar son derece kendini beğenmiştiler, sosyal merdivenin alt basamaklarında yer alanlardan ise hiçbir itiraz duyulmuyordu.
“Bir zamanların Atlantis yöneticileri, kainatın değişik yerlerinden gelmiş bilge kişiler tarafından yönlendiriliyorlardı. Anlaşıldığı kadarıyla, Atlantis uygarlığının başlangıcında bu ziyaretçilerden bazıları dünyalılarla evlenerek kendi türlerinden varlıkların uygun bedenler içinde enkarne olmalarını sağlamışlardı. Ekminezi süjelerinden bazılarına göre orijinal Atlantis güneş sisteminin dışında bir yerdeydi. Dünyadaki Atlantis, ölmekte olan bir planetin sakinlerini barındırmak için kurulan bir koloniydi. Newyork, İngiltere’deki York kentinin adını nasıl almışsa, Atlantis de çok ileri bir uygarlığın adını öyle almıştı. Atlantis’le birlikte kast sistemi, atalara tapınma, nesilden nesile geçen monarşiler ve yöneticinin “Göklerin Oğlu” olması geleneği başladı.
“Uzaylı ziyaretçilerin başlangıçta getirdikleri becerilerin en önemlisi şifalı bitkilerin kullanımı, arıcılık, buğday üretimi ve ekmek yapımı gibi tarıma yönelik şeylerdi. Ayrıca ateşte yemek pişirme hünerini de öğretmiş olabilirler. Ünlü Prometheus efsanesi de buradan gelmektedir. Astroloji, kutsal ayinler, sanat türleri, metalurji ve dille ilgili beceriler de yıldızlardan gelen Ağabeyler tarafından getirilmiştir.
“Dünya, bu Yüce Yöneticilere göre cesaret isteyen bir deneyin yürütüldüğü laboratuvar gibiydi. Planetteki evrimin aşama yapması için bir yandan insan ırkında genetik mutasyonlar yapılırken, bir yandan da yarı hayvan tipindeki varlıklar kasten ortadan kaldırıldı. Bu yüceltici çabaların bahşettiği yararlara rağmen bazı olumsuz yan etkiler de meydana geldi. Herhangi bir spiritüel yetenek, hala maddeye çok bağlı olanlar arasında ‘kudret kompleksleri’ oluşturma eğilimindeydi. Son günlerinde Atlantis, “ dejenere olan en iyi en kötü haline gelir” diyen atasözünü haklı çıkarır olmuştu. İnsanlar kendilerine sunulan armağanları almışlar, fakat bunun karşılığında yapmaları istenen tek şeyi reddetmişler, yani sunulan bolluğu paylaşmaktan kaçınmışlardı. Sonunda Atlantislilerin yaşantıları yanlış yollara saptı. Özgür iradeleri olduğuna inanıyor, ama özgürlüğün sorumluluğunu taşıma cesaretini gösteremiyorlardı.
“Birlikte ekminezi çalışmaları yaptığımız süjelerden bazıları, 20. yüzyılın ikinci yarısında yeni bir insan neslinin ortaya çıkışını hızlandıracak bir başka mutasyonun meydana gelmekte olduğunu söylediler. Şimdi, evrim sarmalının daha yüksek bir kıvrımı üzerinde Kova Burcu Çağının öncüleri, Atlantis’in son günlerinde Atlantislilerin karşı karşıya kaldıkları sorunların çoğuyla yüz yüze gelmek zorundalar.
“Atlantis’te mabetler sadece ibadet için kullanılmayıp yüksek şuur hallerinin edinilmesine yönelik de kullanılıyordu. Kutsal bir ses bilimi vardı. Okült uygulamalar, kıskançlıkla korunan ve iç mabedin duvarları arasında öğretmenden öğrenciye aktarılan bir sırdı.
“Atlantis’in son günlerinde ışık güçleriyle karanlığın güçleri arasındaki çekişme doruk noktasına ulaşarak açık bir savaş halini aldı. Uzaylı Ağabeyler, tıpkı çocuklarının tek başlarına hayata atılmasını ve deneme yanılma yoluyla öğrenmesini isteyen ebeveynler gibi ortalıktan çekildiler. Böylece bilge varlıklar anılar alemine geri dönerek efsane ve hayallerin sisleri arasında yitip gittiler.
“Atlantis’in nihai yok oluşu, genel kanıya göre yaklaşık 10 bin yıl önce bir dizi doğal afet sonunda meydana geldi. Sonu çabuklaştıran doğanın kaprisinden ziyade insanın kendini beğenmişliği ve açgözlülüğü olmuştu. Dünyanın nazik dengesi, insanların kendilerine emanet edilen güçleri ahlaksızca suiistimal etmesi yüzünden bozulmuştu. Bu olay, daha geniş bir açıdan bakıldığında İlahi Kıvılcımın kendi Yüce Mekanına yükselebilmesi için (dikey evrim), önce ruhun maddeye gömülmesi (yatay evrim) gerektiğini söyleyen Yüce Evrim Planının bir parçasıdır.
“Atlantisli rahipler yaklaşan olay konusunda uyarılmışlardı. Afetle ilgili imalara kulak verenler geniş çaplı bir kurtarma operasyonuna giriştiler. Ekminezi süjelerinden birkaçı, bazı kimselerin uzay gemileriyle kıtadan götürüldüklerini ifade etmişlerdi. Kutsal objelerin bekçileri, bu objeleri ya yer altındaki odalara saklamışlar ya da kırıp yok etmişlerdi. İlerde barbar ırkların eline geçmesini ve onları kötü emellerine alet etmelerini istemiyorlardı.
“Tufandan sonra göçmenler Çin’e, Hindistan’a, Tibet’e, Orta ve Güney Amerika’ya yerleştiler. Tarihten tanıdığımız İnkalar bunlardandı, firavunlardan çok önce Peru ve Mısırda teokratik uygarlıklar kurulmuştu. Tarihçilerin sözünü ettiği Mısır’dan önceki bir devirde Nil vadisinde kurulan bu efsanevi kültür, her zaman okült tradisyonun ana akımlarından biri olan Hermes öğretilerinin kaynağını meydana getirmiş olabilir.” (Sayfa: 17-21)

MADAM BLAVATSKY : Atlantis ve Tarihçesi

“Atlantis kıtasında iki farklı ırk yaşıyordu. Düşünce (yoga) ehli olanlar ilk Aryenlerdi
(5. kök ırktı). Kontrol altına alamadıkları hırsları yüzünden hızla dejenere olan savaşçı büyücüler ırkı ise 4. kök ırkın büyük çoğunluğuydu. Bu iki ırk fiziki ve özellikle de ahlaki bakımdan birbirlerinden farklıydılar. Her ikisi de bilgeliğe ve doğanın sırlarına derin bir şekilde vakıftılar. Evrimleri sırasında her zaman birbirlerinin hasmı olmuşlardı. Çinlilerin bile bu konuyu işleyen öğretileri vardır. Bir zamanlar kutsal bir adadan, ölümsüz insanların yaşadığı bir ülkeden söz ederler. Bu ölümsüz insanların bir bölümünün kutsal ada günahla kararıp yok olduktan sonra Gobi’deki çöle sığındıklarına, kendilerine yaklaşmaya çalışanları ruh ordularıyla geri püskürttüklerine ve hala orada yaşadıklarına inanırlar.
“Grek filozofu Proclus Atlantis hakkında şöyle diyor: “Ünlü Atlantis artık mevcut değil, ama bir zamanlar var olduğuna hiç kuşkumuz yok. Çünkü Habeşistan tarihini yazan Marcellus, bir zamanlar büyük bir adanın mevcut olduğunu, okyanusla ilgili tarihi olayları derleyenlerin bunu onayladıklarını söylemektedir. Bu tarihçiler, o zaman Atlantik Okyanusunda Persefone için kutsal olan 7 adanın bulunduğunu ve bunların yanı sıra Plüto, Jupiter ve Neptün için kutsal olan üç devasa adanın yer aldığını anlatırlar. Ayrıca son adanın (Poseidonis’in) sakinleri, Atlantis adasının birçok dönem boyunca tüm diğer adaları yönetişinin anısını atalarının kendilerine anlattığı şekilde korumuşlardır.”
“Üçüncü ırkın (Lemuryalıların) başından geçen büyük tufandan sonra insanların boyları hatırı sayılır derecede kısaldı ve ömürleri azaldı. Dindarlık açısından gerileyip hayvan ırklarıyla karıştılar. Devlerle ve Pigmelerle (kutuplardaki cüce ırklar) evlilikler yaptılar. Birçokları ilahi bilgi edinirken, sayıca daha kalabalık olanlar yasa dışı bilgiler edindiler ve kendi arzularıyla “sol yolu” izlediler.
“Dördüncü Kök Irk olan Atlantis ırkının ortaya çıkışından önce insanların çoğunluğu kötülüğe ve günaha saplanmıştı. Sadece ‘iradenin ve yoganın oğullarının’ izleyicileri ve müritleri olan ‘Seçilmişler Hiyerarşisi’ bunun dışında kalmıştı. Daha sonra Atlantisliler geldi, onlar dördüncü alt ırkın ortalarına doğru fizik yapıları sayesinde güçlerinin doruğuna ulaşan devlerdi. Dzyan Kitabı bu devler için, “Onlar bedenlerinin iriliğinde olan dokuz yati (yaklaşık 8 m) yüksekliğinde dev heykeller yaptılar” der. Bilimsel nitelikteki bir eserde 8 metre boyundaki bir ırktan söz etmek pek alışılmış bir durum değildir, yazara kanıtın var mı diye sorarlar. Buna yanıt olarak tarihe ve tradisyonlara bakın diyeceğiz. Dünyanın her yanında geçmişteki devler ırkına ilişkin yazılı ve sözlü gelenekler vardır. Hindistan’da Danavalar ve Daityalar, Seylan’da Rakshasalar, Grek dünyasında Titanlar, Mısır’da devasa kahramanlar, Kalde’de İzbudarlar ki Nimrod bunlardan biriydi ve Yahudilerin Moab ülkesinde Emimler, ayrıca ünlü devler Anakim de vardı. Hz Musa, 4.60 m boyunda 1.20 m eninde bir kral olan Og’dan bahseder. Goliath da 3.20 m boyundaydı. Eski Ahit, Hz Musa, Yoşua ve Davut zamanında bazı ülkelerin,Yahudilerin yanlarında çekirge gibi kaldığı devlerle meskun olduğunu yazmaktadır. Batık bir kıtanın kalıntısı olduğu jeologlar tarafından kabul edilen Paskalya Adası’ndaki dev heykellerden çoğunun 6 ila 9 m boyunda olmaları çok dikkat çekicidir. Kaptan Cook bu adayı keşfettiği zaman yerde yatan bazı heykelleri ölçtürmüş, boylarının 8 m, omuz genişliklerinin ise 2.50 m civarında olduğunu görmüştü.
“Afganistan’daki Hindukuş Dağlarının eteklerinde, Kabil ile Balktu arasında yer alan Bamyan kenti yakınındaki devasa heykeller acaba hangi çağa aittirler? Bu heykellerin en büyüğü 53 metreyi bulur, yani Amerika’daki 34 metrelik Hürriyet Heykelinden daha yüksektir. Birincisi gibi kayaya oyulmuş ikinci heykel 38 metre boyundadır. Üçüncü heykel ise 18 metreye ulaşmaktadır. Son iki heykel daha kısa olup en sonuncusu günümüz insanından biraz daha iricedir. Toga türünden bir elbiseye bürünmüş olan birinci heykel görünüşe göre Buda’yı temsil etmektedir, daha doğrusu temsil ettiği sanılmaktadır, ama işin aslı öyle değildir. 7. asırda Bamyan’a gitmiş olan ünlü Çinli gezgin Hiouen-Thsang bu dev heykelden bahsederken “Heykelin üzerini kaplayan parlak altın süsleme insanın gözlerini kamaştırıyor” der. Talbot da alçıdan yapılmış ve heykelin üzerine uydurulmuş olan elbisenin, kayaya oyulmuş orijinal heykelden çok daha sonraki bir çağa ait olduğunu tespit etmiştir. Acaba bu heykel kimi temsil etmektedir?
“1. yüzyılda Orta Asya’ya gelen Budist rahipler Bamyan’daki beş heykeli bulmuşlardı. Onları alçıyla kapladılar ve orijinal yontuların üzerine Buda’yı temsil eden heykeller yaptılar. Aslında bu heykeller, Atlantis kıtasının sulara gömülmesinden sonra Orta Asya dağlarına sığınan Dördüncü Irkın inisiyeleri tarafından yapılmıştı. Üstelik bu beş heykel ırkların tedrici evrimiyle ilgili ezoterik öğretinin bir kaydıdır. Heykellerden en büyüğü, astral nitelikteki bedenleri sert taşa işlenmiş Birinci Irkı temsil etmektedir. İkincisi 38 metrelik boyuyla ‘ter doğumluları’ yani İkinci Irkı temsil eder. 18 m yüksekliğindeki üçüncü heykel ise düşmüş olan, dolayısıyla bir ana ve babadan doğmak zorunda kalan ve ilk fiziki ırkı başlatan Üçüncü Irkı ölümsüzleştirir. Bunların soyundan gelen son insanlar Paskalya Adası’ndaki heykellerde temsil edilmektedir. Lemurya’nın volkanlarla mahvedilip sulara gömüldüğü dönemde, Üçüncü Irkın bu son örneklerinin boyları sadece 6 ila 8 metre kadardı. Dördüncü Irk daha da kısaydı, ama şimdiki Beşinci Irkla kıyaslandığında dev yapılı insanlardı. Heykeller dizisi Beşinci Irkı temsil eden bu örnekle son buluyordu. Günümüzde birbiri ardınca keşfedilen devasa kalıntıların hepsi kadim çağların devleri olan bu Kiklopların eseridir. Bilim bugüne kadar Kikloplar konusunda cahil kalmıştır. Okültizm onlara İnisiyatörler adını verir. Tarih öncesi devirlerde Doğu Akdeniz ve Ege Denizi civarında yaşamış Pelasgi kabilesinin bazı mensuplarını inisiye etmek suretiyle gerçek Taş Ustalığının (Masonary) temelini atmışlardır.
“Druidlerin daireleri, dolmenler, Hint, Mısır ve Grek mabetleri ve Fransız Enstitüsü’nce ‘Kiklopean kökenli’ oldukları tespit edilen 127 Avrupa kenti ve kulesi, tümüyle ‘Tanrının Oğullarınca’ eğitilmiş olanların soyundan gelen, İnşaatçılar da denen inisiye rahip-mimarların eserleridir. Sonraki nesiller bu İnşaatçılar hakkında şöyle demişlerdir: “Ne harç, ne çimento, ne de taşları kesmek için çelik veya demir kullanırlardı. Yine de taşlar öylesine ustalıkla yerleştirilmişti ki ek yerleri görünmezdi. Peru’da olduğu gibi bu taşların birçoğu 5.40 metre genişliğindedir. Hatta Cuzco kalesinin duvarlarında daha iri taşlar vardır.”
“Amerika’daki bazı höyük ve mağaralarda yapılan kazılarda 3 ila 3,5 metre boyunda iskelet gruplarına rastlanmıştır. Bunlar, günümüzde boyları 1,50 ile 1,80 metreye kadar inen Beşinci Irkın ilk kabilelerine aittir. Fakat geçmişin Titanları ile Kiklopları Atlantis ırkına aittiler. Kikloplar gerçekten de üç gözlü ölümlülerdi. Üçüncü Kök Irka ait insanların fiziki bir üçüncü gözleri vardı. Dördüncü Kök Irkın üçüncü alt ırkının ortalarında, insani organizmanın mükemmel ve simetrik hale gelmeye başlamasından itibaren, ki bu ancak Beşinci Kök Irkta tamamlanmıştır, üçüncü göz de insanın dış anatomisinden kalktı. Fakat fiziki ve spiritüel olarak üçüncü gözün zihinsel ve görsel algılamaları Dördüncü Irkın hemen hemen sonuna kadar sürmüş ve Atlantis kıtasının büyük bir kısmının batmasından önce, yani insanlığın dejenere olmasıyla birlikte üçüncü gözün işlevi tamamiyle yok olmuştur. Ancak bu göz efsanelerde anlatıldığı gibi iki kaşın arasında değildi. Kadim yorumda yer alan açıklama şöyledir: “Erkek-dişilerin (hünsaların) bulunduğu o eski zamanlarda dört kollu insanlar vardı. Bunların bir başı ve üç gözü bulunuyordu, hem önlerini hem de arkalarını görebiliyorlardı. Bir kalpa sonra cinsiyetler ayrılınca maddeye saplanıp kalan insanın spiritüel görüşü zayıfladı ve buna paralel olarak üçüncü göz işlevini yitirmeye başladı. Dördüncü Irkın ortalarında içsel görüşün uyandırılması yapay bir şekilde gerçekleştiriliyordu ki, buna ilişkin işlemi eski ermişler biliyorlardı. Giderek taşlaşan üçüncü göz de bir süre sonra ortadan kayboldu. Çift yüzlüler tek yüzlü hale geldiler ve başın derinliklerine çekilen üçüncü göz artık saçların altına gömüldü. Trans ve spiritüel vizyon gibi içsel faaliyetler sırasında bu göz şişer ve genişlerdi. Arhat onu görür, hisseder ve faaliyetini ona göre düzenlerdi.”
“Ne yazık ki bu göz artık ölmüş ve işlevini tamamiyle yitirmiştir. Ancak ardında bir zamanki faaliyetine tanıklık edecek bir iz bırakmıştır, bu tanık beyin epifizi’dir. Atlantis ırkının ortalarından itibaren içsel görüş gücü ancak eğitim ve inisiyasyon yoluyla edinilebilir olmuştur. Sadece doğuştan majisyen olanlar, yani günümüzdeki adıyla hassas kişiler ve medyumlar istisna teşkil ederler.
“Dzyan Kitabı’ndaki kadim yorumlardan öğrendiğimize göre ilk ırk bizim anladığımız şekliyle konuşmaktan acizdi, çünkü fizik planda zihinden yoksundu. İkinci Irkın ise sadece sesli harflerden oluşan, şarkı benzeri harfleri kapsayan bir ‘ses’ dili vardı. Üçüncü Irk başlangıçta doğanın çeşitli seslerini, örneğin devasa böceklerle ilk hayvanların çığlıklarını biraz ıslah etmek suretiyle bir tür dil geliştirdi. Konuşma ancak Üçüncü Irkın ikinci yarısında, insanlar erkek ve dişi olarak ikiye ayrıldıkları ve seksüel olarak üremeye başladıklarında gelişti. Ne var ki bu deneysel bir çabadan öte gidememişti. O devirde tüm insan ırkı tek bir dile sahipti. Bu durum, Üçüncü Irkın son iki alt ırkının İlahi Öğretmenlerinin rehberliği altında kentler inşa etmelerine ve dünyaya uygarlığın tohumlarını ekmelerine engel olmamıştı.” (Sayfa: 27-41)

Yüksek Rehber Ruh DJWHAL KHUL : Atlantis ve Çağımıza etkisi

“Atlantis’in Rahip-Kralları gününüzdeki modern bilimlerin çoğuna vakıftılar. Onların bilgisi halk kitlelerinin gözünde olağanüstü bir maji türü oluşturuyordu. Çok yüksek düzeyde bir sağlık organizasyonu ve ulaşım düzeni geliştirilmişti. Ne var ki bunlar insanların başarısı olmayıp Hiyerarşiden gelen ve bilgece bir rehberlikle sunulan armağanlardı.
“Atlantis döneminde, maddi güçleri temsil eden grupla ışığın enerjisini temsil eden grup arasında giderek artan zıtlaşma Atlantis çağının sonuna doğru giderek hızlandı ve uygar dünyada bir kriz meydana getirdi.Yüzyılınızdaki dünya savaşları bu krizin size yansıyan sonuçlarından biridir. Krizden sonra Form Rableri ile Varoluş Rableri ya da Madde Güçleriyle Yüce Beyaz Kadro arasındaki büyük savaş başladı. Zafer Işık Güçlerine nasip oldu, çünkü Hiyerarşi etkili biçimde işe karışmak zorunda kalmış, bazı dünya dışı Yüce Varlıkların da yardımıyla uzun bir kaos ve karmaşa döneminden sonra Atlantis uygarlığını ani bir şekilde sona erdirmişti. Bu kaçınılmaz son, yüz binlerce insanı yeryüzünden silen bir afetle oluşturulmuştu. Bu olayın anısı, dünyanın her tarafında hala dile getirilen Tufan Efsanesi sayesinde günümüze kadar korunmuştur.
“Kutsal kitaplarınızda Nuhun gemisine binerek kurtulan insanlardan söz edilir. O olay Atlantis’teki afetten sağ kurtulanların sembolik bir anlatımıdır. Kadim metinlerde bu olay şu şekilde anlatılır: “Bir yılanın çöreklenmiş bedenini yavaşça açması gibi, Bilgelik Oğullarının önderliği altındaki insanlar da kıvrımlarını öylece açtılar ve akmakta olan bir tatlı su ırmağı gibi yayıldılar…Aralarındaki yüreksizlerden çoğu yollarda telef oldu, ama çoğu da kurtuldu.”
“Atlantis döneminde insanlık esas olarak fiziki ve duygusal bir odaklanma içindeydi, modern standartlar açısından henüz olgunlaşmamış sayılırdı. Bitki ve hayvanları kontrol altında tutacak majik bir yeteneğe de sahiptiler. Bu iki konu pek az incelenmiş, ama İlahi Müdahale olgusu yeterince vurgulanmıştır. Bu İlahi Müdahale sayesinde ahlaki açıdan sağlıklı kalmış bir azınlığın kurtarılması, kendini maddenin kölesi haline getirenlerinse yok edilmesi mümkün olmuştur. Kurtarılan bu çekirdek şimdiki kök ırkınız olan Aryenlerin esasını oluşturmuştur. Eski Ahit’in tüm içeriği bu çekirdeğin büyümesi ve gelişmesiyle ilgilidir. Sembolik olarak Nuh’un gemisinin sakinleri ve onların soyundan gelen İsrail ırkı, Yüce Beyaz Kadro tarafından büyük zorluklara rağmen kurtarılan Atlantis kalıntılarını temsil eder.
“Atlantis çağının tüm nihai etkilerinin ortaya çıktığı bu modern dünyada, göz önüne alınması gereken birkaç konunun hatırlatılmasında büyük yarar var. Madde ile mana arasındaki ayrışma giderek artmakta ve netleşmektedir. Bu olguya yol açan iki unsur var. Birincisi On Emir’dir. On Emir biçimi bakımından negatif, tavrı bakımından da dogmatik olmasına rağmen, sorunları ve insanlardan istenen davranış şekillerini yeterince net bir şekilde ortaya koymuştur. On Emrin verildiği dönemde insan zekasının nispeten aşağı düzeyde olması yüzünden bu emirler “yapmayacaksın” formülüyle ifade edilmiş ve insanlığın dikkati maddi eğilimlerin maddi ifadesine yöneltilmişti. Gelecekte On Emir tersine çevrilmiş bir biçimde ifade edilecektir ki, Hz. İsa’nın Dağdaki Vaaz’ı, yani Matta İncilindeki (5/3-12) sözleri bunun cenin halindeki bir örneğidir!
“İkincisi, olgunlaşan insanlığın baskı ve aşırı korumanın getireceği bir handikapla karşılaşmadan ilahi özelliklerini ifade etmesi için Hiyerarşinin kendini geri çekmesidir. Bu ilahi özellikler arasında özgür irade ve zihnin ayrım yapabilecek şekilde kullanımı en önde gelen niteliklerdir. Atlantis döneminde özgür irade yoktu, günümüzde ise özgür iradeye yönelik bir eğilim vardır ki, biz buna hürriyet ve bağımsızlık veya düşünce özgürlüğü diyoruz.
“İnsanlar arasındaki bölünme, keskin hatlarla birbirinden ayrılan iki grup insan yaratmıştır. Bir yanda spiritüel ve fedakar, insanlığın hayrına olan değerlere yönelik kişiler, diğer yanda maddeye odaklanmış, nefsani amaçlar taşıyan, mal mülk edinme peşinde koşan insanlar. Bu zıtlığın had safhaya ulaşması, insanlığı izlemekte olan Hiyerarşiyi tüm risklerine rağmen Şambala gücünü dünyaya yönlendirmek için izin vermeye zorladı. Amaç kitlelerin özgür iradesini uyandırmaktı. Bu güç yayımı, büyük dünya ideolojilerinin formüle edilip ifade edilmesine yol açtığı için uygulamanın kitleler üzerindeki sonucu nispeten hayırlı olmuştur. Bu ideolojiler bir yandan halkların daha iyi şartlarda yaşama arzuları tarafından teşvik edilirken, bir yandan da Şambala gücü tarafından odaklanarak daha etkili ve yararlı bir hale getirilmiştir. Fakat bu etkinin yaratılmasıyla bazı ülkelerdeki önemli kişiler de uyarılmış oldular. Bunlar kitlelerin kontrolünü ellerine geçirerek toplumun dini, politik ve sosyal yapısını istedikleri tarzda yönlendirecek hale geldiler. Bu tür insanlar her ulusta küçük bir azınlık olup isteklerini ya zorla ya da tatlı sözlerle gerçekleştirirler. Kader Rableri ise, hem kadim çalışmalarını sonuca bağlamak, hem de insanlığı Kova Burcu Çağına daha net bir anlayış edinmiş halde taşımak için bu durumdan yararlanırlar.
“Şimdiki dünya anlaşmazlığı ve liderleriyle, Atlantis dönemindeki anlaşmazlık ve liderlik arasında ne tür bir ilişki olduğunu soranlara şöyle derim: Aynı kişilerin birçoğu, evrim sarmalının daha yüksek bir kıvrımında bu büyük piyesteki rollerini tekrar oynamaktalar. Bu dönemde en önemli konu neyin tehlikede olduğunu bilmek ve her iki grubu da harekete geçiren idealleri doğru kavramaktır. Asıl sorunun şuur alanında olduğunu ve mücadelenin formla formun içindeki can arasında, insan ruhunun özgürlüğüne yol açan ilerlemeyle insan şuurunu hapseden ve özgürce kendini ifade etmesini engelleyen gerici faaliyet arasında olduğunu unutmayın!” (Sayfa: 53-61)

SADIKLAR PLANI : Işık ve Karanlık Mücadelesi

“Vaktiyle insanoğulları arasında bir kavga, bir sorun vardı. Bu kavga ve sorun ruhun maddeye hakim olma arzusudur ve maddenin en adi, en alt saçakları içerisinde nefsaniyet ve iktidar mücadelesi olarak tezahür etmiştir. Nefsaniyet ve iktidar mücadelesi her sahada, her kademede sürüp gidiyor. Bir kişi çıkıp da bu iktidar kavgası insanlığın ana problemidir, amaç muktedir olmak değil, muktedir kılan bilgiyi elde etmektir, bu bilgi insan şuur ve vicdanına defalarca geldiği halde ona kucak açan olmamıştır diyemiyor! Basiret bağlanmış, kalpler mühürlenmiş, diller tutulmuştur. Dünya insanı kendine verilen imkanları yüksek hayır yolunda ve Rabbe hizmet için kullanacak olursa, şüphesiz layık olduğu düzeye tekrar gelecektir. Bu tamamiyle insanoğluna bağlıdır.
“Dünyanın varlığı insanoğlunun varlığıyla kaim değildir. Dünyanızda pek çok Ademler doğmuş, pek çok Ademler yok olmuştur. Kutsal kitaplarınızda zikredilen Adem, bu neslin evrim basamağını meydana getiren bireyin adıdır. Dünyanız oldukça yaşlı bir küredir. Kürenizin maddi yapısı kendine has bir özelliktedir, kainat çapında evrim geçirecek varlıkların maddi ihtiyaçlarına göre kimlik değiştirir. Pek çok nesiller gelip geçmiştir. Kuran’da bahsedilen yitip gitmiş kavimler bunlardır. Her biri ayrı evrim düzenine bağlı varlık gruplarıdır. Sizlerle onlar arasında daima bir tufan olagelmiştir. Her tufan bir siklusun sona erişi ve bir sonrakinin başlangıcıdır. Kutsal metinlerinizde sözü edilen insan, en son tufandan sonra enkarne olmuş varlıktır. İşte sizin için ezel o noktadadır, ebet ise yeni bir tufanın meydana gelişidir. Yeryüzü gerçekten de bir harman yeridir. Savrulur ve toplanır, ekilir, savrulur, yine toplanır! İncil’de, Kuran’da ve Tevrat’ta buna dair pek çok ayet vardır. Dünyanız bir hasat yeridir, dünyanızda her varlık evrimleşemez!” (Sayfa: 61-62)


ÖNCÜLER PLANI - Altın Çağ Misyonu

ÖNCÜLER PLANI (Celse 30. 11. 1973) : “İnsan kademesinde bulunan bir varlık veya daha genel anlamıyla kainat içinde evrim serüvenini yürütmekte olan varlıklar, aslında alttan yukarı, soldan sağa tüm planlarla, tüm tesirlerle içli dışlı bir haldedirler.
“Zihninizde ve düşünce dünyanızda meydana gelen hareketler, aslında dıştan aldığınız bu tesirlerin impulslarıyla (dürtü) meydana gelmektedir. Ancak burada bireysel kişiliği bir kenara itmemek gerekir, çünkü esas senteze ulaşacak olan odur. Bu impulsların değerlendirilişi ve bir formasyona sokuluşu kişisel inisiyatife, kişisel karaktere bağlı bir konudur.
“Aldığınız cevaplar sonuçta bir planın veya birçok planın tesirlerinin bir bileşkesidir. Ancak, fizik bedene ulaşıncaya kadar tüm tesirlerin beden konisi içinde çeşitli kademeleri aşarak geldiği ve sonuçta sizin malınız olduğu unutulmamalıdır.Yani siz kendi planınızdan bu işe baktığınızda, gelen tesir kendi bedeninizin (beden koninizin) üst kademelerinden gelen bir tesirdir. Asıl sentez yukarılarda, üst kademelerde yapılmış ve size ulaştırılmıştır. Elbette bir takım üst kontroller bağlı şuurunuzun dışındaki üst şuur (serbest şuur) tarafından yapılmakta ve sonuçlar böylece alınmaktadır.” (Sayfa: 11-12)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 11. 1. 1974) : “İnsanlığın girmekte olduğu bu devre, kendi inanç dünyasını kendisi kuran insanlar tarafından yürütülebilecek bir devredir. Bu yüzden tüm kararlarınızın her tür tesir kaynağından arınmış olarak size ait olması gerekir. Bu mutlaka şarttır.
“Burada bir takım düşüncelere yol açabilmek için şunu da ilave edelim ki, her türlü tesir kaynağından arınmış kararlar derken kendini çevresinden izole etmiş, koparmış, havada kalmış bir insan tipi çizilmek istenmemiştir. Burada belirtilmek istenen şudur: Elbette insan denen yapı, sonuçta bir tesir koordinasyonunun meydana getirdiği bir fikri düzeye tekabül etmektedir. Fakat insan denen bu yapının, kendini şekillendiren veya kendine yön veren bu tesirlerin nedenlerini, varlığını ve kaynaklarını bilerek kabul etmesi gerekir. Kastedilen budur.” (Sayfa: 16)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 25. 1. 1974) : “İçinde bulunduğunuz fizik dünya muhatap olduğunuz en geniş ve belirgin kaynaklardan biridir. Bu kaynağın bünyeniz üzerindeki tesirleri konusunda detaylı bilgilere sahipsiniz. Bunun ötesinde, yine maddi kategoriden sayılan kainatınızdan size ulaşan fiziksel tesirler de söz konusudur. Bunlar da bünyenizin davranışlarını ve organizasyonunu etkileyen tesirlerdir. Burada bünyeden bahsederken belirtilmesi gereken bir nokta da, aslında alınan tüm tesirleri belirli bir senteze ulaştıran bir prensibin varlığının bünyenin uyumunu sağladığıdır.
“Burada maddi kategori olarak saydığımız tesirlerin dışında, beden koninizin içinde bulunan değişik tesir atmosferlerinden veya değişik tesir planlarından sürekli tesirler almaktasınız. Bu tesirler aslında evrim hamlenize paralel olarak bedeninize ulaşmakta ve beden karşısında bir senteze varmakta ya da varamamaktadır. Senteze ulaşmayan tesirler sizin için gizli kalmakta ya da şuur dışı diye nitelediğiniz bir takım potansiyeller meydana getirmektedir. Bu potansiyeller sonradan kullanılmak üzere sizde saklı tutulmaktadır.
“Potansiyeller, zaman zaman şuurunuzun sentez faaliyetinin elverdiği nispette veya dünyadaki evrim hedefinizin çizmiş olduğu karakterin veya konsantrasyon limitlerinin elverdiği nispette şuur alanınıza patlamalar şeklinde çıkabilmektedir. Buna rağmen bu potansiyeller patlamalar dışında sizde hiçbir tesir meydana getirmiyor demek değildir. Potansiyellerin varlığı, dolaylı tesir alma mekanizması şeklinde çalışmakta veya sizi belirli noktalara, belirli evrim hedeflerine doğru kışkırtan unsurlar olarak işlev görmektedir. Aslında bu mekanizmanın iyi anlaşılması şuur yapısının daha iyi incelenmesine bağlıdır.
“Demek istediğimiz şudur: Bugünkü şuur anlayışınızda, bugünkü şuur incelemelerinizde mevcut klasifikasyonların sizi bağladığı bir gerçektir. Bu klasifikasyonlar, bir konunun anlaşılması için gerekli olmalarına rağmen ilerlemenizi engelleyici özellikler de arz etmektedir. Eğer topyekün bir bakış elde edilebilirse, tüm yapıyı açıklayabilecek bir görüşe varılabilirse, mekanizmaların çalışması hakkında daha açık bir görüşe ulaşabileceksiniz. Bu konuda bilimsel çalışmaların varmakta olduğu nokta size çok geniş ufuklar hazırlamaktadır. Bu bakımdan, bedeni “bugünkü beden anlayışına uymayan” bir anlayışla kavrama yolundaki çalışmalar sizi “bütünü görebilme” gücüne ulaştıracaktır.
“Aslında burada ele alınan konu madde kainatı konusudur. İdrakinizin sınırları madde kainatının sınırlarında durmaktadır. Düşünebileceğiniz her kombinezon son tahlilde maddi bir kombinezondur. Maddeyi, önünüzdeki masa veya taş toprak gibi düşünmemek kaydıyla veya bilebildiğiniz kimyasal kategorilere sokmamak kaydıyla akışkan hale getirdiğinizde, bulunduğunuz kainat, ruh derken bahsettiğiniz kavram, tesir derken anlamaya çalıştığınız kavram hepsi maddi karakter taşıyan konulardır. Bu bilgiyi sindirebilmek için her tür empozisyonu, gerekçelerini bilmediğiniz her tür tesiri reddetmeniz ve kendinizi tüm düşünce dünyanızda yeniden kurmanız gerekir.” (Sayfa: 18-20)

ÖNCÜLER PLANI : “Fizik ölüm aslında sondanın dağılması olayıdır, yani doğrudan doğruya fizik bedenle suptil beden arasında meydana gelen bir ayrılma, kopma olayıdır. Şuuraltı dediğiniz beden konisi kademesi ise, doğrudan doğruya daha üst kademedeki beden konisinin bir unsurudur. Bu yüzden fizik ölümün bu kademeye etkisi düşünülemez. Aslında spadyum dediğiniz ortam dünya ortamının belirli bir ucu veya uzantısıdır, bir bakıma ara kademedir. Sonuçta o ortamda da belirli maddi kombinezonların şartlara uygun şekilde kullanılmış olması gerekir.” (Sayfa: 22)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 5.4.1974) : “Bedendeki çeşitli organların ruhları ve hücre ruhlarıyla, bedenin esas organizatör ruhu arasındaki ilişkilere ölümden sonra ne olur diye soruldu.
“Genel anlamda bu organizasyon ölümden sonra dağılır.Yeni ortamlarda uygulamalarına devam ederek evrim serüvenlerini sürdürürler. Ancak burada kopmanın meydana geldiği noktayı, sizin anladığınız gibi ’ölüm anı’ olarak ele almamak gerekir.Varlıklar bu koordinasyonun devamına alışkanlıklar ve adaptasyon zorunluluğu dolayısıyla ‘karmaşa aşamasında’ da devam ederler. Ancak bu süre varlığın evrim gereksiniminin belirlediği bir süredir. Sonuçta ölüm hali, yani fizik bedenin dağılması hali, organ ve hücre kademesindeki şuurların da uygulama ortamlarının ortadan kalkması demek olduğundan, evrim aşkıyla dolu varlıklar yeni ortam ve araçlara gereksinim duyar ve istedikleri yeni ortamlara kavuşurlar.” (Sayfa: 23-24)

Guru SRİ YUKTESWAR : “Doktorlar, Tanrının yasalarının maddeye uygulandığı şekliyle şifa çalışmalarını sürdürmelidirler. Bilgelik en yüce arıtıcıdır. Beden güvenilmez bir arkadaştır, ona hak ettiği kadarını verin daha fazlasını değil! Istırap ve zevk geçicidir. Tüm ikiliklere sükunetle göğüs gererken bir yandan da kendinizi onların etkisinden uzaklaştırmaya çalışın. Hayal gücü, hastalığın da şifanın da girdiği kapıdır. Hasta olduğunuzda bile hastalığın gerçekliğine inanmayın, gerçekliği kabul edilmeyen bir ziyaretçi çekip gidecektir! Fizyolojiyi inceleyenler daha ileri giderek ruhun bilimini araştırmalıdırlar. Bedensel yapının hemen ardında suptil bir spiritüel mekanizma gizlidir!” (Sayfa: 25)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 25. 1. 1974) : “Narkoz işlemiyle sinir sistemi kademesinde bir kısa devre meydana getirmektesiniz, aslında fizik ıstırabı kesmiş durumdasınız. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Tıbbın bugün uygulamakta olduğu birçok metodun yeniden gözden geçirilmesi gerekir, çünkü tıp metotlarını vazederken hedefi gayet dar tutmaktadır. Narkozu uygularken amacınız vücudun belirli bir yerindeki bozukluğu neşterinizle tamir etmektir.
“Hiçbir zaman vücudu bir bütün olarak, varlığı bir bütün olarak göz önüne almıyorsunuz. Böyle bir işlem sırasında fiziksel aksaklıklar giderilse bile ardından ortaya çıkacak ruhsal aksaklıklar giderilemez. Narkoz yoluyla sağladığınız ruh-beden bağlarındaki koyu gevşeklik anında varlığın muhatap olduğu tesir alış verişlerinin hangi kademelerden olduğu, ileriki hayatında ne gibi tesirler meydana getireceği, kişiliği üzerinde ne tür yaralar açacağı konusunda hiçbir inceleme yapılmamıştır. Aynı sakıncalar diğer metotlar için de geçerlidir.
“Narkozda ruh-beden bağlarının aşırı derecede gevşemesi, bu gevşeklikten faydalanan bozucu nitelikteki dış tesirlerin uyutulan varlığa ulaşmasını sağlar. Başka bir deyişle, zaten zayıf olan bedeni üzerindeki kontrolünü önemli ölçüde yitirmesine yol açar. Ameliyatlarınızın birçoğundaki başarısızlığı bu noktada aramalısınız.” (Sayfa: 25-26)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 25. 1. 1974) : “Akupunkturda narkozdaki sakıncalar yoktur. Ancak, kesin bir sonuca ulaşılması için bilim olarak, insanlık olarak asli bir senteze varılması gerekir. Her iki metodun da yararlı ve zararlı tarafları vardır. Bunların iyice analiz edilerek ya birlikte kullanılması ya da her ikisinin terk edilmesi gerekir.
“Hipnoz da diğerleri kadar tehlikeli bir metottur. Aslında bilmeniz gereken şudur: Siz bozulan bir organizmayı tamir etmeye çalışıyorsunuz, fakat bedeniniz hakkında yeterli bilgiye sahip değilsiniz. Daha doğrusu fizik bedeninizin ötesindeki varlığınız hakkında hiçbir bilginiz yok. Siz bir organın bozulduğunu sanıyorsunuz. Aslında bozulma değil, uyumsuzluk söz konusudur. Bir organın bozulmasını sağlayan şey uyumsuzluktur. Uyumsuzluğun giderilmesi ise, insanın kainat içindeki yerini iyi tayin etmesi ve anlamasıyla mümkündür. Bilginizin bu yönde gelişmesi size yepyeni bir tıp yolunu açacak, bu yol açıldığında artık ne ameliyata, ne narkoza, ne de ilaçlara ihtiyacınız olacak. Dikkatinizi günlük gereksinimlerden geleceğe kaydırmak zorundasınız. Geleceğe odaklanmalı ve planlar yapmalısınız. Ancak bu şekilde Yeni Çağ’ın yükünü omuzlayabilirsiniz. Çünkü gelecekte narkoz, akupunktur, hipnoz ve ilaç gibi metotlar geçerliliğini yitirecektir.” (Sayfa: 26-27)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 25. 1. 1974) : “Bitkisel hayat yaşayan bir varlığın ruhu, şuuru ve bedeni arasındaki ilişkinin ne olduğunu soruyorsunuz. Bu durumdaki varlığın ıstırabının derecesini siz anlayamazsınız. Hiçbir ortamın malı olmayan insanın çektiği ıstıraptan bile büyüktür onunki. Ortada evrim ihtiyacına bağlı olarak planlanmış bir sahne vardır, yani önceden planlanmış bir durumdur. Bitkisel hayattaki varlık bir yanıyla spadyumun, yani öte dünyanın bir kısım imkanlarından yararlanırken, bir yanıyla da bedeninin hayatiyetini devam ettirme çabası içindedir. Madde ortamında belirli bir noktaya saplanıp kalmıştır.
“Bu özel duruma bağlı olarak varlığın birçok kazancı vardır elbette. En başta bedeni üzerinde egemenlik kurma çabası ve bu konuda yaptığı uygulama ona bedeni konusunda birçok şey öğretmektedir. Gerçi olan bitenin tam şuurunda değildir, ama o ıstıraplı hayatı da yaşamaktadır. Şuuru yerinde olsa bilgisi daha da artacak, belki de bu deneyi huzur içinde devam ettirecekti. Bu insanın ıstırabını doğuran şey, geçmiş olduğu veya geçecek olduğu ortama tam anlamıyla geçemeyişi, madde ortamından tam anlamıyla kopamayışıdır.
O nötr durumdadır, ya bu ıstıraplı hayatı sürdürecek ya da gitmeye konsantre olarak bedenini terk edecektir.” (Sayfa: 28-29)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 15. 2. 1974) : “Normal durumdaki insanlar da farkında olmadan ıstırap çekerler mi diye soruldu. Farkında olmadan ıstırap çekmekten ne anlıyorsunuz? Aslında ıstırabın kökeninde bilgisizlik yatar. Istırap çekilmesi ya da ıstırap denilen hal içinde belirli bir deneyimin geçirilmesi, bireyi belirli bilgilerle donatmaya yönelik bir plan içinde gerçekleşir. İşi bu bakımdan ele almak gerekir.
“Öte yandan, ıstırabın kaynağında yatan bilgiden bahsederken, bu bilgisizliği ıstırap çektiğinden habersiz olma şeklinde yorumlamamak, fakat ıstırabın doğurduğu bir şuursal faaliyetin sonucunda elde edilecek bilgilerin yokluğu olarak anlamak gerekir.
“Sonuç olarak denebilir ki ıstırap, bir tesir alış verişinin belirli bir açıdan yorumudur. Eğer birey bu yorumu yapabilecek durumda değilse, yani sizin deyiminizle ıstırap çektiğinin farkında değilse, zaten ıstırap çekmemektedir. Bu da göstermektedir ki ıstırap çekmek için belirli bir düzeyde olmak gerekir. Kısaca ıstırap çekmek, ıstırap çektiğini hissedebilme düzeyine gelmiş varlıkların yapabileceği bir iştir. Istırap çekebilme düzeyindeki bir varlık için bilmeden çekilen bir ıstırap yoktur. Bu düzeyin altındaki varlıklar içinse zaten ıstırap diye bir şey yoktur. Orada ne vardır diye soracak olursanız, orada var olan koyu bir şuursuzluk ve bir otomatizma halidir.” (Sayfa: 30)

ÖNCÜLER PLANI : “Bir boyutun malı olan belirli bir tesir, o boyut için bir başlangıç noktasından bir sönüm noktasına doğru gitmektedir. Fakat daha geniş bir açıdan işe bakıldığında kainat içinde hiçbir tesir sönüme ulaşmaz, tesir hareketinde süreklilik söz konusudur. Bu bakımdan, bir boyut içindeki bir noktada başlayıp bir noktada sönen bir tesir ele alındığında, başlangıç ve bitiş noktalarının aslında o boyutun dışına taşma noktaları olduğunu kabul etmek gayet yerinde ve mantıki olur. Bu taşma nasıl olmaktadır? Elbette başka boyutun malı olan değişik düzeydeki bir tesirin, alt boyutta veya başka bir boyutta süreklilik meydana getirebilmesi için orayla bağlantı kurabileceği bir ara nokta olması gerekir. Sizin süptil beden dediğiniz ya da zarf diye adlandırdığınız enerji alanı, yani beden çevresindeki enerji alanı işte böyle bir özelliğe sahiptir, yani ara noktadır. Bu özellik, onun boyutunuzla bir üst boyut arasında enerji transformasyonu yapmasını sağlar.” (Sayfa: 31)

ÖNCÜLER PLANI (Celse ?. 3. 1974) : “Kirlian metoduyla çekilen fotoğraflarda görülen renkli auraların fizik bedenin üstündeki süptil yapıyla ilişkisi vardır. Bu auralar süptil yapının ana tezahürleridir. Fizik beden çevresindeki bu kuşak, aslında fizik bedene ulaşan tesirler açısından önemli bir role sahiptir. Aynı şekilde bedenden çevreye yayılan tesirler bakımından da önemli rolleri vardır. Bu rollerden biri de transformasyon işleminin gerçekleştirilmesidir. Bir diğeri ise koruma fonksiyonunun yürütülmesidir. Bu iki başlık altında özetlenebilecek bir dizi başka fonksiyonlara da sahiptir.
“Aslında dıştan gelen tesirlerin fizik bedene ulaşmasında bir bakıma ‘süzgeç’ rolü oynayan unsur aura denen yapıdır. Yapı derken onu kesinlikle alışılagelmiş katı bir form olarak anlamamak gerekir. Aslında bu zarf, belirli bir enerji birikimini ve tesir kanallarını barındıran akışkan bir organizasyon durumundadır. Onun oluşumunda fizik beden organizasyonunu meydana getiren diğer varlıkların, diğer beden konilerinin ‘tesir bileşkeleri’ de rol oynar.
“Bir bakıma, bedenin esas organizatörü durumunda olan şuur, organizatörlük görevini yerine getirirken bu tesir süzgecini kullanmaktadır. Şuur bu yapı vasıtasıyla bedene ulaşan tesirleri kendi amaç ve hedefine uygun olarak ayarlayabilmekte, azaltıp çoğaltabilmekte veya çeşitli sentezlerin oluşmasını temin etmektedir.
“Elbette bu yapı asıl organizatörün vasıtaları içinde fizik bedene en yakın olanıdır. Fakat diğerlerinin yanında daha rahat anlayabileceğiniz bir özellik arz etmektedir. Bu yöndeki çalışmalar bugünkü insan düşüncesine kendi varlığının imkanları hakkında çok geniş bilgiler sağlamaktadır. Bu bilgilerin sentezi yapıldığında ortaya çıkacak düşünce yapısı o oranda geniş ve kapsamlı olacaktır.” (Sayfa: 31-32)

ÖNCÜLER PLANI (Celse ?. 3. 1974) : “Auranın bir çeşit ‘filtre’ görevi yaptığından bahsetmiştik. Yalnız bu filtre o şekilde şartlanmış durumdadır ki, ancak belirli tesirlerin filtrajı bu kademede yapılmaktadır. Aslında şöyle demek daha doğru olur. Bu zarfın filtre ettiği tesirler, beden organizasyonunun idamesi için gerekli tesirlerdir.” (Sayfa: 33)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 22. 3. 1974) : “Suptil beden dediğiniz zarf, aslında fizik bedenin bir bağlantı alanı, bir transformasyon organı olarak düşünülebilir, yani daha değişik yapıda bir organizasyon olarak. Bu zarfı fizik bedenden ayrı bir beden olarak düşünmek yanlış olur, çünkü zarfın varlığının kaynakları bir açıdan fizik bedene dayanmaktadır.
“Bu transformasyon ortamının, yani zarfın fizik bedenle ilişkilerinin belirli kanallar içinde sınırlanması söz konusu olamaz, böyle bir sınırlama yanlış noktalara varmanıza yol açar. Ortada tesir alış verişini regüle eden bir kuşak vardır, aslında bu fizik bedenin sınırlarıyla kuşağın sınırlarının kesin olarak çizilmesini imkansız hale getiren bir anlayış tarzıdır, yani birbiriyle iyice kaynaşmış iki yapı olarak ortaya çıkmaktadır. Tesirleri regüle eden zarfın direkt etkileri, ilk adımda doğrudan doğruya fizik beden bünyesindeki tesir alanlarının üzerinde görülür. Sözgelimi, fizik bedende fiziksel bir harekete dönüşecek olan, ama fizik dünyayla ilgisi olmayan bir tesir ışınının süptilliğinin, transformasyon dediğimiz mekanizmalarla fizik harekete dönüşünceye kadar değiştirilmesi gerekmektedir. Bu değişim kademe kademe olmaktadır. İlk değişim tesir alış verişini regüle eden zarfta olmakta, zarfın meydana getirdiği aktivite fizik beden içindeki alanlara ulaşmakta ve süptilliğinden bir kısmını kaybetmektedir. Daha sonra aktivite ilgili olduğu noktalara yönelerek orada elektriki diyebileceğimiz bir tesir akımına dönüşüp süptilliğinden bir kısmını yine yitirmekte, sonunda fizik bir harekete dönüşünceye kadar bu zincir devam etmektedir.
“Bu yüzden, belirli noktalarda alış verişi sağlayan dış zarfla fizik beden arasında kanallar aramak doğru bir düşünce değildir. Fizik beden içindeki tesir alanlarında meydana gelen değişimler, bir başka transformasyon kademesi olan bedenin sinir sistemi üzerinde etki yapmakta ve süptilliğini giderek kaybetmektedir. Elbette bu tabloyu genel prensip olarak düşünmek gerekir.
“Özel durumlarda, fizik bedendeki tesir alanlarında meydana gelen transformasyonlar daha lokal durumdaki organ gruplarına da direkt olarak ulaşabilir. Bu tür ulaşımda bir başka tesir transformasyon mekanizması vardır. Bu da ‘organlara has tesir regülasyon zarfı’ ile olmaktadır. Organlar içindeki durum yine ‘alanlar’ kavramıyla açıklansa da, fizik bedenle kıyaslanamayacak kadar değişik bir görünüme sahiptir.” (Sayfa: 33-34)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 22. 3. 1974 ) : “Tesir kanalları deyimi genel anlamda kullanılan bir deyimdir. Aslında tesir kanalları deyimini düşünürken bu kanalları bir boru gibi, belirli limitlere sahip bir kanal gibi değil, bir tesirin kaynağından hitap edeceği yere kadar izlediği bir transformasyon zinciri olarak ele almak gerekir. Transformasyon şebekesinin ünitelerinde meydana gelen reaksiyonlar değişik kategoriden olmaktadır. Bu yüzden değişik kanallar deyimi kullanılmıştır.
“Regülasyonu sağlayan zarf fizik beden temeline dayanır. Ancak bu zarfın ve fizik bedenin muhtaç olduğu enerjiyi sağlama mekanizması ile organizasyonun uyumunun sağlanması daha üstün bir beden konisi kademesinden ya da şuur tarafından kontrol edilmektedir.” (Sayfa: 35)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 25. 1. 1974) : “Sembolizm, şuur içinde meydana gelen bir sentez halinin veya şuursal bir fonksiyonun ortaya koyduğu bir sonuç olarak düşünülmelidir. Söylemek istediğimiz şudur: İnsan bedeni, dünya ortamındaki uygulamaları boyunca değişik tesir kategorilerinin sürekli sentezini yapmak zorundadır. Bu çoğu zaman bir otomatizma ile gerçekleşir. Tesir kategorileri insana çeşitli kanallardan ulaşır. Bu kanalların içinde aktığı bir organizasyon, bir yapı vardır ki bu insanın fizik bedenidir. Tesir akışı insan bedeninde bir ‘sonuç’ meydana getirirken ‘şuursal bir fonksiyon’ olarak ortaya çıkar. Bu fonksiyonun beden konisinin o anki uygulamalarının karakteristiklerine uygun belirli bir özelliği vardır. Bu yüzden, belirli uyarımlar halinde gelen tesirlerin meydana getirdiği çeşitli şekillerdeki transformasyon da belirli semboller halinde olmaktadır.
“Sembolizmde tüm insanlığı kapsayan sabit unsurların bulunuşu, aslında dünya okulunun bu kademesindeki evrim uygulamasının karakter birliğinden doğan bir sonuçtur. Bu karakter birliği, varlıkların bu okul üzerindeki konsantrasyonlarını şekillendiren ana prensipler karşısında elde edilmiş bir birliktir. Belirli bir konunun öğrenimini yapan belirli bir okuldaki öğrenciler arasında var olan anlayış birliği gibi! Bu ortaklığın asıl sebebi, beden yapınızın karakterlerde birlik oluşturacak şekilde bir organizasyona sokulmasıdır.” (Sayfa: 35-36)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 5. 4. 1974) : “ Tesir anlayışınızın ana teması dalga boyu ve titreşimdir, frekans anlayışıdır. Bunlar bulunduğunuz ortam içinde bir enerjinin nakli için gerekli kavramlardır. Siz ancak bu birimlerle bir tesiri tespit edip anlayabiliyorsunuz. Ancak ortamın değişmesi halinde, ki bunu bir boyut değişimi olarak ele alıyoruz, bu kavramlar en azından çok değişik anlamlarda yorumlanmalıdırlar.” (Sayfa: 37)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 5. 4. 1974) : “Koruyucu zarfın yapmakta olduğu filtrasyon işlemi, belirli kategorideki tesirlerin yumuşatılması olarak düşünülmelidir. Bu yüzden, bedenin çeşitli bölgelerinde bu koruyucu zarfın özelliği ve yoğunluğu başkadır. Bu, zarfta bulunanın dış tesirlere karşı hassasiyetiyle ilgili bir konudur. Gelen tesirler zarfta önceden yumuşatılmaya ve belirli bir düzeye indirilmeye çalışılır. Ancak koruyucu zarfın faaliyeti limitli bir faaliyettir ve bu konuda yaptığı fonksiyon da belirli bir sınıra kadardır.
“Filtrasyon anında zarfın yapısında bir değişim olmamakta, ancak enerji depolaması veya enerji tüketimi tarzında bir sarfiyat veya fazlalık ortaya çıkmaktadır. Bu sorun da, koordinatör şuurun gerektiği zaman yapacağı müdahalelerle veya zaman içinde normal yasalar karşısında ortama yayılarak giderilmektedir.” (Sayfa: 39)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 22. 3. 1974) : “Telepati, durugörü, telekinezi gibi hallerde süptil ve fizik bedenin ne durumda olduğu soruldu. Belirli bir ortamda, belirli bir uzaklıkta pekala üretilebilen elektromanyetik dalga türünden bazı dalgalar telepatide iş görmekteyse de, değişik ortamlarda düşünce aktarımının beden konisinin daha üst kademelerinden yapılacak girişimlerle düzenlenmesi gerekir. Bu yüzden, telepati denemelerinde alınan sonuçlar uzaklığa bağlı olarak değişik başarı dereceleri göstermektedir. Çünkü uzak mesafelerden yapılacak aktarımların mekanizmasıyla, yakın mesafelerden yapılacak aktarımların mekanizması farklı olduğundan aynı süjenin her iki aktarımda da başarılı olması mümkün olmayabilir.
“Durugörü olayı daha çok beden konisinin üst kademelerinde koordine edilmekte ve bir ortamdan alınan izlenimler ‘organizatör şuur’ tarafından fizik bedene aktarılarak orada bir duyum meydana getirmesi sağlanmaktadır. Ancak burada aracı olarak diğer bir şuurdan faydalanmak mümkündür, yani medyumluk bir durum vardır, ancak bu medyumluğun her durugörü olayında yer alması da gerekmez.” (Sayfa: 43-44)

ÖNCÜLER PLANI : “Dünya ortamınızda fizik beden olarak tezahür eden yapı, hayatiyetini ve varlığının amacını gerçekleştirebilmek için sürekli bir enerji beslemesine gereksinim duyar. Bu beslemeyi sağlayan, fizik bedenin ötelerine uzanan ve genel anlamda ‘asıl beden’ diyebileceğimiz bir bedendir.
“Bu bir organizasyondur. Organizasyonun içinde çeşitli kademeden tesir ortamları vardır. Aslında bir organizasyon içinde bu tesir kademelerinin bir arada bulunması ve ortaya belirli bir kişilik çıkartabilmesi, organizasyonu kuran ana prensibin tek olması yüzündendir.
“Böylece kişilik kazanmış bir beden yapısı ortaya çıkmaktadır. Ancak böyle bir yapı içinde maddi ve gayrı maddi kademelerin karşılıklı tesir alış verişi bir çözüme bağlanabilir. Ruh-madde ikiliği ancak böyle bir yapı içinde eritilebilir ve ortaya birbirinin sebep ve sonucu olan bir takım mevcudiyetler konabilir.” (Sayfa: 47)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 22. 2. 1974) : “Bir beden konisi, çok değişik kategoriden uygulama ortamlarının bir toplamı veya belirli bir amaç adına organize edilmiş bir yapıdır.
Bu uygulama ortamları sadece beden konisinin temsil ettiği organizatör kişiliğin uygulama yaptığı ortamlar değildir. Bu ortamlarda değişik evrim düzeyindeki varlıklar ortaklaşa uygulamalar yapmaktadır. Organizasyonun kuruluşundan bir sonuç alacak kişinin amacına yardım eden veya amacına ulaşmasını kolaylaştıran bir varlıklar zümresi vardır. Bunlar belirli bir amaçla bir araya getirilmişlerdir. İşte fizik bedeniniz bu tür bir yapıdır.
“Böyle olunca, bir ortam içinde uygulama yapan varlıklar topluluğunda o varlıkların kişisel hürriyetlerinden ya da evrim amaçlarından bahsetmek nasıl mümkünse, bu ortamdan yararlanan organların ya da varlıkların bağımsızlığından bahsetmek de mümkündür. Burada organizasyonun belirli bir hedefe yönelmesini sağlayan bir koordinasyon kurulmuştur. Koordinasyonu yürütmekte olan etken, bütün beden konisine karakterini vermiş olan “asli amaç”tır. Organizasyonun bu yönden düşünülmesi gerekir.
“Böyle bir organizasyonu kurmak için orada uygulama yapacak tüm varlıkların gereksinimlerinin ortak olması gerekir. Bu ortaklık, bedenin meydana gelişinde ortaya çıkan ve düzenleyici rol oynayan dış tesirler ya da yardımcı koordinatör tesirlerle sağlanır. Fizik bedendeki organlar da kendi bireysel evrimleri için bu organizasyon içinde yer almış, belirli bir amaç uğrunda bir araya gelmişlerdir. Organizasyonun genel düzeni, ‘ana transformasyon merkezi’ diye adlandırabileceğimiz sinir sistemi ve beyin kanalıyla sağlanmaktadır. Bu merkezlerin mikroskobik ve özel yapılarının çok değişik karakterde olması bu yüzdendir.
“Organizasyona bağımsız olarak katılan organların, organizasyonun üst yapısı olan beden konisinin diğer ortamlarıyla ilişki kurmaları da söz konusudur. Elbette bu ilişki organların kendi beden konileri ile gerçekleşmektedir.” (Sayfa: 47-49)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 22. 2. 1974) : “Elbette bir organın belirli bir tesir konisinin belirli bir ortamına tekabül ettiğini söylemek, o organın kendi bünyesi içinde de aynen fizik bedende olduğu gibi değişik kategoriden bir organizasyonun mevcut olduğunu söylemek demektir. Bu yüzden, hücreler denen daha alt yapıların meydana getirdiği bir koordinasyon elbette vardır. Ve her birinin, bu organ gibi değişik evrim gereksinimlerine sahip beden konilerinin bu ortam üzerindeki uzantıları olarak irdelenmesi gerekir.
“Bunların görev dağıtımı koordinatör şuur tarafından çeşitli tesir prensipleri altında yapılır. Siz beden içinde sürekli belirli kodları takip eden bir tesir akışını izlemek durumundasınız. Yani fizik ilminizin elektriği keşfettiği düzeydeki bir anlayışla fizik bedeni düşünmektesiniz. Aslında bu tesir akışının meydana getirdiği belirli alanları henüz irdelemiş değilsiniz. Böyle bir irdeleme bedenin çok değişik bir açıdan görünmesini sağlayacak, beden organizasyonundaki görev dağılımının mekanizması hakkında size aydınlatıcı bilgiler verecektir. İrdelemenin yapılabilmesi için sahip olduğunuz bugünkü fizik bilgilerinizin ve madde hakkındaki bilgilerinizin geliştirilmesi, yenilenmesi gerekir. Başka bir deyişle, enerji çeşitleri ya da tesir çeşitleri hakkındaki anlayışınızın yeniden düzenlenmesi gerekir. Biliminiz bu konuda büyük atılımlar yapmış durumdadır.” (Sayfa: 49-50)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 22. 3. 1974) : “Dünyanızdaki atmosferik tesirlerin beden üzerindeki sonuçlarını düşünün. Burada söz konusu olan fizik bir tesirdir, diyelim ki bir basınç değişmesidir. Bu basıncın fizik bünyeyi ters yönde etkilemesinin önlenmesi ve bir dengeye ulaşılması gerekmektedir. Bu tesirin bünye içine aktarılışı doğrudan doğruya fizik bedenin duyu kanallarıyla olmaktadır. Yani fizik beden içindeki sıvı basıncını dış çevredeki basınçla dengelemek için sinirler vasıtasıyla bir takım fizyolojik önlemlere yönelmek gerekir. Bu kademede regülasyon zarfı siz fark etmeseniz de rolünü yapmaktadır.
“Ancak iş bünye içinde bir dengenin kurulması aşamasına gelince mekanizma şöyle çalışmaktadır. Bünye içinde basınç değişiminden meydana gelen alarm durumu, sinirsel mekanizma üzerinde elektriki değişimler meydana getirmekte, bunun sonucunda da fizik beden içindeki alanlar etkilenmektedir.Yani burada tesir belirli bir transformasyon zincirinden geçerek belirli bir ortamda kalma gereğinden sıyrılmış, bir serbestlik kazanmıştır. Bu alanlarda meydana gelen anormallik, alanlarla ilgili koruyucu süptil beden zarfında değişimlere yol açar. Bu değişimler sonunda topyekun bir bileşke olarak organ suptil bedenlerinin de ortaya koyduğu bileşkelerle birleşerek şuursal bir fonksiyonun meydana gelmesine yol açabilir. Eğer denge organ kademesinde hallediliyorsa siz çoğu zaman bu değişimi hissetmezsiniz, çünkü şuursal bağlantıyı sağlayan zarf işin içine girmemiştir. Ama bir alarm durumu varsa, bu takdirde fizik bedene sahip varlık o tehlikeli ortamdan kaçmalı ya da kendini koruyacak başka önlemler almalıdır. Elbette burada organizasyonun korunması konusunda gösterilen gayretlerin bir sınırı vardır. Limitlerin dışına çıkıldığı takdirde, tüm çabalara rağmen bedensel organizasyon bozulmaya mahkumdur. Bu da dünyanızın fizik yasalarıyla, başka bir deyişle evrim gereksinimlerinizin belirlediği ortamın yasalarıyla sınırlanmış bir yetenektir.” (Sayfa: 50-52)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 22. 3. 1974) : “Organlardan meydana gelen bir organizasyonun kurulması sırasında, organlarla o organizasyonun organizatörü arasında oluşan prensip birliği organlara bazı sorumluluklar yüklemektedir. Eğer organ şuuru görev ve fonksiyonunu biliyorsa kendine düşen görevi yerine getirir. Onun görevini tam olarak yerine getirebilmesi için, bedenin organizatörü durumundaki şuurun organlar arasındaki bilgi akışını sağlamış olması gerekir. Bu da organizatör durumunda bulunan şuurun sorumluluğunda olan bir iştir.
“Genellikle belirli bir organa hitap eden belirli bir bozucu tesir eğer o organın yapacağı fonksiyonlarla giderilebiliyorsa, tesirin diğer organlara iletilmesine gerek yoktur. Organın kendi hakkındaki bilgisi o zorluğu yenmeye yetmelidir. Meydana gelen aksaklık çoğu zaman hastalık şeklinde ortaya çıkar. Bu durumda, bir uygulama ortamı üzerinde uygulama yapan varlıkların aksaması söz konusudur. Bunlar da bir evrim anlayışı içinde yorumlanıp değerlendirilmelidir.” (Sayfa: 52-53)

ÖNCÜLER PLANI : “Obsesyonların irdelenmesi çok değişik durumlar arz eder. Aslında obsesyon çeşitli kademelerden gelebilir. Gözlemlerinize çarpan obsesyonlar beden konisinin daha üst kademelerinde meydana gelen obsesif işbirlikleridir. Bunlar elbette normal kanallardan gelen tesirler gibi aynı kanalları kullanmaktadır. Ancak değişik iki şuurun meydana getirdiği kompleks tesirler beden zarfının üzerinde kendi karakterlerine uygun değişimler yaparlar. Bu değişimler, sonunda fizyolojik bazı belirtilerin beden üzerinde doğmasına ve dengenin bozulmasına sebep olurlar.” (Sayfa: 54)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 15. 2. 1974) : “Fizik beden dahil olmak üzere beden konisinin içinde bulunduğunuz bu fizik ortama yakın uçlarında meydana gelen aksaklıklar bir uyumsuzluğun, bir organizasyon bozukluğunun veya özellikle hazırlanmış bir organizasyon bozukluğunun ürünüdürler. Bu uyumsuzluk, beden konisi içinde belirli bir kademenin altında bulunan organsal planların özellikleri gereği sadece oralarda irdelenebilecek bir konudur. Yani beden konisinin belirli bir düzeyinin üstünde bu tip uyumsuzlukların varlığından bahsedilemez. Çünkü beden konisinin daha üst düzeylerinde mevcut uyum, kainatın birçok kaynağından gelen tesirlerin harmanlandığı bir uyum olarak ortaya çıkar ki, bu uyum içinde bir aksaklıktan söz etmek imkansızdır.
“Aksaklık gösteren bölge, alt planların yapmakta olduğu uygulamanın sonuçlarını alan bir ortam olarak irdelenebilir, uygulamanın esas sentezlerinin yapıldığı düzey olarak düşünülebilir. Bu düzeyin altındaki kademelerde meydana gelecek organizasyon bozuklukları, sonuçta yapılan uygulamanın istenen sonuçlara ulaşmamasını doğurur ki, bu planı yapmış olan veya bu plana göre kurulmuş olan birikim bir düğümlenmeye uğrar. Düğümlenmenin verdiği hareket ise, kendi organizasyonunun devamı için gerekli bilgilerin ve çevre dışındaki amaçlara yönelik tesirlerin yayımlanmasını sağlar.
“Uyumsuzlukların varlığı da aslında genel uyum içinde yer alır.Yani varlığın bu kademelerdeki düğümlenmelerden edineceği bir uygulama aslında bir ilerleyiş, bir bilgi alış imkanı doğurur. Fakat bir açıdan bu durum bir uyumsuzluktur ve varlığın bu uyumsuzluk üzerinde yoğun bir araştırma yapması gerekmektedir. Uyumsuzluk varsa zaten yapmaktadır da.
“Fizik beden üzerinde meydana gelen uyumsuzlukların sebebini beden konisinin birçok katlarına yaymamak gerekir. Bunlar belirli kademelerin kontrolü altında bulunan konulardır. Bu konular içinde bir tesir alış verişi kombine edilmekte ve bir organizasyon bozukluğu hakkındaki genel bilgiler daha üst düzeylere aktarılmaktadır.” (Sayfa: 54-56)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 15. 2. 1974) : “Fizik bedenin bütünle koordinasyonunu sağlayan, beden konisi içinde akan tesir toplamıdır. Bu arada fizik beden dış tesirlere de açıktır. Bu açıdan bedeni belirli bir ortama sokulmuş sonda olarak düşünmeliyiz. Sondanın çevresiyle bağlantıları tesir diyebileceğimiz bir enerji akışıyla olmaktadır. Tesirler bildiğiniz fiziki dalgalardan başlayıp çok değişik kategorilere kadar uzanır. Bu enerji akışı bedene bedenin tümüyle ilişkili süptil bir yapı vasıtasıyla aktarılmaktadır. Bugünkü biliminiz bu yapının incelenmesini mümkün kılmıştır. O, maddi ortamınızın asli unsurlarını barındırır. Bunun yanında madde türünden bilebildiğiniz en süptil halleri de içinde bulundurur.
“Sinir sisteminin ve beynin bu tesir akışındaki rolleri çok önemli olmakla beraber, vücudunuzun tümü için belirli bir tesir alış veriş imkanı vardır. Başka bir deyişle, bünye içindeki tüm organların kendi kişiliklerine uygun özel tesir alış verişleri de böyle bir yapıyla sağlanmaktadır. Alış verişler, esas koordinatör tarafından tesirlerin giriş noktası olan beyin ve sinir sisteminin beden üzerindeki kontrolünü azaltmayacak ve kırmayacak şekilde koordine edilmişlerdir. Fizik bedendeki uyumsuzluktan bahsederken işte bu koordinasyon bozukluğundan söz edilmektedir. Bu bozukluk, belirli bir organın kendi özel tesir alış verişleri dolayısıyla genel koordinasyonun dışına kaymasını ifade eder.
“Burada şunu belirtmek gerekir ki, organsal bir denge içinde bulunan beden kendi beden konisinden asli tesirleri almakla kalmaz, bulunduğu ortamdan da tesirler alır. Bu tesir alış verişinde duyu organlarımızın rolü olduğu gibi, organların her birinin de rolü vardır. Daha önce bahsettiğim bir takım tıbbi metotların tehlikeleri işte bu noktalardadır.
“Sizler sonuç olarak dış tesirlerin, yani koordinasyonun ana amaçlarını taşıyan tesirlerin dışında kalan tesirlerin bünyede meydana getireceği komplikasyonları asla bilmiyorsunuz. Bunu sizin anlayabileceğiniz şekilde açıklamak için bir örnek vermek istiyorum. Bu örnek obsesyondur. Sizin bildiğiniz türden obsesyonların yanı sıra organsal obsesyonlardan da bahsetmek mümkündür. Bu tür bir obsesyon ortaya çıktığı takdirde bünye içindeki uyum allak bullak olur ve uyumsuzluk fizik bünyenin dağılmasına, hatta sondanın (bedenin) kırılmasına (ölüm) kadar gider. Sonunda yaptığınız tıbbi müdahale başarıya ulaşmamış ve hasta masada kalmış olur.
“Böyle bir obsesyon çeşidinde obsesyonu kolaylaştıran en önemli etken, bedenin organlarını dış tesirlerle sürekli dengede tutan ana tesir kanallarının kesilmiş olmasıdır. Tek taraflı kesilen tesir alış verişi, diğer tesirlerin o organ üzerindeki koordinasyonu bozmasına ve yapıda dış tesirler yönünde değişikliklere yol açar. Sonunda organizasyonun bir parçası organizasyon aleyhine çalışmaya başlar.” (Sayfa: 56-58)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 22. 2. 1974) : “Dışardan vücuda bir organ nakletmedeki tıbbi başarınız belirli bir limite kadardır. Bu limit, elinizin altındaki varlığın hürriyetinin başladığı yerdeki limittir. Bu limitin ancak beri tarafındaki çalışmalarınız belirli bir başarı elde edebilir. Başarı oranını artıran unsurlardan biri, alıcı verici durumdaki iki yapının birbirine uyum sağlayabilmesidir.
“Bugüne kadar yaptığınız çalışmalarda beden yapısının genel hatlarını bütün detayıyla ortaya koyamadığınız için, daha ince kademelerdeki uyumsuzlukları çoğu kere tespit edememektesiniz. Bu konuda bireye düşen görev, nakledilen organın her şeyden önce bedenine belirli bir dış tesiri taşıdığını bilmesi ve bu tesiri kendi tesiriyle bağdaştırmaya çalışmasıdır. Fakat bütün bunlar sizin kademenizde gerekli bir çalışma şekli olmasına rağmen, meydana gelecek sonuç fizyolojik bir başarı olsa da, esas beden organizatörünün aleyhine bir denge bozulması doğurabilir. Bu yüzden, organ nakillerinin geleceği konusunda fazla umutlu olmak doğru değildir.
“Organ kademesindeki obsesyonların giderilmesi ise, obsesyona yakalanmış kişinin obsesyon ve muhatap olacağı dış tesirler konusunda bilgilenmesi ve şuursal faaliyetlerini bu yöne konsantre edebilmesiyle mümkündür. Hasta bu engeli aşma yolunda bizzat çaba göstermelidir. Zaten söz konusu hastalık onun belirli bir konuda bilgi almasını sağlamak için özellikle kurulmuştur. Sizin yapacağınız tek iş bu tür obsesyonlara meydan vermemektir. Bu da sizin sorumluluk alanınız içindeki bir faaliyettir.” (Sayfa: 59-60)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 22. 2. 1974) : “Kanser dediğiniz şey hiçbir zaman sadece fizik bedenle ilgili fizyolojik bir olay olarak düşünülmemeli, bireyin tüm çevresiyle ilgili bir olay olarak irdelenmelidir. Aslında bu her hastalık için geçerliyse de, özellikle kanserde böyle düşünmek sizi daha olumlu sonuçlara götürür. Dikkat edilmesi gereken şey bireyin çevresiyle sürtüşme noktalarının tespitidir. Bunlar, onun bedensel koordinasyonuna tesir eden ana etkenler olabilir. Ancak böyle bir analizin yapılabilmesi için en büyük sorumluluk bizzat bireye düşmektedir. Ne var ki birey çoğu zaman bu çevresel etkilerin analizini yapacak durumda değildir. Konuyla ilgilenen doktorun da çalışmalarını bu derinliğe götürmesi ender rastlanan bir durumdur.
“Organizasyon içinde meydana gelmiş böyle bir kaosun giderilmesi için bugün uygulanabilecek bir çare de yoktur. Bugün önünüze çıkan tablonun bir tek amacı vardır. Bedeniniz üzerinde daha doğru bir senteze varabilmeniz için sizi kışkırtmak. Bu sentezler üst üste yığılarak sizi belirli bir noktada genel bir anlayışa götürecek ve çözüme varmanızı kolaylaştıracaktır.
“Kanserin sebebi çevresel faktörlerin dışında, esas organizatörün transformasyon mekanizmasının iyi çalışmaması ve obsesyonel tesirler de olabilir. Beden yapısı hakkındaki bilginizin genişlemesiyle bu konudaki başarılarınız da artacaktır.” (Sayfa: 60-62)

ÖNCÜLER PLANI : “Bedenli varlığın uygulama ortamında geçirmekte olduğu deneyimler, beden konisinin üst kademelerinde meydana gelecek nihai sentezlere katılmak üzere toparlanan “enerji paketçikleri” olarak irdelenmelidir. Bu paketçikler sonunda koni içinde belirli bir enerji birikimi doğururlar ve koninin madde kainatı içindeki tasarruf gücü daha belirli hale gelir.” (Sayfa: 63)

ÖNCÜLER PLANI (Celse 14. 12. 1973) : “Dünyadaki insanın serüveni her kademede o kademenin özelliklerine has kaynaklar tarafından gözlemlenmiş, kontrol edilmiş ve o kademenin özelliklerine has kaynaklarla gerçekleştirilmiştir. Bu tesir akışının belirli anlayıştaki varlık zümrelerine elbette belirli transformasyon kademelerinden geçerek ulaşması gerekmektedir. Aslında bu evrensel bir sempatizasyon yasasının gereğidir. Bu kademelerden biri de belirli planetler üzerinde uygulama yapmakta olan diğer varlık zümreleridir.
“İnsanlığın tarih boyunca bu dünya okulunda geçirmekte olduğu deneyim aşamaları, karakter itibariyle değişik kategoriden tesir alış verişlerini gerektirmiş, bunlar bugünkü kategoriye erişinceye kadar belirli bir gelişimden geçmişlerdir. Eski devirlerdeki tesir alış verişleri daha çok otomatizmaya hitabeden ve yasa bilgisi edinme yolunda insanı zorlayan bir çerçeve içinde gelişmiştir. Bugünkü aşama ise tamamen değişik parametrelere sahiptir. Bu aşamada insan elindeki kocaman bilgi dağarcığıyla kendini dışa bağlayan bağları keşfetme yoluna girmiştir. Tesir alış verişleri anlam itibariyle evvelkine nazaran çok daha kalitelidir.
“Diğer maddi ortamlardan gelen varlıklardan bahsettiniz, bu gayet normal bir sonuçtur. Aynı okulun değişik sınıflarını okuyan öğrenciler gibisiniz. Eğer kainat içindeki ortamlar bir tesir alış verişi içindelerse maddi anlamda bir bağlantı kurmaları gayet doğaldır. Ufolojik bağlantının bir yararı da insanın kendini kainat içinde yanlış bir rolde görmemesini ve kainatın sahibi sanmamasını sağlamaktır. Bu tip bağlantıların ileriki dönemlerde daha da artacağını belirtmem gerek.” (Sayfa: 63-65)

Yüksek Rehber Ruh GOETHE (Celse 13. 10. 1968) : “Hastalık mikrop işi sayılmaz, hastalık mikrobu davet eden bir zeminle başlar, mikrop bu zemini bulamadığı zaman üreyemez. Üremedikçe çoğalıp vücuda yayılamaz, tek başına yabancı bir varlık gibi vücudun bir köşesinde sürünür gider ve sonunda yok olur! Daha doğrusu sağlam hücreler tarafından massedilir, yenir ve faydalı amaçlara hizmet eden bir unsur olur. Hastalığın zemini hazırsa istediğiniz kadar ilaç alın ve tedavi görün mikrop vücuda yayılacak, er geç etkisini gösterecektir. Önce zemini yok etmelisiniz, mikropları öldüren ilaçlar zemine etki edemez. Kainatta sonsuz mikrop kaynağı vardır, yine bir gün onların istilasına uğrarsınız. Onları defetmek zemini düzeltmekle, dimağı ve ruhu temizlemekle mümkündür. Dimağ, Yaradan’dan aldığı güçle sakat ve rahatsız zemini düzeltir, takviye eder, ona kuvvet ve kudret aşılar. Bu kuvvet ve kudret mikropları absorbe eder, onu kendinden uzaklaştırır. Mikrop içinde yaşayan insanların bağışıklık kazanması dediğiniz şeyin mekanizması budur, yoksa hücrelerin mikroplara alışması söz konusu olamaz! Savaşma gücü hücrede vardır, hücre iç yapısı itibariyle bağımsız bir varlıktır, ruhu, kişiliği ve bağımsız yaşantısı olan bir varlıktır. Bu varlık yaşamalıdır, doğal ömrünü sürdürmelidir. Bu doğal ömrü sürdürürken onu koruyacak olan idareci, yüksek düzeydeki ruhunuzdur!
“Ruhunuz binlerce kainata hükmetmektedir! Hücreler birer canlı varlık olmaları hasebiyle birer ruh sahibidir. Onların ruhu idareci ruhun emri altındadır, idareci ruhun otoritesine mutlak surette itaatkardırlar. Onları isyana sevk etmek, hastalık yolunu açmak demektir. İsyan, ruha ve vücuda zararlı unsurları musallat etmektir, isyan bu tasallutla başlar. Ruha musallat olan şeytan ve onun yanıltıcı fikirleridir. Vücuda musallat olanlar ise yine şeytan işi içki, habaset ve keyif verici diye adlandırdığınız içkiler ve düzensiz gıda topluluklarıdır. Afyon, esrar ve benzerleri vücudun düşmanlarıdır. Vücut vasıtasıyla ruha hükmeden habis duygular ve kuvvetler toplamıdır. Sigara ve tütün hayır değildir, zararı kesindir.
“Kanseri sadece sigarada aramayın, kanser sevgisizliktir. Kanser uyum güçlüğünden, sevgi mahrumiyetinden doğar. Sevmeyen kimse sorumludur, kansere sebebiyet veren sevgisizliği doğuranlar sorumludur. Öyle ki, onların düşmanca ve habis düşünceleri karşı taraftaki insanın vücudunda sevgisizlik, dolayısıyla bir kanser zemini yaratır. Kanser dediğiniz sevgisizlik ruhtan vücuda yayımlanan bir radyum ışını gibidir. Yakar, tahrip eder, dejenere eder, isyana sevk eder, isyana sevk olunanlar da başka hücreleri isyana sevk etmek için çılgınca bir hırsa kapılırlar. Ve bu süreç birbiri ardına hızla devam eder gider.
“Kanser tedavisinde önce ruhi tedavi yapınız. Zemini yok etmek için gayret gösteriniz ki, hastalığa tutulmuş ruh kendine gelebilsin, kendini küflerden kurtarabilsin, maddi kimliğine kavuşabilsin. Ellerinizi hasta uzvun üzerine koyunuz, Rab’den yardım dileyiniz, O size kudretini gönderecektir. Kudret her şeyi temizler, kiri pası yok eder, külleri kaldırır, altındaki ateş pırıl pırıl yanmaya başlar, kömürler kor olur ısıtır ve vücudu kudretiyle istila eder. Siz hastayı kendi ruhuyla iyileştireceksiniz, sizin fonksiyonunuz budur. Siz hastayı seveceksiniz, hastanın ruhundaki kirleri, pasları temizleyeceksiniz!
“İster hayvan, ister bitki, isterse insan olsun hasta uzvun iyileşmesi için evvel emirde ruhu serbestleştirmek için onu yüklerden, parazitlerden temizlemek gerekir. Dinamo bozukken ve yarı faaliyet gösterirken evinizdeki ampulü değiştirmek, hatları düzeltmek, bobinleri yenilemek bir değişiklik sağlar mı? Önce dinamoya, elektriği sağlayan beyne ve ardındaki ana kaynak olan ruha el atacaksınız. Ruhu terbiye edeceksiniz, ruhu hastalık verici karanlıktan kurtaracaksınız. Ruhi tedaviyle işe başlayınız, hastanızı tüm içtenliğinizle seviniz. Ellerinizi hasta uzvun üzerinde yarım saat kadar tutunuz, Hak’tan yardım dileyiniz, Hak size yolunuzu açacaktır, Hak size yardım edecektir, ilaçlar ondan sonra gelir. Hasta ruhi tedavi yapılamayacak kadar şuursuzsa elinizi hastanın alnı üzerine koyunuz, düşüncenizi eliniz yoluyla beynine ve bir yandan da ruhuna gönderiniz. Telepati yolunu deneyiniz, düşüncenizi onun ruhuna ulaştırınız. Bu başka bir süreçtir, ilaç bu tedavi yollarından sonra kullanılmalıdır.
“Hücre bağımsız bir ruh sahibi olduğuna göre, elinizi hasta uzvun üzerine koyduğunuz zaman hasta hücrelerin ruhlarını düşününüz ve onlara sevgi gönderiniz. Merhametli olunuz, merhametinizi elinizin temasıyla hücrenin yapısına ve ruhuna sevk ediniz. Ta ki uyuşuk ruhlar uyansın, düzeni bozulan yapı ve hücrenin içi eski düzenine doğru dönüş yapabilsin. Tedavinin sadece ilaçla yapılabileceği şeklinde yanlış bir görüşe saplanmayın. Kanser tüm hastalıklardan ayrı bir hastalıktır, daha doğrusu bir düzensizliktir. Bu düzensizliği ve ruhi dengesizliği ruhi etkilerle iyi yola koymadıkça hücre içi yapıya yapılacak şırınga etkisiz kalacak ve istenilen sonucu vermeyecektir.
“Hırslar arttıkça kanser de artmıştır. Sevgisizlik kanseri doğuran yegane faktördür. İlahi düzen budur, sevmeyen sevilmez. Ruh sürekli sevgi gıdasına muhtaçtır, sevgiden mahrum kalan ruh dejenere olmaya başlar. Ölümle de ruhun bu dejenerasyonu birdenbire sona ermez, bizler o ruhları burada tedavi ederiz! İlahi ışık karartılmıştır, karartan ruhun kendisidir. Vücuda hakim olması gereken ruh kendini vücuda teslim etmiştir. Bu bilinen bir gerçektir, bunlar çok söylendi ama dinleyen pek az oldu! Dinlemeyenler madde peşinde koştular, ruhu maddeyle zehirlediler, mekanizma ters işledi, ters işleyen zemberekler, yaylar, çarklar birbirini parçaladı, oysa ruh emir verecek ve vücudu kendine tabi kılacaktı. Fakat düzen tersine işledi ve madde ruha hükmetmeye başladı! Ruh benliğinden, fonksiyonundan uzaklaştı ve maddeyi sevdi. Maddeyi o kadar sevdi ki kendini sevmeyi unuttu, kapısını ilahi ışığa, nura kapadı. Bu düzensizlik ruhu madde kalıpları içine hapsetti, kısaca ruh maddenin esiri oldu. Madde yapıcı olduğu gibi yıkıcıdır da. Enerji şuurla kullanılırsa faydalıdır, şuursuz kullanılan enerji yakar, tahrip eder, kullananı da kullanılan uzvu da kendine mahkum eder. Bu düzensizlik vermeyenlerde ve veremeyenlerde, sevmeyenlerde ve sevemeyenlerde çok görülen bir durumdur. Takdiri ilahi budur! Bunu bilmek, anlamak, hikmet ve sonucunu düşünüp ona göre değerlendirmek gerekir.
“Sen sevmezsen sevilmezsin, vermezsen alamazsın! Sana verilenler yanlış isteklerinin karşılığı olup sana zararlı olan yıkıcı unsurlardır. Seveceksin, vereceksin, almayı değil vermeyi tahayyül edeceksin. Tahayyül en büyük süreçtir. Düşünmek, iyi düşünmek kurtuluşun başlangıcıdır. Düşünerek, tahayyül ederek iyiliğe ulaşabilirsiniz. Tahayyül edilen her durum, her obje er geç gerçekleşecektir. İyiliği tahayyül ediniz, iyiliği düşününüz.
“Korkmayınız, ruhen tembelliğe düşmeyiniz. Ruh sonsuz kainata kol atan bir radyo, bir televizyon cihazı gibidir, alıcı verici bir istasyon gibi! Ruhunuzu dar kalıplardan çıkarıp serbestleştirirseniz tüm manevi alemden olduğu gibi maddi alemdeki tüm maddelerden ve yıldızlardan da devamlı enerji ve güç alırsınız. Sevgi gönderiniz sevgi alacaksınız. Yıldızları seyrederken oralarda yaşamakta olan her tür varlığı sevgiyle anınız, onlara sevgi dolu titreşimler gönderiniz, yanıtını almakta gecikmeyeceksiniz!” (Sayfa: 72-75)

Dünya’da Kanseri Tedavi Çabaları

3 Aralık 1978 tarihli gazeteler, Dr. Seçkiner Görgün’ün geliştirmiş olduğu yeni bir yöntemle ümitsiz diye nitelendirilen 8 kanserli hastayı tedavi ettiğini yazıyordu. Patoloji raporlarında kanser oldukları belirtilen 8 hastanın tedaviden sonra düzenlenen ikinci patoloji raporlarında kanser hücresine rastlanmadığı belirtiliyordu. Öte yandan 8 hastanın kanser türlerinin farklı oluşu tedavi yönteminin başarısını daha da pekiştirmekteydi.
Dr. Görgün yaptığı açıklamada şunları söylüyordu: “Kanserin kesin tedavisini bulduğumu dünyaya ilan ediyorum! Amerikalılar, kanser hücresinin etrafında savunucu bir koza oluştuğunu, o nedenle hücrelere ulaşılamadığını ileri sürüyorlar. Biz hücre etrafındaki nesnenin koza değil statik bir enerji alanı olduğuna inanıyoruz. Amerikalılar var olduğuna inandıkları kozayı delmeye çalışıyorlar, oysa enerji alanı delinemez. Ama statik elektrik alanını bir başka statik elektrik alanı ortadan kaldırır. Bizim yaptığımız da bu. Ancak, kanser hücrelerinin fonksiyonları sabit değil, değişkendir. Bu nedenle uygulanacak statik alan da bu hücrelerin fonksiyonlarıyla paralellik gösterecek biçimde değişken olmalıdır. Kesinlikle herhangi bir ilaca gerek yok. Hazırladığımız sistemde bütün komuta bölümlerinin birleştiği bir ana bölüm var, bu bölüm gerekli statik alan değişikliğini yaratıyor. Bu yolla hücrenin statik enerji dengesi bozulunca hemen hücre fonksiyonları kaybolmakta ve hasta derhal iyileşmektedir.” (Sayfa: 76-77)

Sovyetler Birliği resmi haber ajansı TASS, 1978 yılının Şubat ayında verdiği bir haberde, Sovyet bilim adamlarının çok ciddi yanıkları manyetik alanlardan faydalanarak tedavi eden bir yöntem geliştirdiklerini bildiriyordu.
Bu yöntemde, içi manyetik demir tozlarıyla doldurulmuş ‘Manyetefor’ adı verilen kauçuk bir cihaz kullanılmaktadır. Kauçuğun içine doldurulan manyetik demir tozu durağan şekilde 180 ila 300 oersted’lik bir manyetik alan oluşturmaktadır. Bu cihaz yanık yaralarına uygulandığında acının da büyük ölçüde dindiği saptanmıştır. Doku nakli ameliyatlarında da kullanılmaya başlanan Manyetefor sayesinde dokuların kaynama süresi kısaldığı gibi, yara izi de büyük ölçüde kaybolmaktadır.
Çeşitli ülkelerde yürütülen birçok deneyin sonuçları göstermektedir ki, manyetik alan bir canlı organizmanın işlevi üzerinde oldukça yoğun bir etkide bulunur. Dünyanın jeomanyetik alanındaki dalgalanmaların, bir kural olarak yüksek kas gerilimi üzerinde ters bir etkisi vardır. Dünyanın jeomanyetik alanındaki değişimlerle bulaşıcı hastalıkların artması arasında açık bir ilişki mevcuttur. Tipik bir örnek de grip salgınlarıdır, grip salgınlarının manyetik faaliyet arttığı zaman baş gösterdiği kanıtlanmıştır. Uzun bir geçmişe dayanan deneysel ve klinik gözlemler, manyetik alanın insanlar üzerinde olumlu bir etkisi olduğunu da göstermektedir. Manyetik alan iltihaplanmayı önleyici, ağrı dindirici ve damarları genişletici bir etkide bulunmakta, kanın pıhtılaşmayı önleyici sistemini faal hale getirmekte ve hastanın moralini yükseltmektedir. Mıknatıs faaliyeti altındaki dokularda oksijen miktarı iyice artar, bunun da merkezi ve çevresel sinir sistemleri üzerinde yararlı bir etkisi vardır.
Sovyetler’deki ve Amerika’daki bazı araştırma merkezleri, manyetik alanların canlı hücreler üzerindeki etkisinin,hücre suyundaki değişiklikten meydana geldiğini rapor etmişlerdir. İnsan bedenini oluşturan moleküllerin % 99’unun su molekülü olduğunu ve beden ağırlığının % 60’ının da sudan ibaret olduğunu düşünürsek, uygun bir manyetik alan gücünün polaritesinin ve maruz bırakılma süresinin canlı organizma üzerinde yaratabileceği etkileri ve bundan yararlanmanın ne kadar önemli olduğunu kolaylıkla anlayabiliriz. (Sayfa: 80-82)

İngiliz tıp doktoru D. Lang Stevenson, hücrelerin minnacık ‘laserler’ içerdiğinden ve her türlü etkiyi oluşturan bu laserlerin varlığının ‘ışık yaşamdır’ tezini desteklediğinden bahsetmiş ve kanser hakkında son derece ilginç bir görüş ileri sürmüştür. Dr. Stevenson’a göre kanser hücreleri, içinde bulundukları bedenin, yaşamlarını tehdit edecek şekilde kendilerine ters düştüğüne ‘karar vererek’ kendi başlarına ışıklarını söndüren ve başkaldıran hücre gruplarıdır. Eğer bünyesinde kanser barındıran bir beden ve özellikle o bedeni kontrol eden beyin, tekrar ‘aklını başına toplamaya’ başlar da içindeki hücreler için yeniden tatmin edici bir ‘cennet’ haline gelirse, bu takdirde söz konusu hücreler de karşı koymaktan vazgeçecek ve bir kez daha gerektiği şekilde davranmaya başlayacak, dolayısıyla kanser ortadan kalkacaktır.
Amerikalı Dr. Claus Bahnson, günümüz toplumlarında derin üzüntüye kapılan kişilerde kansere daha çok rastlandığını belirten birçok kanıt olduğunu söylemektedir. Dr. Bahnson’a göre beynin, duygu, hafıza ve hayal gücüyle ilgili olan ‘yukarı seviyeden’ bölümlerinin, iç salgı bezleri ve otonom sinir sisteminin faaliyetleriyle ilgili olan ‘aşağı seviyeden’ kısımları üzerinde bir etkisi vardır. Böylece düşünce süreçleri damarların, iliğin, karaciğerin, bağırsakların ve bedenin tüm öteki parçalarının işleyişini idare etmektedir. Dolayısıyla üzüntü, keder, endişe ve asabiyetin ‘kanserli’ hücrelerin gelişmesine yol açan faktörler olabileceklerinden kuşkulanmamız son derece akla yatkındır. (Sayfa: 83-84)

1 yorum:

Adsız dedi ki...

It ?is senseless.